156 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 156
Membre(s) : 0
Total :156

Administration


  Derniers Visiteurs

lalem : 3 jours
SelimIII : 5 jours
adian707 : 6 jours
cengiz-han : 8 jours
Kikasddd : 8 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Aller à la page Précédente  1, 2, 3 ... 12, 13, 14 ... 19, 20, 21  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 20 Oct 2016 18:31    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Senin umurunda değil ama doların umurunda

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 16 Ekim 2016





Son zamanlarda Türkiye’ye tepki gösteren gösterene...
Ankara’nın Musul konusunda dile getirdiği emelleri, Bağdat’ı endişelendirip öfkelendiriyor.

Başika’daki askeri varlığımız tepki konusu...

Suriye’de içine düştüğümüz batakta debelenirken çok tarafın tepkisini çekiyoruz...

Rejimin yargı bağımsızlığı üzerindeki tepinmesi, her yandan itirazlarla karşılanıyor..

İçinde bulunduğumuz Avrupa kuruluşlarındaki üyelikliklerimiz, askıya alınıyor...

Avrupa’dan daha da dışlanmamız gündeme geliyor...
Tayyip Bey’in tek adamlık tutkusu dünyanın dört bir yanında itirazlarla karşılanıyor...

Kredi derecelendirme kuruluşu Moody’s Türkiye’nin notunu kırıyor, dışarıdan sıcak para gelişi tehlikeye düşüyor...

Türkiye’nin tepkilere, tepkisi sert oluyor, işte bazıları:

- Haddini bil!

- Sen kimsin?!

- Sen benim muhatabım değilsin!

- Sen benim kıratım değilsin!

- Kimmiş bunlar yahu!

- Bunların cebine 3 - 5 kuruş koy istediğin notu alırsın...

- Musul’da bildiğimizi okuyacağız!

Özetle iktidar, kararlı bir umursamazlık içindedir.

Irak mı, İbadi mi?

Umurumuzda değil!

Avrupa Konseyi mi?

Umurumuzda değil!

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi mi?

Umurumuzda değil!

Suriye mi?

Umurumuzda değil!

ABD’nin müstakbel başkanı Hillary Clinton mı?

Umurumuzda değil!

Moody’s mi?

Umurumuzda değil!

***

Bu hengâme arasında doların rekor kırdığı faizlerin yeniden yükselmesinin beklendiği haberini okuyunca elimde olmadan mırıldandım:

- Senin hiçbir şey umurunda değil ama canım kardeşim doların umurunda, ABD’nin umurunda, AB’nin umurunda, BM’nin umurunda.

AKP iktidarı, bir dönüm noktasına gelmiş durumda, o hiçbir şeyi umursamazken her şey, herkesin umurunda.

Artık, rehin alma, müsadere gibi, yüzyılın ötesinde kalmış uygulamaları da içeren, Türkiye’deki Reis yönetiminin yapısı, ekonominin çarklarının da dönmesini engellemeye başlamış, Türkiye’deki buyurgan, yönetimin “dediğim dedik, öttürdüğüm düdük” yöntemleri her çevrenin tepkisini çeker olmuştur.

Yazar dostum Mine Kırıkkanat’ın dediği gibi, üstesinden geleceği krizler yaratıp, onları çözerek bugüne kadar gelen AKP tıkanma noktasına varmış bulunmaktadır.

Artık, rejimin anti-demokratik niteliği, ekonominin çarklarının dönmesini de engellemektedir.

Bir yandan ekonomi alarm verirken öte yandan Türkiye hızla Ortadoğu batağına batmakta, savaş çıkmazına saplanmakta, bu arada da bir yandan meydan okuyan, bir yandan şaşkınlıkla, oraya buraya saldıran dış politikasıyla, doğudan batıya, kuzeyden güneye herkesin tepkisini çekmekte, ittifaklarına meydan okuyarak, hızla yalnızlaşma noktasına doğru savrulmaktadır.

Ortadoğu bataklığının giriftliğinde, herkesten kopuk yeni bir Kuzey Kore benzeri diktanın ayakta durma ve yaşama şansının olduğunu kim söyleyebilir?

***

Diktalar, gerginlik oluşturarak, her yerde düşmanlar yaratarak, baskıcı iktidarlarını sürdürürler.

Bu politikaların ülkelere sosyal maliyetlerinin yüksekliğinin yanı sıra bir de biriken krizlerin kümülatif etkisiyle, bir yerden sonra artık sürdürülemez olmaları gibi bir çıkmazları vardır.

Türkiye’de rejim o noktaya gelip dayanmıştır.

Bir yandan her gün gelen şehit cenazelerinin, insanların canına tak ettiği bir ortamda, etnik bir ayaklanma ile uğraşmak durumunda olan iktidar, öte yandan bir bölgesel savaş batağına saplanmışken, toplumun bütün güçlerini demokratik bir bütünleşme için seferber edecek, özgürlük ve dayanışma politikaları uygulamak yerine, içeride ve dışarıda gerginlik ve krizleri yoğunlaştırıcı, dayatmaları yeğlerse, kendi yarattığı krizler girdabında boğulmaya mahkûmdur.

Bu ortamda da, herkese posta koymak, her şeye omuz silkmek hayırlı sonuç vermez.

Sonunda adamın karşısına geçip gülerek derler ki:

- Hiçbir şey senin umurunda değil, canım kardeşim, ama bak her şey herkesin umurunda!

Sonrası da ne olur, bilmem artık!


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 20 Oct 2016 18:33    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Haldun Taner artık bize fazla

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 20 Ekim 2016





Son Osmanlı Meclisi Mebusan’ı ile Darülfünun, mensubu olan ve yazıları, dersleri, konferansları ile Kurtuluş hareketinin, Türkiye’nin bağımsızlığının, işgal İstanbul’undaki savunucusu Ahmet Selahattin Bey, ani ölümüyle oğlu Haldun’u beş yaşında yetim bıraktı.
Haldun Taner’i, kocasının ölümünden sonra kayınpederinin konağına yerleşen annesi tek başına büyüttü.

Ahmet Selahattin’in Galatasaray’da parasız yatılı okuyan oğlu Haldun, devlet bursuyla iktisat ve siyasal bilimler okumak üzere gittiği Heidelberg’de vereme yakalanınca, tahsilini yarıda bırakarak yurda geri döndü. Ondan sonra da edebiyat, tiyatro ve gazetecilik alanlarında parladı.
Haldun Taner, bu alanlarda, öğretmen niteliğiyle de sivrilmişti. Ahmet Selahattin’in oğlu, öğretmenliği adeta babadan tevarüs etmişti. Gelecek vaat eden gençlerin ellerinden tutup yetişmelerine katkıda bulunmak, Haldun Taner’in asli uğraşları arasındaydı. Türk yazınının ve tiyatrosunun nice değerinin kazanılmasında Haldun Taner’in katkıları vardır.

***

1950’li yıllarda, önce öykücü olarak çok parlak bir çıkış yapıp, öykünün unutulmazları arasındaki yerini alan Haldun Taner için, yıllarca birlikte çalıştığı, öğrencisi ve iş arkadaşı aktör Metin Akpınar şunları söylemiştir:
-Haldun Bey Türk tiyatrosunu iki kez içine yuvarlandığı çıkmazdan çekip çıkarmıştır.

Gerçekten de Haldun Bey önce 1960’lı yıllarda, epik tiyatroyu getirerek, daha sonra da kabare türünün gelişmesine önayak olarak, tiyatromuzu saplandığı durgunluktan çekip almıştır.

Bu yüzden, Kadıköy’deki tiyatro binasına seçkin tiyatro yazarı ve öncü tiyatro adamı Haldun Taner’in adının verilmesi son derecede yerinde olmuştur.

Haldun Bey ömrünün son yıllarını Mühürdar Caddesi ile Yaver Bey Sokağı’nın köşesindeki binada geçirmiş, hatta kitaplarından birine adını veren “Yalıda Sabah” öyküsünü de orada yazmıştır.

Haldun Hoca’nın Mühürdar’a büstünün konması ise bu tür vefakâr davranışlara epey uzak nadan bir toplum adına şaşırtıcı, şaşırtıcı olduğu ölçüde de sevindirici bir davranış olmuştur.

Geçen hafta sonunda bu büst bilinmeyen kişilerin saldırısı sonucu kırıldı. Olaya önce bir anlam veremedim. Geniş pardösüsü, alameti farikası haline gelmiş, beresi, elinde çantasıyla, Kadıköy vapuruna biner veya Tepebaşı’nda Þehir Tiyatroları’nın karşısındaki Pelit Pastahanesi’ne girerkenki görüntüsü hâlâ capcanlı gözümün önünde olan Haldun Taner’in büstüne kim, hangi amaçla saldırmış olabilirdi ki?

Haldun Taner, çağdaşlık ve özgürlük savaşının inanmış, kararlı bir yürütücüsü olmasına, öykülerinde ve piyeslerinde toplumsal çarpıklıklarımızı ince ve keskin mizahıyla tiye almasına karşın, bir kavga adamı olarak simgeleşmiş biri değildi ki.

***

Evet Haldun Taner solcuydu. Ama çelebi, biçemi, İstanbul Efendisi meşrebine de yansımış olan eserlerinde hemen fark edilen engin hoşgörüsü ile, kavgadan çok üretime, yeni değerler yaratmaya öncelik tanıyan Haldun Bey’in solculuğunun, birilerini ifrit etmesi doğrusu ya şaşırtıcıydı.

Sonra oturup düşündüm ki toplum artık yeni bir evreye girmişti.
Artık, kendisi gibi olmayan, aynı tornadan çıkmayan, biat kültürüne boyun eğmeyen, seçkin farklılığı ilk bakışta belli olan herkese düşman yeni yükselen sınıfın egemeni olduğu Türkiye’de bu sınıfın mensupları ile onların takipçileri insanlar, kendileri gibi olmayan, kendisine benzemeyen herkesi düşman görüp saldırmaya, kendi toplumsal kazanımları ve değerleriyle kavga etmeye, onları ayaklar altına almaya hazırdı.

Haldun Taner’in büstünün saldırıya uğramasının, kendi öz değerlerine saldıran bir toplumda şaşılası yönü yoktu. Öyküleri birçok dile çevrilen, oyunları birçok ülkede sahnelenen Haldun Taner artık bu topluma fazlaydı, bu ülkede büstüne de yer yoktu.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 26 Oct 2016 1:06    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Sonu iç savaştır

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 25 Ekim 2016


Cumhuriyet’in cumartesi günkü “Ak silahlanma provokasyonu” manşeti tüyler ürperticiydi.

Haberde, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından peş peşe yapılan sivillere yönelik silahlanma çağrılarından, Akit gazetesi yazarı Abdurrahman Dilipak’ın önerilerinden ve Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’in “Ak silahlanma” başlığı altındaki davetlerinden söz edilmekte, Osmanlı Ocakları 1453’ün Başkanı Emin Canpolat’ın “Erdoğan için ölür, Erdoğan için öldürürüz” ifadesine yer verilmekteydi.

Bu şiddet çağrıcıları hakkında herhangi bir işlem yapılmaması da, iktidar destekli bir kampanya karşısında olduğumuz gerçeğini gün yüzüne çıkarmaktadır.

Her şey açıkça gösteriyor ki, silahlananlar AKP ve yandaşlarıdır.
Silahlanma kampanyasının, neden AKP ve yandaşlarının silahlandırılması anlamına geldiğini, uzun uzadıya anlatmaya yeltenmek, bu gerçeğin zaten farkında olan siz okurların zekâsına saygısızlık olacağından böyle bir işe kalkışmıyorum.

***

15 Temmuz darbe girişiminin hemen sonrasında, aleniyete dökülmeden önce de kamuoyunun uyanık kesimi tarafından, boyutları tam olarak kestirilemese de bilinen “Ak silahlanma”nın, bize Başkanlık sistemi diye yutturulmaya çalışılan rejimin aslında ne olduğunu net biçimde ortaya koyduğu açıktır.

Aralarındaki farklılıklara karşın, kaba çizgileriyle faşizm olarak adlandırılan bütün rejimler, tarihin her döneminde, kendi silahlı milis rejimlerini kurmuşlardır.
Böyle olmasında da şaşılacak bir yön yoktur. Bu rejimlerde iktidar değişimi oy ile değil silahla olacağından tedbir olarak da kamuoyunu demokratik yöntemlerle ikna metotlarının da kıymeti harbiyesi kalmamakta, silahlı önlemler önem kazanmaktadır.

Ama, milis güçleri tarihin hiçbir döneminde, faşizan yönetimlerin kaçınılmaz sonlarını önleyememiştir. Akıbetin tecellisinde, kimi zaman iç, kimi zaman da dış etkenler amil olmuştur.

Ak silahlanma girişimleri Türkiye’yi çok büyük bir iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya getiriyor. Hemen belirtmek gerekir ki, böyle bir çatışmayı sonunda kimin kazanacağı belli değildir.

Sivillerin silahlandırılması işinde, sonunda en çok silahın kimin elinde toplanacağı, çatışmadan kimin galip çıkacağı hiç belli olmaz. Fethullahçıların, iktidarın müzaheretiyle, devlete sızıp silahları ellerine geçirmeleri ve bunları da kendilerine müzahir olan iktidara karşı, başarıya erişmesine ramak kalmış bir darbe için kullanmış olmaları sözünü ettiğimiz olgunun kanıtıdır.

***

Sivilleri silahlandırarak, iktidarın milis güçlerini oluşturmanın asıl gayesi siviller üzerindeki baskıyı tahkim etmektir ve darbelerin engellenmesi gibi bir gerekçeyle mazur gösterilebilmesi imkânsızdır.

Darbelerin engellenmesinin yolu, demokrasiyi güçlendirmek, halkın onun çevresinde kenetlenmesini sağlamaktır.

Siyasetçinin, darbeci karşısındaki en büyük gücü, yegâne silahı budur.
Türkiye’nin hayli renkli ve zengin darbeler tarihi, halkın desteğini almamış, hiç değilse halkın tarafsız kalmasını sağlayamamış darbe girişimlerinin başarısızlığa mahkûm olduğunu, iktidarda kalmayı başaranların ise, Kenan Evren örneğinde olduğu gibi halkın desteğini aldığını göstermiştir.
Sonuç olarak, darbecilere karşı en iyi silah demokrasiyi, tüm kurum ve kurallarıyla işler kılmak ve halkın demokratik bilincini uyanık tutmaktır.
Yoksa sivilleri silahlandırmak, sonu belli olmayan bir maceraya atılmak, ülkeyi de bir iç savaşa sürüklemekten başka sonuç vermez.

“Olsun, ben iç savaştan da galip çıkarım!” diye düşünenler varsa bilsinler ki büyük yanılgı içindedirler.

İç savaşlardan kimin galip çıkacağı hiç belli olmaz. Daha doğrusu iç savaşın galibi olmaz.

Bakın şöyle bir çevrenizde iç savaşa gidenlerin haline, artık hiçbirinde “galibin!” yöneteceği bir ülke bile kalmadığını görürsünüz.!


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Nov 2016 20:21    Sujet du message: Répondre en citant

[quote="murat_erpuyan"]
Citation:


PKK de olsaydı bunu yapardı

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 01 Kasım 2016




Geçen gün bir dostum, biraz da sitem kokan bir şekilde anlatıyordu:

- Sana bizim torunun videosunu geçecektim, ama telefonun akıllı değilmiş.

- Değildir, dedim, ben enayi miyim akıllı telefon alayım da telefonum benden akıllı olsun?

Artık telefonlarımız, binalarımız, asansörlerimiz, arabalarımız, her şeyimiz akıllı, üstelik bizden de daha akıllı; galiba yakında akılsız yalnız biz kalacağız

. Ama her şeyin akıllı olduğu çevrede aklın zerresi yok.

Zaman zaman yönetimde olanlara bakıyorum, uyguladıkları politika devleti köşeye sıkıştırmak isteyen karşıtların tam uygulanmasını istedikleri türden.

Kürt sorununda durum aynı.

Yıllardır hep düşünmüşümdür, Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözümü için ne yapılmaması gerekiyorsa tam da o yapıldığına göre, acaba Türkiye’yi yönetenlerin kulaklarına bu işin çözülmesini istemeyenler, bazı akıllar fısıldıyor da bizimkiler de onlara kanıp mı, bütün bunları yapıyorlar?

***

12 Eylül döneminde Diyarbakır hapishanesinde olanları dinledikçe insanları kin ve nefret duygularıyla doldurarak dağa çıkmaya tahrik etmek isteyen PKK bu hapishaneyi yönetseydi, aynen böyle davranırdı diye düşünmüşümdür.

1980’li, 90’lı yıllarda Diyarbakır’a gidişlerimde, hemşerilerinin çoğunluğunun kendini Kürt olarak tanımladıkları kentin duvarlarındaki yanlış yerde kullanıla kullanıla, bir kısım insanımızda artık yanlış çağrışımlar yapan, “Ne mutlu Türküm diyene!” ibaresini görünce kendi kendime hep şu soruyu sormuşumdur:

- Acaba bu insanlar duvardaki yazıdan mutlu mu oluyorlar, yoksa ifrit mi? Ya da “Türkiye Türklerindir” ibaresini okuyanlar, “o zaman burası da bizimdir” demezler mi, diye düşünür ve sorardım.

- Kim yazdırıyor bunları duvarlara, bunun yerine “bu vatan hepimizin” yazılsa daha akıllıca olmaz mı?

Çözüm süreci denen süreç boyunca, iktidarı kaç kez, ülkenin bir bölgesinde egemenliğin el değiştirip terör örgütüne geçmesi karşısında uyarmış, terör ile mücadelenin tavsatılması, terör örgütünün silahlı eylem hazırlıklarının görmezden gelinmesinin de hata olduğu, bir yandan Kürt sorununun demokratik çözümü için, demokrasi ile özgürlüklerin sınırlarını genişletirken silahlı eyleme karşı mücadelenin sürdürülmesi, ama bunu yaparken Kürt sorununun terör alanından siyasi alana kaydırılmasının da gerçekleştirilmesi için gereken adımların atılması gerektiği konusunda uyarmıştık.

Ama iktidar ifrat ile tefrit arasında kolan vurarak, bir ucunda kendini Kürt olarak tanımlayan yurttaşlara baskı, öbür ucunda çözüm diye PKK’nin silah ve patlayıcı tahkimatına göz yumma abesliği bulunan bir çizgi üzerinde gidip gelmeyi sürdürüyordu. O zaman da hep şunu soruyordum:

- Bütün bu saçmalıkları bunların kulaklarına kim fısıldıyor?

***

Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi eşbaşkanları Gültan Kışanak ile Fırat Anlı gözaltına alınıp ardından tutuklandıklarında da düşündüm:

Tam PKK’nin hendek politikaları başarısızlıkla sonuçlanmış, eylemlerinin istediği amaçları vermeyeceğinin anlaşılmış olduğu, yerli halkın desteğini umduğu ölçüde sağlayamayacağının belirtilerinin arttığı bir dönemde, yapılması gereken en akıllıca şey, bir yandan teröre karşı önlemleri artırırken öte yandan da terör örgütünü elden geldiğince izole etmek için, sorunun ağırlığını siyasal alana kaydırmak üzere, demokratik önlemleri artırmak değil midir?

Kuşkusuz, Kürt sivil siyaset kurumlarının ikircikli bir konumda olduklarını, PKK ile aralarına net bir çizgi çekmekte başarılı olamadıkları herkesin malumu.

Ama dünyadaki benzer durumlarda da görülen bu olguyu aşmak için yapılacak şey baskıyı terör örgütüne yöneltirken sivil siyasetin alanını genişletecek, elini kuvvetlendirecek önlemler alması değil midir?

Bunları yapmak yerine seçilmiş siyasetçilerin gözaltına alınmaları, PKK’nin ekmeğine yağ sürmek olmuyor mu ?

Allah aşkına kim fısıldıyor bu akılları bunların kulaklarına?

Son Cumhuriyet operasyonuna da aynı açıdan bakınca, eklenecek fazla bir şey olmadığı da görülüyor.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 05 Nov 2016 19:34    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Altın vuruş yakın

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 05 Kasım 2016




Þu sıralarda, idam cezasının yeniden ihdasının gündemin baş sıralarına çöreklenmesinden, en fazla hoşnut olacak kişi, kuşkusuz Fethullah Gülen’dir.

Gülen’in iadesinin Washington’dan istendiği ve bu amaçla sunulan dosyanın etkileyiciliğinin bizzat Amerikan yetkilerinin ifadelerinden belli olduğu bir sırada hiçbir şey idam cezasının yeniden getirilmesinin önerilmesi kadar Gülen’in ekmeğine yağ süremezdi.

Üstelik, cezaların kanuniliği ilkesi gereği, idam yeniden konsa bile, FETÖ’cülere uygulanamayacak. İktidarın da bu gerçeğin farkında olduğu Başbakan’ın sözlerinden de anlaşılıyor. Ayrıca, bu cezanın yeniden ihdası Türkiye’nin kurucularından olduğu Avrupa Konseyi’nden çıkarılmasına kadar varabilecek sorunlar doğuracak.

İdamın yeniden getirilmesinin tartışmasının bile çıkarlarına fena halde ters olmasına rağmen iktidar, idamda ısrarlı. Bu ısrarın akılla açıklanabilir bir yanı yok.

***

Terörün tırmanmasından, PKK beklediğini elde edemez, hendek eylemleri yerel halktan örgütün umduğu desteği göremezken, öte yandan şiddete şiddetle yanıt vermenin dışında, demokratik özgürlükçü devlet politikalarının geliştirilememesinin Kürt sorununun çıkmaza saplanmasına yol açtığı kafaya dank etmişken, polisiye önlemlerin yanı sıra, sorunun daha fazla özgürlük ve demokrasi, Kürt kimliğine daha titiz bir saygı çerçevesinde çözümünün zorunluluğunun görüldüğünü kanıtlayacak politikaların yürürlüğe konmasının, bunun için Kürt sorununda, ağırlığın siyasal platforma kaydırılmasının kaçınılmazlığı gün gibi ortaya çıkmışken seçilmiş, sivil Kürt siyasetçilerin sivil, özgürlükçü, demokratik, barışçıl siyasi çözüme doğru çekilmesi, sivil siyasetin ve Meclis’in çözüm çabalarının odağı haline getirilmesinin zarureti anlaşılmışken, seçilmiş sivil Kürt siyasetçilerin gözaltına alınıp tutuklanmasının yeni mağdurlar yaratma açısından en çok PKK’ye yarayacağını cümle âlemin gördüğü ortamda, Demirtaş ve arkadaşlarının gözaltına alınmalarının, siyasal iktidara hiçbir şey kazandırmayacağını herkes anlar.

Ama iktidar anlamamakta direniyor ve tutulmaması gereken yolu tutuyor. Bunun akılla izahı mümkün değil.

***

1982 yılında çok uzun yıllar Dışişleri Bakanlığı yapmış olan İhsan Sabri Çağlayangil ile siyasi yasaklı oldukları dönemde, saatlerle sürecek kasetler dolduran bir söyleşi yapmıştım.

Söyleşinin bir yerinde Çağlayangil’in söylediği şu sözler hiç aklımdan çıkmamıştır:

- Ben Amerikan Dışişleri Bakanı’nın yanına kapıyı vurmadan girebilirim ama herhangi bir Arap ülkesi büyükelçisinin karşısında ayak ayak üstüne atmaya çekinirim.

Tecrübeli siyasetçi Araplardaki Osmanlı kompleksini kastediyordu.

Cumhuriyet diplomatlarının hepsi, bu kompleksi bilir ve bölgede “ağabeylik” taslamaktan özenle kaçınırlar. Bugünkü iktidar ise, bol bol Osmanlı böbürlenmesiyle şişinmekte ve Þebak lideri Hunain El Kaddo’nun arkadaşımız Ceyda Karan’a söylediği gibi (bknz. Cumhuriyet 04.11.2016 safya 8 ) “nefret yaratmaktadır.”

Bu politikanın da akılla açıklanması mümkün değildir.

Hangi olaya bakarsanız bakın görürsünüz ki, iktidar aklın yolunu ve dengesini yitirmiştir, birbiri ardından kendi kuyusunu kazan uygulamalar içindedir. Bu şaşkınlık içinde, çareyi daha fazla şiddet, daha fazla baskı, daha fazla saçmalamada aramaktadır.

Baskıcı yönetimler, uyuşturucu bağımlılarına benzerler, nasıl ki, uyuşturucu bağımlılarını gittikçe artan doz, zamanla kesmez olur, sonunda iş ölümü getiren “altın vuruş”a yol açarsa, diktalarda da saçmalama ve şiddet dozu artar, artar, sonunda altın vuruşa kadar varır.

Her olay gösteriyor ki bizde de “altın vuruş”a az kaldı.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 13 Nov 2016 10:23    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Amerikan rüyasından Amerikan kâbusuna

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 12 Kasım 2016




Trump’ın Beyaz Saray yarışını kazanması üzerine, oyunun demokratik sonuç vermediği gerekçesiyle Türk seçmeniyle inceden dalgasını geçen Amerikalıları, Fuzuli’nin dizeleriyle andım:
“Bize tan eyleyen Coni, Trump’ı görgeç utanmaz mı?”

Washington’da yaşayan dostlarımla telefonda konuşurken “artık onlara ne olmuş yani sizde de Trump var diyebilirsiniz” diyordum.

İçinde bulunduğumuz durumdan dolayı Trump ile teselli bulmak... Gerçek züğürt tesellisi bu olsa gerek.

Bir kere o yolu tuttuktan sonra, tek teselli Trump değil. Diktatörden türetilerek Victatör diye adlandırılan, Victor Urban’ın Macaristanı var mesela...

Eğer o da kesmezse, sıradaki Fransa’nın Marine Le Pen’ini öne sürebilirsiniz.

Ama, Trump’ın başkan seçilmesini teselli olarak görmenin veya konuyu gırgıra almanın ötesine geçerek bakarsanız, bu olgunun ABD’de seçmenin kurulu Amerikan düzenine tepkisinin ürünü olduğunu söyleyebilirsiniz.
Nasıl Türkiye’de 21. yüzyılın başında sağ ayağı aksayan topal demokrasinin orta sağının iflası, iktidara dinci totaliter sağı getirmişse, 2016 yılında da Amerikan sağının iflası, Trump fenomenini iktidar yapmıştır.


Dikkatli gözlemciler, sistemin iflasını daha 2008’de fark edip boyutlarının ilk bakışta sanıldığından daha büyük olduğunu belirtmişler, gelecekte iflasın başka etkilerinin de yaşanacağını haber vermişlerdi.


***

Trump’ın başkanlığı onların öngörülerini tescil etmiştir.

2016 Amerikan başkanlık seçimleri, Türkiye’deki iflasın münferit olmadığını gösterirken gelecek Fransız seçimleri de, iflas olgusunun evrenselliğini kanıtlayacak gibi görünmektedir.

Sistemin iflasının belirtisi, seçileni, seçmenlerin bir bölümünün bir türlü içine sindirememesi değil, ama toplumun karşılıklı olarak birbirlerini ötekileştirerek, barış içinde bir arada yaşama, gerektiğinde dayanışma gösterme yetisini kaybetmeye başlamasıdır.

Gözlemcilerin belirttiklerine göre, seksist, ırkçı, gücü gücüne yetenci Trump’un Beyaz Saray’a yerleşmesiyle sonuçlanan sürecin, en belirleyici niteliği toplumsal bölünmüşlüğün gittikçe tırmanmasıdır. Bu tırmanışın nerede duracağını şimdiden söylemek mümkün değilse bile, sistemin kendi kurumsal dengeleriyle kontrol mekanizmalarının gücünün çözülmeyi engelleyeceği umudunun henüz tümden sönmediğini ileri sürmek yanlış olmasa gerek.

Trump’ın seçimini sistemin iflası olarak niteleyen görüşün de açıklamaktan aciz kaldığı en önemli husus, sistemden umudu kesenlerin yerleşik düzenin temsilcisi olarak gördükleri Hillary Clinton’ı saf dışı ederken, neden Bernie Sanders misali, düzenin antitezini önerene değil de, düzenin en egoist, en saldırgan, en fırsatçı örneğini oluşturana iltifat ettikleridir.

Bu durum halkın, kurumları laçkalaşmış, önerileri geçersizleşmiş sisteme olan itirazı, onun alternatifini yaratmak yerine, onun yıkıntısını baş tacı etmesi sonucunu doğurmaktadır.

***

Donald Trump, seçim kampanyası boyunca, güçlü Amerika imajını öne sürmüş, bir tür Amerikan rüyası savunuculuğu yapmıştır.

Trump’ı izlerken, aklıma Amerikan rüyasının büyük savunucusu ve dünya sinemasının en beğenilmiş isimlerinden olan Frank Capra (1897-1991) geldi.

Frank Capra filmlerinde, düzen eleştirisi yapıyormuş gibi görünür ama filmlerin sonunda Amerikan rüyasının, çalışkanlık, dürüstlük, aile sevgisi, dayanışma, merhamet gibi öğeleri devreye girer, neticede hep kötüler kaybeder, iyiler üstün çıkar, Amerikan rüyası hep galip gelir.
Frank Capra filmlerinde yüceltilen Amerikan rüyası gerçekten çok masal mıdır?

Bu husus tartışma götürür.

Ama kesin olan bir şey var ise o da gaddar fırsatçı, seksist, ırkçı, ötekileştirici Trump’ın sunduğunun Amerikan rüyası değil de, bir Amerikan kâbusu olduğudur.

Her neyse, herkesin kâbusu kendine...




Not : Bazi bolumleri çok onemli buldugumdan ben altini çizdim. Erpuyan
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 20 Nov 2016 1:07    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Rahşan Ecevit’e saygı

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 19 Kasım 2016




KKTC’nin kuruluş yıldönümünde Ankara’da verilen resepsiyonda, Merhum Başbakan “Kıbrıs Fatihi” Bülent Ecevit’in 93 yaşındaki eşi Rahşan Ecevit’e yapılan muamele Sözcü’de haber oldu. Haberde belirtildiğine göre, KKTC’nin kuruluş yıldönümü dolayısıyla, Ankara Swissotel’de verilen resepsiyona davet edilen Rahşan Ecevit, gece sonunda, salondan ayrılıp asansöre doğru yöneldiği sırada, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar’ın korumaları tarafından, komutanın asansöre bineceği gerekçesiyle engellenmek istenmiş, Sayın Rahşan Ecevit’in asansörden inmemekte direnmesi üzerine korumalar ısrardan vazgeçmek zorunda kalmışlardır.

Haberde ayrıca, salonda özel bir bölümde kurulan ve KKTC Büyükelçisi, Başbakan yardımcısı Nurettin Canikli ve Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın baş başa yemek yedikleri masaya Rahşan Hanım’ın davet edilmediği vurgulanıyor.

Belki de bu haberi okuyanların bir bölümü “bunda bu kadar büyütecek ne var” diyebilir. Nihayet Başbakan Yardımcısı, KKTC Büyükelçisi ve Genelkurmay Başkanı’nın birlikte yemek yedikleri masada eski başbakanlardan birinin eşinin de bulunması protokole göre zorunlu değildir ve bu tür davetlerde protokol neyi gerektiriyorsa, onun yapılması esastır. Asansör olayına gelince, fazla uzatmaya gerek yoktur, çünkü korumalar işgüzârlıklarında direnmemişler ve sonunda Rahşan Hanım asansörden inmemiştir.

***

Bu yoruma katılmak mümkün değil. Yaşamı boyunca eşinin siyasal etkinliklerinde aktif olarak yer almış olan Rahşan Hanım da tıpkı Bülent Bey gibi dürüstlüğü ve saygınlığı hiçbir zaman tartışma konusu bile edilmemiş bir hanımefendidir. Ayrıca Bülent Bey’in Kıbrıs konusunda çok özel konumu dolayısıyla da Bülent Ecevit’in eşi olarak Rahşan Hanım’ın o gece orada durumu çok farklı olmalıydı. Geleneksel terbiyemizin ve toplumumuzda köklü olduğu ileri sürülen vefa duygusunun gereği, Rahşan Hanım’a özel bir özen gösterilmeli, protokol gerektirmese bile bu tür formaliteler aşılarak, kendisi onur masasına davet edilmeli, salondan ayrılırken de Büyükelçi, Bakan veya Genelkurmay başkanından biri, belki de hepsi tarafından asansöre kadar geçirilmeliydi.

Saygı, vefa ve devlette devamlılığın gereği yapılması gerekenler bunlardı.
Ama yukarıda saydığımız bütün kavramlar, artık günümüzde önemini yitirdiklerine göre, resepsiyonda Sayın Rahşan Ecevit’in başına gelenlerde şaşılacak bir yön yoktur.

Unutmamak gerekir ki, Bülent Bey’in toplum tarafından Kıbrıs Fatihi olarak ilan edildiği 1974 Türkiye’si ile 2016 Türkiye’si devamlılığı olan aynı ülke değildir.

Bugünün Türkiye’sinde, 1974 Türkiyesi’nin kavramları, değerleri geçerliliklerini yitirmişlerdir.

Bu durum toplumsal belleğin nisyan ile malul olmasının ürünü bir unutkanlığın neticesi değil.

Eski Türkiye’ye ait ne varsa, bilerek, isteyerek, hoyrat, nobran bir baskıyla, unutturulmuş ve hatırlatmak isteyenler de zorla susturulmuştur.

***

Bülent Ecevit döneminin bütün değerleri de unutturulanlar arasındadır.
Unutulanlardan biri de bugünün düzeninin BOP girişimi sırasında araziyi Washington’ın istendiği hale sokmak için hazırlanmış Bülent Ecevit’ten kurtulma operasyonu için ABD tarafından dizayn edilen modelin ürünü olduğudur.

Bu gerçeği anımsayanlar, Rahşan Hanım’ın da bütün eski dönemin değerlerinin de maruz kaldıkları muamelenin nedenini gayet iyi anlamaktadırlar.

Artık eski değerlerin istiskal edilmesi, omuz atılarak devrilmesi, ayaklar altına alıp çiğnenmesi dönemine girmiş bulunuyoruz.

Eskiden dayanıp da ayakta kalabilmiş olan ne varsa akıbeti bu olacaktır.
Çünkü eskiden kalanlar iktidarın “bizden” diye kabul ettiklerinden değildir.
Bugünün iktidarı için “bizden” olmayanlar makbul değildir. En iyileri bile ikinci sınıftırlar.

Baksanıza bu birinci, ikinci sınıf ayrımı artık şehitler için bile geçerli!

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Déc 2016 10:53    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Böyle kolay kanan her şeye müstahak

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 01 Aralık 2016




25 Kasım tarihli Hürriyet’in 25. sayfasında Ertuğrul Özkök’ün “Ne Güzel Geceydi O Ne Güzel Bir Umuttu” yazısını okuyunca, hayretten küçük dilimi yutayazdım.

Özkök bu yazısında, 3 Ekim 2005 günü başlayan Türkiye - AB üyelik müzakerelerinin önünün açılmasından bütün Türkiyen’in, hatta Türkiye’nin komşularının duyduklarını ileri sürdüğü sevinci, nasıl paylaştığını anlatıyor.
Özkök yazısında sevinç gecesi olarak nitelediği ama tarihini vermediği gece sırasında Abdullah Gül’ün hepimizin başbakanı olduğunu, Tayyip Erdoğan’ın da AKP Genel Başkanı olarak, AB üyeliği konusundaki ısrarı ile hepimizin gönlünde taht kurduğunu söylüyor.

Yazıda “büyük sevinç gecesi!”nin tarihi verilmediği için müzakere sürecinin başladığı 3 Ekim 2005’in mi, yoksa Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye ile üyelik sürecini olumlu karşılayan önergeyi büyük çoğunlukla onayladığı, parlamenterlerin, ellerindeki “Yes” “Oui” “Ja”, “Si”, “Evet” yazılı pankartları kameralara sallayarak, gösteri yaptığı günün gecesi mi, ya da AB ile Başbakan Erdoğan başkanlığındaki Türk heyetinin müzakere süresinin başlaması konusunda anlaşmaya vardıkları 17 Aralık 2004 gecesi mi kastediliyor belli değil.

Ama yazar bütün ülkenin Brüksel’den gelen haberi beklediğinden söz ettiğine göre, 17 Aralık 2004’ü kastediyor olsa gerek.

***


Hemen belirtmek isterim ki, bu olaylardan hangisini kastediyor olursa olsun, o sıralarda Abdullah Gül’ün başbakanlık dönemi sona ermişti ve Başbakan Tayyip Erdoğan idi.

Ertuğrul Özkök’ün belleğinin azizliğine kurban gitmesinin sonucu olan yanlışının pek önemli olmadığı söylenebilir.

Ama, uzun süre Hürriyet’i yönetmek gibi önemli görevlerde bulunmuş yılların gazetecisi Ertuğrul Özkök’ün Türk halkının kandırılmasını amaçlayan bir algı operasyonunu bu kadar kolayca yutup onun bir parçası haline gelmiş olması son derece vahimdir.

Tayyip Erdoğan’ın 17 Aralık 2004’te Avrupalı liderlerin önüne koydukları ve müzakere sürecinin tam ve eşit üyeliğe varmayacağını tescil eden belgeyi imzalamasının, aslında tam üyeliğe yürüme sürecini başlatmadığı, tam tersine bundan feragat anlamını taşıdığı konusunda uyarıldığını, ama gerçek amacı AB’ye tam üyelik olmayıp müzakere sürecinin sağlayacağı elverişli ortamda ülkedeki dengeleri allak bullak ederek, gizli gündemi rejim değişikliğini yaşama geçirmek olan Tayyip Bey’in tüm uyarıları kulak arkası ederek, serbest dolaşım konusu dahil kalıcı derogasyonları kabul ederek, üyeliğin önünü kapattığı aşikâr olan sürece balıklama daldığını 22 Kasım Salı günü bu köşede yayımlanan “Oyun bitti” başlıklı yazıda belirttiğim için, tekrarlamaya gerek görmüyorum.

Burada altını bir kez daha özenle çizmek istediğim husus, oynanan oyunun tek taraflı olmayıp iki yönlü olduğudur.

***

Bu gibi halkı yanıltmaya yönelik algı operasyonları, politikacıların tek başlarına yürütebilecekleri şeyler değildir.

Bu aldatmaca girişiminin başarıya ulaşabilmesi için, medyanın da işbirliği şarttır.

Geçen zaman içinde Avrupa ülkeleri medyalarında yayımlanan haberler ve yorumlara bakıldığında bu güçlerin kandırmanın fark edilmesini sağlayacak her şeyi yaptığını görüyoruz.

Bizim basının tutumu konusunda bir fikir edinmek için ise Ertuğrul Özkök’ün söz konusu 25 Kasım 2016 Cuma tarihli yazısına bakmak yeterlidir.

Yazıda anlatılanlar, Özkök’ün algı operasyonu oyununa bütünüyle dahil olduğunu gösteriyor.

Burada soru Özkök’ün bu oyuna bilerek mi dahil olduğu, yoksa kandırılarak mı alet olduğudur.

Ertuğrul Bey’in zekâ düzeyi ve tecrübesi göz önünde bulundurulduğunda, ikinci olasılık bana zayıf görünüyor.

Bir an için kandırıldığını düşünsek bile, yine de sonuç değişmiyor. Çünkü ister toplumun çoğunluğu olsun, ister gazetecisi bu kadar kolay kandırılan herkes, başına gelen her şeye müstahaktır.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 09 Déc 2016 1:33    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


‘Reis’in zaafı ve tehlikeli gücü

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 08 Aralık 2016




Çevremizde olan biteni, sürekli içimizi rahatlatacak, kendimizi kandıracak biçimde yorumlarsak, hayat bize hoş olmayan sürprizler sunar hep.
Son kriz sırasında olanları, iki şekilde okumak mümkün.

Birincisi Reis’in kendi öz düşüncelerini yaşama geçirdikçe, umarsızlığının gittikçe daha göze çarpar biçimde ortaya çıkmış olduğu sonucuna götürür bizi.

Gerçekten de Tayyip Bey’in faiz takıntısı, halka dolarlarını TL’ye çevirme çağrısı, günümüzün sorunlarına, geçmişin hükmü kalmamış reçeteleri ile umar arama çaresizliğinin kanıtlarıdır.

Esnaf ekonomik düzeninin, o zaman ve zemin için geçerli ve yararlı olan, geçmişin avuntusuna sığınarak yaşamanın aldatıcı rahatlığına teslim olmuş geniş toplulukların kulağına hoş gelen çözümlerine saplanıp kalarak, ilerisine geçememek, Reis’in en büyük zaafıdır.

Bu gerçeği bir kez kabul ettikten sonra, yurdun dört bir yanında, esnafın Reis’in önerisine dört elle sarılıp, büyük çapta dolarını TL’ye çevir kampanyasına katılması olayını izlerken de yalnızca bundan bir şey çıkmaz okumasına saplanıp kalmak da yanlış olacaktır.

***

Fransız halkının birliğini yeni sağlamış Almanya karşısındaki ağır 1870 yenilgisinin ardından, galiplerin dayattığı çok ağır tazminatı varını yoğunu feda ederek, herkesi şaşırtacak kadar kısa sürede ödemesindeki özverinin “Belle Epoque” diye adlandırılan, parlak dönemi yaratmış olması örneğinin de gösterdiği gibi, halkın birleşip bütünleşmesinin bunalımların aşılmasında, krizin fırsata dönüştürülmesinde büyük katkısı vardır.
Geniş bir kesimin katıldığı dolarını bozdur kampanyasının, umar içermese dahi Reis’in, halkı peşinden sürükleme gücünün kanıtı olduğunu kimse yadsıyamaz.

Reis’in, bunca olaya karşın hâlâ geniş toplulukları kendi peşine katıp, istediği hedeflere sürükleyebilmek olan büyük gücünün siyasi, sosyal ve ekonomik krizlerin aşılmasında çok büyük etkisi olduğu kesindir.
14 yıllık iktidarında Reis bu gücü hep elinde tutmuştur.

Reis’in çağdaş sorunlara çözüm üretmekteki umarsızlığını, yani siyasetteki zayıf yanını görürken gücünü de görmezden gelmemek gerekir.
Þili’deki 1973 Pinochet darbesinden Fransa’ya kaçarak kurtulan Sergio Ortega’nın zaman içinde yalnız Þilililerin değil, bütün Latin Amerika’nın, hatta dünyanın umut sloganı haline gelmiş bir dizesi şöyle der: “El pueblo unido Jamas sera vencido” (birleşmiş, bütünleşmiş halk hiçbir zaman yenilmez).

Yaşananlar, umut sloganı haline gelmiş olan bu dizenin evrensel bir gerçeği yansıttığını kanıtlamıştır.

Reis’in siyasal yaşamı da onun bu gücü seferber etme yeteneğinin olduğunu gösteriyor.

Hoşumuza gitse de gitmese de bu böyledir.

Ama Reis’in siyasal yaşamı aynı zamanda onun bu gücünün çok tehlikeli olduğunu da kanıtlamış bulunuyor.

***

Birleşmiş halkın gücü, özgürlükçü, demokratik hedeflere yönelik olduğu ve çağın gereklerine uygun, gerçekçi yöntemlerle harekete geçirildiği zaman yenilmezliğe yönelir.

Ama topluluğun gücünü demokratik özgürlükçü hedeflere yöneltemediğiniz ya da dinamizmini geçerli yöntemlerle kullanmadığınız takdirde, umarsız ve öfkeli, aynı zamanda da, kontrolsüz bir gücü harekete geçirirsiniz. Hele hele, bütün özverilere karşın umarın sağlanmamasının hayalkırıklığının, yanlış hedefler yaratması halinde bu güç öylesine bir hale gelir ki artık onu harekete geçirenin de durdurması veya yönlendirebilmesi mümkün olamaz.

Reis’in büyük siyasal gücü, geçerli çağdaş reçeteler oluşturamama zaafıyla birleşince, yıkıcı, yok edici bir potansiyele dönüşme tehlikesini her zaman içinde taşımaktadır.

Bu durumda, Reis’in zaafının mı, yoksa gücünün mü toplumsal açıdan daha tehlikeli olduğunu söyleyebilmek gerçekten çok zor.



.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 10 Déc 2016 23:25    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Dünyanın en yalnız adamı: Reis

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 10 Aralık 2016




Beşiktaş’ın Gezi Direnişi’nden sonra, Siyah-Beyazlı camianın dışında kalanların da, hatta futbol ile uzaktan yakından ilgisi olmayanların da, sempatisini toplayan Çarşı Grubu’nun “Çarşı, her şeye karşı” sloganı, bana son zamanlarda Tayyip Reis’i anımsatıyor.

Sorabilirsiniz şimdi, Gezi Direnişi’nden sonra, “Reis’in can düşmanları listesine dahil edilen ‘Çarşı’ ile ne benzerliği olabilir” diye. Benzerlik Reis’in de, Çarşı gibi, her şeye, hatta daha ileri giderek herkese karşı olmasıdır.

Gerçekten Reis, parlamenter sisteme, kuvvetler ayrılığına, yargı bağımsızlığına, basın özgürlüğüne temel hak ve özgürlüklerin her türlü güvencesine, kendi kişisel hegemonyası dışında her şeye, ama her şeye karşıdır.

Bu her şeye karşıtlık, kaçınılmaz olarak herkese karşıtlığı da dönüşerek dış politikaya da yansımaktadır.

Reis “Reisleşme süreci”nin gelişmesiyle birlikte, dış politikada herkese karşı bir konuma girmiş bulunmaktadır.

***

Reis, kendisini temel hak ve özgürlükler, yargı bağımsızlığı, basın özgürlüğü konularında sıkıştıran AB’ye karşıdır.

Reis, Þanghay İşbirliği Örgütü’ne başvurarak, NATO’ya karşı bir konuma düşmüştür.

Reis, Mısır’da Sisi iktidarını destekleyen ABD’ye karşıdır. Reis, ABD’ye ayrıca, bölgede PYD’yi desteklediği için bir kez daha karşıdır.

Reis, Suriye’de Esad’ın varlığına karşıdır. Bu ülkeye “zalim Esad’ı devirmek için” girdiğini açıklamış bulunmaktadır.

Reis, bu politikasıyla, Suriye’de Esad’ın varlığını politikasının temel taşı haline getirmiş olan Putin ile de karşı karşıya gelmiş durumdadır.

Ankara’nın Sovyet uçağını düşürmesinden sonra dibe vuran ve Türkiye’nin milyarlarca dolar zarara girmesine yol açan ilişkiler, daha sonra Türk tarafının özür dilemesi üzerine düzelme yoluna girmişse de tam olarak eski düzeyine varmış değildir.

Fırat Kalkanı operasyonunu yürüten Türk güçlerinin saldırıya uğraması olayını Rusya üstlenmemektedir, ama orada Suriye’nin de, Rusya’nın izni olmadan böyle bir işe tevessül edemeyeceği herkesin malumudur. Bu durum da, Reis’in Esad takıntısının kendisini nasıl Putin ile karşı karşıya getirdiğinin ve bu karşıtlığın ne gibi sonuçlara yol açabileceğinin göstergesidir.

İktidar dönemine, ABD projesi BOP’un eşbaşkanı olduğunu ilan ederek başlayan Reis’in artık bölgedeki Amerikan planları içindeki yeri, ikinci plandadır ve o konumundan da gittikçe uzaklaşmaktadır.

Oysa Reis’i iktidar yapan ve kişisel gücünü gittikçe artırarak Reis konumuna getiren etkenler, kendi üzerinde dünyanın geniş kesiminde oluşan mutabakat ve sağlanan destekti.

Reis, Reis olmadan önce, ABD ve Avrupa tarafından dünyaya örnek olarak gösterilen bir modeldi.

***

Tayyip Erdoğan’dan Reis’e giden yol, dış politikada desteklere sahip olan ve örnek gösterilen liderden dünyanın en yalnız adamına giden süreçtir aynı zamanda.

Þimdi soru tek başına kalmış olan Reis’in bu konumuyla iktidarını sürdürüp sürdüremeyeceğidir.

Bu soruya yanıt ararken, Reis’in dış politikadaki yalnızlığına karşın içeride halkın yarısı civarında bir desteğe sahip olduğunu unutmamak gerekir. Üstelik bu yüzde elli desteğin, bir bölümü Reis’e kayıtsız şartsız biat eden sağlam çekirdektir.

Ayrıca Reis daha ilk iktidara yürüdüğü günden beri, her kritik dönemeçte MHP lideri Bahçeli’nin koşulsuz desteğini yanında bulmuştur.
Çağımız dünyasında da, her şeye karşın iktidarların yazgıları iç dinamikler tarafından belirlendiklerinden, Reis’in sultasını sürdürebileceği söylenebilir.
Ama acaba öyle midir?

Sürekli sıcak dış kaynağa ihtiyaç duyan, vahim bir ekonomik krizin eşiğinde olduğu dönemde iç savaş boyutuna yaklaşan bir etnik çatışma ile birlikte bölgesel savaşa, yani Ortadoğu batağına bulaşmış olan Reis bütün dünyaya tek başına karşı koyarak, iktidarını sürdürebilir mi?


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 12 Déc 2016 1:37    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Dindar ve kindar nesil nal topluyor

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 11 Aralık 2016



OECD tarafından her üç yılda bir düzenlenen fen, matematik ve okuma alanlarında uluslararası öğrenci değerlendirme raporu PISA 2015 sıralamasında, Türkiye, her üç alanda da OECD ortalamasının altında kalmış bulunmaktadır.

PISA 2015 Türkiye’nin 12 yıl önce, yani 2003’te almış olduğu puanların da altına düşmüş olduğunu da gösteriyor. PİSA sonuçlarının ortaya serdiği gerçekler şunlar:

- Türkiye’nin eğitim seviyesi OECD ortalamasının altındadır.

- Türkiye’de eğitimin seviyesi, yükselmemekte, bilakis yıldan yıla düşmektedir.

- AKP’nin iktidara gelmesinden bu yana düzey düşüşü ivme kazanmış bulunmaktadır.

- Eğitimin, son 12 yılda ivme kazanmış olan düşüşü, hem kendi içinde, hem de OECD ülkeleri ortalamasıyla kıyaslandığında, AKP’nin Milli Eğitim politikası ülke çıkarları açısından son derece zararlı olmuştur.

***

Hemen belirtmek isterim ki, bu noktaya bilerek, isteyerek, büyük çabalar harcayarak gelinmiştir.

Sonuç, AKP iktidarının temel taşlarından biri olan “eğitim karşı devrimi”nin ürünüdür.

Köhnemiş ve çökmüş Osmanlı’dan, perişan bir ekonomi devralan Cumhuriyet, sanayii olmayan, harap, köylü ülkede kalkınmanın motor gücü burjuvazi ve işçi sınıfı yokluğunu eğitim seferberliğiyle gidermeye çalışmıştır.

Cumhuriyetin seferberliğinin, Osmanlı’nın kendisinden önce başlattığı seferberlikten değişik yanı, ezbere dayalı değil, sorgulayıcı tartışmacı ve karma, yani laik ve aydınlanmacı olmasıydı.

Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, laik, aydınlanmacı kuşaklar yetiştirmek isteyen Cumhuriyet, bu eğitim seferberliği sayesinde başlangıçta büyük başarılar kazanmıştı.

Eğitimde elde edilen sonucu, eski bakanlardan, uluslararası alanda, Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı’na kadar yükselen Atilla Karaosmanoğlu’nun “Tüm öğrenimimi Cumhuriyetin Milli Eğitim kurumlarında yaptım ve bu bana bütün uluslararası görevlerimde yeterli oldu” sözleri çok güzel açıklamaktadır.

Bu olguyu, Cumhuriyetin kurucuları kadar onun kazanımlarını ortadan kaldırmak isteyenler de çok iyi kavramışlar ve Cumhuriyete saldırılarını o cephede yoğunlaştırmışlardır.

Onların amaç ve stratejileri Cumhuriyetin kazanımlarını, geldikleri kapı olan laik Milli Eğitim yoluyla geri göndermekti.

Eğitim seferberliğinin başlangıç aşamasındaki sağlamlığı, tartışmacı, sorgulayıcı, karma, laik eğitime yönelik saldırıların sonuç vermesinin uzun zaman almasına neden olmuştur.

***

Çok partili yaşamın daha ilk adımlarında başlayıp zamanla ivme kazanan saldırı, AKP iktidarı sırasında amacına ulaşmıştır.
Tartışan, sorgulayan, fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür Cumhuriyet kuşakları yerine AKP, “dindar ve kindar nesiller” yetiştirmeye koyulmuş, Milli Eğitim’in yapısını ona göre düzenlemiştir.
Ve bu dindar, biatçı nesil şimdi uluslararası alanda nal toplamaktadır.
Olay bundan ibarettir.

Sorgulama, yerine biat kültürüyle yetiştirilmiş bir ümmetin ülkesi demokrasi, bilim, sanat ve ekonomi, kısacası her alanda nal toplamaya mahkûmdur.

İşin en vahim yanı ise cahil toplumun, cehaletin karanlığından kurtulma iradesine de sahip olamayacak olmasıdır. Çünkü cehaletin yapısı kendi varlığından değil şikâyetçi, haberdar bile olmaz. Ancak bilgi ve bilinç cehaletten şikâyetçidir ve her zaman daha fazla bilmek, öğrenmek ister.
Durum böyle olunca da, cahil toplumlar, her alanda nal toplama sarmalına girerler.

Korkarım ki, Türkiye’nin gelecekte bir avuç kalacak olan bilinçli insanları, Yahya Kemal’in “Sessiz Gemi”sini, “Cahil gemi” olarak değiştirip şu şekilde terennüm edeceklerdir:

Artık demir almak günü gelmişse çağından
Cehalete giden bir gemi kalkar bu limandan
...
Birçok gidenin her biri memnun ki yerinden
Birçok seneler geçti, vazgeçen yok cehaletinden


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 16 Déc 2016 11:24    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Ismarlanmış nefret

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 15 Aralık 2016




Pazar ve pazartesi günü maçları izledim. Halkın, İstanbul ve Ankara’da statlardaki görevlilere gösterdikleri ilgi, sevgi, son terör olayında, şehit düşen ve gazi olanlar için duyulan derin ve içten acının ifadesiydi. Aile ve dost sohbetlerinde de durum aynıydı.

Bana sanki, duyulan acı her defasından daha da büyüktü gibi geliyor deyince karım itiraz etti:

- Sana her sefer öyle geliyor.

Belki de haklıdır. Ama o bir yandan bana bunları söylerken, ölenler için gerçekten gözyaşı döküyordu.

Her yerde görülen o ki toplum şehitlerine ve gazilerine derinden yandı, onların arkadaşları olan görevli polisleri içtenlikle kucakladı.
Doğru olanı da buydu.

Kör ve hain terör, din, dil, etnik köken, uğraş, dünya görüşü, siyasi parti ayrımı yapmaksızın herkesi birlikte vuruyor.

Terör toplumsal bir musibet, toplumsal bir felakettir.

Atalarımız, bir musibet bin nasihatten evladır, demişler. Ulus devlet kavramının 19. yüzyıldaki öncülerinden Ernest Renan da, ulus harcının oluşmasında kimi zaman büyük toplumsal acıların, zaferlerden bile daha birleştirici, bütünleştirici etkileri olduğunu ileri sürer.

***

Yani kimi zaman toplumsal felaketler, yengilerden de daha büyük zaferlere dönüşebilmektedirler.

Bunun örneklerine tarihte çok rastlamak mümkündür. Biz de son olarak 1999 depremi sonrasında halkın kenetlenmesi ve insanların birbirlerinin yardımlarına koşmaları olayında bu olgunun örneğini yaşadık.
Ama her toplumda her zaman olaylar böyle gelişmiyor, hatta tam tersi bile olabiliyor. Yani kimi yerde felaket zafere dönüşürken, kimi yerde de zaferler bile hiçbir anlam taşımıyor.

Burada belirleyici öğe toplumun birleşme bütünleşme iradesi oluyor.
Þimdi böyle bir yol ayrımındayız.

Terörün doğurduğu acılar, toplumda büyük bir kaynaşma havası oluşturdu, tabii bunun yanı sıra da çok büyük bir öfke...

Þimdi bütün sorun, toplumun hangi yana meyledeceğidir.

Yaşadığı büyük acı, masum insanların hiç de hak etmedikleri akıbet karşısındaki hep birlikte haksızlığa uğramışlık duygusu, toplumu birleşmeye, kucaklaşmaya, bütünleşmeye sevk edebilecek mi acaba?
Eğer böyle olabilirse terör en büyük bombayı patlattığına sevindiği anda en büyük şamarı yiyecek, terörün hedef aldığı toplum birleşmiş bütünleşmiş bir halk olarak, yenilmezliğini kanıtlayarak en büyük zaferi kazanacaktır.

Yok eğer, bilinçsiz ve kontrolsüz öfkesi üstün gelirse, bir kin ve nefret topuna dönüşerek terörün amacını gerçekleştirecektir.

***

Bütün göstergeler, ikinci olasılığın gerçekleşmesine doğru gittiğimiz yönünde.

Devletin bakanları, resmi ağızları intikam istiyor (bu konuda Tayfun Atay’ın dünkü Cumhuriyet’te yayımlanan enfes yazısını mutlaka okuyun derim), en yüce makam merhametsizlik tavsiye ediyor, devletin okulunda, devletin öğretmeni, körpe fidanların eline, darağacı ipleri tutuşturuyor.

Toplum hızla bir kin, nefret ve intikam tutkusu çukuruna doğru itiliyor.
Toplumun her kesiminde kin ve nefret egemen olmuş durumdadır artık.
Bu bilerek, isteyerek, inceden inceye planlanıp kışkırtılarak, yukarıdan ısmarlanmış bir nefrettir.

Vatandaş iktidarın ısmarladığı bu nefreti oluşturup geliştirerek etrafa saçmakla kalmayıp, ona kendi katkısını da eklemekte, durumdan vazife çıkararak onu daha da yaygınlaştırmaktadır.

Ismarlanan bu nefret dalga dalga yayılmakta, yurdun dört bir yanında parkta yürüyüş yapan gebe kadına darp, otobüste şortla yolculuk yapan hemşireye tekme, Tophane’de, Cihangir’de sergide içkisini yudumlayan insana yumruklu saldırı, Fazıl Say konserine satırlı baskın şeklinde tezahür etmekte.

Bu ısmarlanmış nefret terörün kendisinden bile daha tehlikeli, giderek yıkıcıdır.

Artık insanları yıldırıp sindirmek, toplumu birbirine düşman etmek için terörün kurşununa, bombasına ihtiyaç yoktur.

Resmen ısmarlanmış nefret hiçbir iç veya dış şer gücüne ihtiyaç kalmadan felaketi kendi başına yaratmaktadır zaten.



.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 22 Déc 2016 1:59    Sujet du message: Répondre en citant

Terörün amaci nefreti asiri seviyelere çikarip insanlari birbirine girtlatmak ve Turkiye'de amacina ulasacak bu gidisle...


Citation:


Terör ve ‘nefret koalisyonu’

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 20 Aralık 2016




PKK’nin, Dolmabahçe’deki saldırısından bir hafta sonra Kayseri’de gerçekleştirdiği menfur terör eylemi ve sonrasında, hem Kayseri’de hem de ülkenin diğer kesimlerinde sokağa yansıyan tepkiler, artık birbirinden farklı, ama doğuracakları sonuç kaçınılmaz olarak aynı olan iki tip terörist olduğu gerçeğini gözler önüne serdi.

İlk tip terörist PKK militanları arasından devşirilmektedir. Amaçları belli eylemler koyuyorlar; eylemleri birer, kimi zaman da son olayda olduğu gibi birden fazla mesaj da içeriyor. Soğukkanlı davranıyorlar. En büyük itileri olan yüreklerindeki nefreti kökleştirmek için, beyinleri yıkanmıştır. Yalnız etnik ayrımla güdülenmiş değillerdir, saplantılarına karşı duranları, ister Türk olsun ister Kürt, yok etmeye hazırdırlar.

Amaçları Türkiye’yi parçalamaktır. Bunca cana ve kana karşın, bugüne kadar yaşananlar, terör yoluyla bu amaçlarına ulaşamayacaklarını kanıtlamıştır.

Hendek eylemleri de onlar açısından hüsranla sonuçlanmış, eylemli kalkışma projesi de bölgede halkın destek vermemesiyle akim kalmıştır.
Bu durumda PKK’nin elinde kala kala toplumu nefret duygularıyla bölüp parçalayıp, birbirine karşı hale getirmek seçeneği kalmıştır ki buna da tek başına ulaşması mümkün değildir.

***

İşte tam bu noktada, PKK teröristinin yardımına koşmak üzere devreye ikinci tip terörist giriyor. O da birincisi gibi nefretle güdüleniyor ve kendi görüşü, davranışı dışındaki herkesi düşman görüyor, “katli vacip” kabul ediyor. Onun nefreti de ısmarlanmış ve öğretilmiş bir nefrettir.
Bu ısmarlanmış nefret PKK teröristinin nefretiyle kışkırtılıp harekete geçiriliyor, sokaklara taşıyor. O da insanları, korkutma, sindirme, kendi dünya görüşüne ram etme amacına yöneliktir.
Bu ikinci tip terör kendisini harekete geçiren, birinci terör ile birleşince birincinin tek başına başaramadığını başaracak, Türkiye’yi nefret kamplarına bölecek, yarılmayı sağlayacaktır.
Burada en çarpıcı olan husus, bu terörün faillerinin hiç de bu sonucu istememelerine karşın, bu sonucun sağlanmasına PKK’den daha etkin olmalarıdır.

PKK’nin Kayseri’deki son terör eyleminin hemen ardından, bu terör Kayseri sokaklarında boy göstermiş, dalga dalga da yurdun dört bir yanına da yayılmıştır.

Daha eylemin gerçekleştiği gün, bir bölüm CHP Gençlik Kolu üyesinin Kayseri sokaklarında saldırıya uğramaları ve linç tehdidiyle karşı karşıya kalmaları, ülkeyi yalnız Türk-Kürt tabanında değil, parti tabanında bölme sonucunu da doğurabilecek vahim bir gaflet örneğidir.

Ülkedeki son gelişmeleri kaygıyla izleyen kimi yurttaşlarımız öngördükleri bu gelişmeler karşısında hiç de şaşırmamışlardır.

Çünkü Türkiye’de son günlerde safları sıklaşmış olan “nefret koalisyonu” gittikçe tırmanan nefret söylemleriyle, her patlamaya hazır bir ortam yaratmıştır.

***

Yetkililer bu duruma bir an önce son vermek üzere acil ve yoğun bir kampanyayı başlatmalıdır.

Her şeyden önce, terör sorunu ile Kürt sorununu birbirinden ayırmak şarttır.

Bütün Kürt yurttaşların PKK ile bir tutulmaması gerektiği, halka, devletin en yüksek makamları tarafından anlatılmalıdır.

Her Kürt’ün potansiyel bir PKK’li olmadığı, böyle bir yanlış algının ancak PKK’nin ekmeğine yağ süreceği görülmeli ve gösterilmelidir.
Teröre bulaşmamış, sivil Kürt örgütlerinin terörün kucağına itilmesi sonucunu doğuracak girişimlerden kaçınıp, bunların siyasetin içinde kalmalarını sağlayacak önlemler alınmalıdır.

Bütün bu gerçeklerin görülüp, mırıldanırcasına yapılmış yarım ağız açıklamaların ötesinde derhal harekete geçmenin zamanı gelmiştir. Bu kararın acilen verilmesi, enerjik tedbirlerle yaşama geçirilmesi gerekir. İkinci tür teröre de müsamaha edilmeyeceğinin net biçimde anlatılması için bir an önce harekete geçilmediği takdirde olayları önlemek imkânsızlaşacaktır.

Nefret koalisyonu durdurulamazsa, PKK terörü amacına ulaşacaktır.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 30 Déc 2016 21:44    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Meğer neyin eşbaşkanlığıymış ?

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 29 Aralık 2016




Fırat Kalkanı operasyonu sürerken iktidar medyadan rahatsız. Nitekim Türk askerlerinin IÞİD tarafından diri diri yakıldığını gösterdiği iddia edilen görüntülerin sosyal medyada yayımlanması üzerine, sorulan soruları “Bu konuda teyit edilmiş bilgi yok” diye yanıtlayan Hükümet Sözcüsü Numan Kurtulmuş, basına gözdağı vermeyi de unutmamış:
- Medyadaki bazı arkadaşlar da ayaklarını denk alsın!

İktidarın rahatsızlığı yalnızca basınla değil, Cumhurbaşkanı, koalisyon güçlerinden de şikâyetçi. Tayyip Bey daha da ileri giderek, koalisyon güçlerinin teröre destek verdiğini ileri sürüyor.

El Bab’da IÞİD’i dört bir yandan kuşatmış olduğumuzu, buna karşılık koalisyon güçlerinin, başlangıçta teröre karşı birlikte mücadele sözü vermiş olmalarına karşın şimdi DEAÞ da dahil olmak üzere YPG-PYD’yi desteklediklerini, bunların hepsini resimleriyle, fotoğraflarıyla, video kayıtlarıyla belgeleyecek durumda olduklarını söyleyen Tayyip Bey’i savaş alanından gelen bilgilerin IÞİD ile olanları kısmen, PYD-YPG ile ilgili olanları ise tamamen doğruluyor.

IÞİD’in TSK’nin etkin saldırılarıyla sıkıştırıldığı dönemde, koalisyon güçlerinin terör örgütüne yönelik hava saldırıları, insansız hava araçları uçuşları durdurulmuş, böylece IÞİD’in, bütün güçlerini TSK’ye karşı yoğunlaştırılması sağlanmıştır.


***

“Koalisyon güçleri”nden muradın, ABD olduğunu belirtmeye gerek yok sanırım.

ABD, IÞİD’e dolaylı da olsa destek verdiğini inkâr ediyor. Ama PYD-YPG’yi kolladığını yadsımıyor.

Saygı Öztürk’ün Sözcü’deki köşesinde dün yazdığına göre, Türkiye Fırat Kalkanı Harekâtı’na başlarken İncirlik’te yapılan generaller toplantısında Amerikalı komutan, masaya Türkiye sınırının 20 kilometre güneyinden bir hat çizilmiş olan bir haritayı koyarak Türk generallerine şu uyarıyı yapmış:
- Bu çizilen hattın daha güneyine inilmesi doğru değil, bu durumda size İHA’larımız ve uçaklarımızla hava desteği veremeyiz.

ABD bölgede PYD-YPG’nin koridor oluşturmasını desteklediğini hiçbir zaman gizlemedi.

Washington’ın isteği, Türkiye’nin, IÞİD’in yok edilmesinden doğacak boşluğu PYD-YPG tarafından doldurulmasını seyretmesi, Rakka’da Türkiye’nin IÞİD karşısında tek başına savaşarak alanı temizlemesi, sonra da buraya PYD’nin yerleşmesine razı olmasıdır.

Kürt kartı ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi (GOP) projelerinin vazgeçilmezidir. Þimdi PKK’nin uzantısı PYD örneğinde bu gerçek bir kez daha gözler önüne serilmiş.
BOP’un eşbaşkanlığının gerçekte ne anlam taşıdığı da bu vesileyle bir kez daha ortaya çıkmış bulunmaktadır.

Her neyse, bütün bunlar eski defterleri karıştırmak ve BOP eşbaşkanının bugün içinde debelendiğimiz bataktaki sorumluluğunu anımsatmak için değil, ama içinde bulunduğumuz ortamda, asıl ayağını denk alması gerekenin Ankara olduğunu göstermek için anlatılıyor.


***

TSK’nin Suriye’de bugünkü varlığı, sorunlu, riskli ama önemli noktalarda dikkatli davranılması kaydıyla zorunludur.

Bu durumda dikkat edilmesi gereken hususların başında, ancak Ankara - Tahran - Moskova işbirliği neticesinde gerçekleştirilen bu operasyonun, anti-Esadcı, Amerikancı, ihvancı bir politika ile başarıya ulaşamayacağının artık kavranması ve yeni Suriye ve Ortadoğu politikasının bu gerçekler ışığında oluşturulması gelmektedir.

Türkiye’nin müttefiği olduğunu ileri süren ABD’nin, AB’nin de karşı olmadığı Suriye ve Ortadoğu politikası Türkiye’nin birliği ve toprak bütünlüğüyle çelişmektedir.

Bu durumda, Türkiye hem IÞİD hem de PYD-YPG’ye karşı harekâtını sürdürmek zorundadır.

Bu operasyonun çok yüksek maliyetli ve riskli olduğunu, aynı zamanda da Ankara’nın bölgedeki yeni ittifakı sayesinde gerçekleştirildiğini unutmamak gerekir.

Evet, Ankara, Suriye’de ayağını denk almak, hedeflerini doğru belirlemek, yeni durumun gereklerini yerine getirmek zorundadır.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 05 Jan 2017 16:20    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Rüzgâr eken fırtına biçer

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 05 Ocak 2017




Türkiye her tür terörün baş hedeflerinden biri.

İktidar ve destekçileri, büyük bir uluslararası komplo ile karşı karşıya olduğumuzu ileri sürmekte. Adı sık telaffuz edilmese bile bu komplonun ardındaki büyük gücün ABD olduğu, AB’nin de onun dümen suyunda gittiği ima ediliyor. Ortaköy terör saldırısının ardından, Başbakan Binali Yıldırım Washington’ı açık açık itham etti, hatta Obama yönetimini ismen de işaret etti.

İktidar destekçilerine göre, dış güçlerin Türkiye’ye böylesine saldırmaları, güçlenmemizi kıskanıp bu gelişmeden telaşlanmış olmaları.

Bu eski bir teranedir, sağda da terennüm edilir, kimi zaman solda da.
Bir zamanlar, ABD’nin yerine Rusya konurdu. Türkiye’de depremi bile büyük güçlere bağlayacak kadar, akılla izahı olmayan, herkesi düşman gören bu düşüncenin pek hoşa giden sloganı da şudur:

- Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur.

Her telaffuz edildiğinde acı acı güldüğüm bu tekerlemeyi işittiğimde hep şunu mırıldanmışımdır:

- Acaba bunun doğrusu “Türk’ün, böyle düşünen Türk’ten büyük düşmanı yoktur” mu olmalı?

***

Evet, Türkiye, her türlü terörün baş hedefi.

Evet, kimi dış güçler PKK’ye de PYD’ye de destek veriyorlar.

Evet, koalisyon güçleri, ABD’nin Suriye’deki PYD hesapları yüzünden IÞİD ile savaşımızda, kim ne derse desin, yeteri desteği vermiyor.
Bütün bunların gerçek olmasına karşın, yine de Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu terör saldırılarının en önemli nedenlerinin iç etkenler olduğunu görmezden gelemeyiz.

Türkiye hedefi olduğu terörün nedenlerini kendi oluşturan, terör üreten bir ülke. Bu durum terörün bizatihi kendisinden bile daha vahim.
Zaten öyle olmasa terör ile mücadele daha kolaylaşır ve etkili olur, herhangi bir yabancı güç de Türkiye’ye karşı herhangi bir politika oluşturmaya yeltenmeden önce daha çok düşünmek gereğini duyardı.
Çünkü unutmayalım ki birleşmiş bütünleşmiş halklar hiçbir tehdit karşısında eğilmez, hiçbir zaman da yenilmezler.

Ama bugün Türkiye her alanda bölünmüş, parçalanmış bir haldedir.

Bugün ülkemizin insanları birbirlerinden derin nefret uçurumları ile ayrılmış durumdadırlar.

Bu ayrılmışlıklar, her alanda beslenen nefret söylemleriyle daha da keskinleştirilmektedir.

Bu söylemler, bilerek, isteyerek yukarıdan ısmarlanmış, öğretilmiş, kışkırtılmış nefretin ürünleridirler.

Totaliter yönetime can-ı gönülden biat etmeye hazır biteviye, bir toplum isteyen yönetim, kitleleri kendi yanında saflaştırmak için, yaşam tarzını onayladığı kitleleri, onaylamadıkları karşısında kışkırtmaktadır.

Bu kışkırtma öylesine sonuç vermektedir ki Türkiye’de terör saldırılarından sonra, canilere destek verip kurbanlara oh olsun diyenler çıkabilmektedir. İşin daha da vahimi, bunlar kimi zaman Diyanet’in hazırladığı hutbelerle yüreklendirilmektedirler.

***

Bu vahim gelişmeler, Türkiye’yi iç çatışmaların eşiğine getirmiş durumdadır.

Kuşkusuz, iktidarın böyle bir sonucu istediğini söylemek abartılı olur.
Dindar ve kindar kuşaklar yetiştirmeyi hedefleyen iktidar, yalnızca kendi mezhep ve tarikat odaklı politikasına elverişli bir öfke duygusu yaratmak istemekte, bu yönde çağrılar ve söylemler kullanmaktadır.

Ama bu söylem ve çağrılar, tavandan tabana doğru yayılırken, cehalet ve bağnazlık kat sayısıyla çarpılarak, nefrete dönüşmekte ve ortaya kontrol edilemeyen bir şer gücü çıkmaktadır.

Bu gücün iktidara da yâr olmayacağı ve yarın tümüyle kontrolden çıkınca onu da süpüreceği bir gerçektir.

Devletin yargısının bağımsızlığı olsa ve güvenlik güçlerinin oluşturulmasında, hukuka bağlılık ve liyakat ölçütleri ön planda tutulsaydı, bu gücün denetim altına alınması çok daha kolay olurdu.

Ama ne yazık ki, şu anda o durumda değiliz.

O yüzden, bir an önce, nefret söylemlerine karşı, çok ciddi önlemlerin alınması zorunlu.

Unutmayalım, rüzgâr eken fırtına biçer ve o fırtına yarın, rüzgâr ekenleri de götürür.




.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3 ... 12, 13, 14 ... 19, 20, 21  Suivante
Page 13 sur 21

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.