Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.
Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Forums d'A TA TURQUIE Pour un échange interculturel
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 19 Jan 2016 17:14 Sujet du message:
Citation:
Barışçı cesaret
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 19 Ocak 2016
Dünkü Hürriyet’te Mehmet Y.Yılmaz’ın köşesindeki başlık şöyleydi:
“Herkes Erdoğan’a çalışıyor”
Erdoğan, uzlaşmazlığın, buyurganlığın simgesi haline geldiğine göre, başlıktan şu anlam çıkıyor:
“Kimse uzlaşma ve barışa çalışmıyor, her şey uzlaşmazlık lehine işliyor.”
Dünkü Cumhuriyet’te Hatip Dicle, Selin Olgun Tuncer ile söyleşisinde feryat ediyordu:
Ne yazık ki şu anda ufukta masa görünmüyor. Sonra ekliyordu:
Nisan sonuna kadar bu savaşa dur diyemezsek, çok daha fazla alanı kapsayan, metropolleri de içine alan şiddet dalgasıyla karşı karşıya kalabiliriz.
Çare? Çare bir an önce görüşmelerin başlaması için harekete geçmek. Hatip Dicle, o konuda da iyimser değil,
“Hem Habur hem de İmralı heyetlerinde yer almış bir isim olarak Erdoğan’dan randevu alıp konuşmayı düşündünüz mü mü hiç” sorusuna da yanıtı aynen şöyle:
İnanın bu ortamda randevu girişiminde bulunsak ne kendileri “buyurun gelin”diyebilir, ne biz Kürt toplumunun bize göstereceği tepkiyi göze alarak böyle bir talepte bulunabiliriz.
Görüyorsunuz durum hiç de umut verici değil.
***
Peki, barıştan yana olan bizler ne yapabiliriz?
Her şeyden önce barıştan yana olmak ne demek?
Bir kısmına göre PKK’yi “Pe Ke Ke” diye okumak barıştan yana olmaktır; “Pe Ka Ka” diye okuyanlar ise barış karşıtıdır ve tüm kötülüklerin de kaynağıdırlar.
PKK’yi “Pe Ka Ka” diye okuyanlar için de aynı şey tersinden varittir.
Oysa barıştan yana olmanın PKK’yi o ya da bu şekilde okumakla ilgisi yoktur.
Barıştan yana olmak, şiddet ve terör hangi yandan gelirse gelsin karşı çıkmaktır.
“Pe Ke ke” diyenler PKK’den gelen şiddet ve sindirmeyi görmezden gelip ona karşı çıkmadıkları sürece, kendilerini öyle sansalar bile barıştan yana olamazlar. Devletin orantısız müdahalesine karşı çıkarken, PKK’nin hendeklerine, sivil öldürmelerine aynı şekilde karşı çıkmayan “Pe Ke Ke”ciler, ne derlerse desinler, barışçı değillerdir.
Aynı şekilde, hendeklere karşı çıkan “Pe Ka Ka”cılar da devletin orantısız müdahalesine görüş açıklayan bildiri yayımlayanları işten atmasına, içeri tıkmasına karşı çıkmadıkça, kendilerini öyle sansalar bile barıştan yana olamazlar.
Terör ve şiddeti, ister PKK’nin kullandığı türden çıplak silahtan, toptan, tüfekten, bombadan kaynaklansın, isterse iktidarın kullandığı türden manevi cebir dediğimiz, baskıdan türesin, ayırım yapmaksızın, aynı şekilde kınamayan barışçı tavır olmaz.
***
Þiddetin birini kınarken öbürünü kutsamak, ya terörün ya da baskının tuzağına düşmektir.
Bir tarafı bütün doğruların, iyilerin meşheri, öbürünü tüm kötülülüklerin kaynağı gören siyah-beyaz bakış kolaycıdır, aldatıcı bir rahatlık verir, ama barışı sağlayamaz.
Barışa ulaşmak için, olduğunca nesnel davranacak, şiddet ve teröre kendisine yakın hissettiği taraftan geldiği zaman bile karşı çıkacak barışçı cesaret gerekmektedir.
Barışçı, ne yanda olursa olsun barışa karşı olan tarafların her ikisine de “hayır” diyebilecek cesarete sahip olmak zorundadır.
Bu taşınması güç bir cesarettir ve ona sahip olmayanlar tarafından, kolayca korkaklıkla karıştırılabilir.
Barışçı cesareti afili, gösterişli değil, sessiz ve kararlıdır.
Barışçı cesareti, bağırıp çağıran adamlar ortamında fısıldayan kişinin tavrını andırır.
Kimi zaman kararlı fısıldama, boş bağırmalardan daha inandırıcıdır.
Inscrit le: 22 Juil 2008 Messages: 435 Localisation: Paris
Posté le: 25 Jan 2016 2:25 Sujet du message:
Ne o Murat, artik Sirmen okumuyor musun?!!
Citation:
Ali Sirmen
Bu da terör
21 Ocak 2016 Perşembe
Akademisyenler bildirisinin tartışmaları sürüyor.
Bildiri konusunda ne düşündüğümü daha önce yazdım, tekrarlamaya gerek yok. Burada yalnızca bildiride teröre övgü aramanın zorlama olduğunu belirtmekle yetinip cebir, şiddet ve terör kavramı üzerinde duracağım.
Türk Ceza Kanunu’nun “Anayasal düzene karşı suçlar” bölümündeki anayasayı ihlal (madde 309) yasamaya karşı suç (madde 311) ve hükümete karşı suç (madde 312) olarak tanımı verilmiş suçların unsurları arasında hep cebir, şiddet sayılmıştır.
İnsanları belirli davranışlarda bulunmaya zorlamak veya caydırmak üzere, cebir, şiddet kullanarak sindirme olarak tanımlayabileceğimiz terör suçuyla TCK’nin düzenlediği anayasal düzene karşı suçlardaki cebir, şiddet unsurlarının benzerlikleri vardır.
Devletin anayasasını zorla değiştirmek, yasama ya da yürütme organının işlevlerini engellemek için, kullanılacak cebir ve şiddetin amaçla orantılı olmaları gerekir.
Yani üç tabanca, iki tüfek, bir kasatura ile harekete geçildiği takdirde, suçun unsurları oluşmaz. Cebir şiddet unsurunun oluşması için, devletin temel yasasını zorla çiğnemek, organlarının işleyişini engelleme fiiline uygun oranda bir şiddet kullanılmış olmak gerekir.
***
Eylemin amacıyla orantılı güce doktrinde “elverişli vasıtalar” denir.
Eğer, bu maddelerle suçlanan kişiler, elverişli vasıtalar kullanmamışlarsa, tarif edilen suç oluşmamıştır. Nitekim bir zamanlar, bugünkü TCK 309, 311, 312’nci maddelerinin karşılığı olan eski TCK 146. maddesinden idam edilen Deniz Gezmiş ve arkadaşları adli-siyasi bir cinayetin kurbanı olmuşlardır.
Anayasal düzene karşı suçun oluşmasında, elverişli vasıtaların kullanılması konusunda duyarlı olan hukuk düzeni, öte yandan da kullanılan cebirin her zaman top, tüfek, ordu, kolordu düzeyinde kaba kuvvet olmasını da şart koşmaz.
Kaba kuvvet olmaksızın da anayasal düzene karşı suçun unsurları oluşabilir.
Eğer bir kimse veya grup, devletin erkini şu ya da bu şekilde ele geçirdikten sonra, o gücü kullanarak, anayasayı ihlal edip devletin organlarının erklerini kullanmalarını engelliyorlarsa, aranan cebir, şiddet unsuru gerçekleşmiş olur. Burada söz konusu olan manevi cebirdir.
***
Aynı şekilde bir eylemin terörist eylem sayılabilmesi için de insanları sindirmek amacıyla, illa tabanca, top, tüfek, patlayıcı kullanmak şart değildir. Devletin gücünü ele geçirmiş olanlar, insanları ellerinde tuttukları devletin gücünü kullanarak da sindirebilirler. Bu demokratik görüş açıklama özgürlüğünü kullanan insanları idari tasarrufla işlerinden attırmak veya başka yollarla idari cezalara maruz bırakmak şeklinde olabileceği gibi, mahkûm edilmeleri için mahkemelere tutuklanmaları için sulh ceza hâkimlerine emir vermek veya telkinde bulunmak şeklinde de tezahür edebilir. Bu durumda da yine manevi cebir unsuru gerçekleşmiş olur.
Diyeceğim o ki, görüşlerini açıklamış olan akademisyenlerin eyleminde terör bağlantısı arayanlar, kendi eylemlerine bakarlarsa pek de âlâ bir terör eylemi bulabilirler.
Bir yanda etnik terör, öbür yanda diktatöryal terör kıskacındaysa toplum, durum pek iç açıcı değil demektir.
Evet, bugun karsitlarini terörist yaftasi ile "bertaraf" etmek isteyenler bir gun gelecek ayni suçlamaya maruz kalabilecekler...
Inscrit le: 22 Juil 2008 Messages: 435 Localisation: Paris
Posté le: 25 Jan 2016 2:28 Sujet du message:
Citation:
Vatanı vatan yapanlar
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 24 Ocak 2016
İkisi de değişik zamanlarda ve değişik mekânlarda, değişik sosyal konumlarda doğdular.
Biri, 1960 yılında İstanbul’da dünyaya geldiğinde, daha o zamandan efsaneleşmiş Koç Grubu’nun veliahtının oğluydu.
En iyi koşullarda büyütülecek, eğitilecek, yetiştirilecekti. Önündeki yaşam yolu düz ve pürüzsüzdü.
O, yolu en iyi şekilde yürüdü, kendisi için öngörülen hedeflerin hepsine ulaştı.
İkilinin öbürü, yoksul bir köylü çocuğu olarak, ünlü ailenin çocuğundan 17 yıl önce 1933’te, Elbistan’da doğdu.
İlkokulu, parasız eğitimin sağladığı koşullara karşın zorlanarak bitirdi. Parasız yatılı sınavını kazanarak Galatasaray’da okumak üzere, devletin verdiği yollukla İstanbul’un yolunu tutmuş olan çocuk, bütün eğitim yaşamını, çantasında parasını devletin verdiği kitap-defterle, sırtında devletin aldığı palto-ceketle geçirdi. Onu ilk Galatasaray hazırlık sınıfındaki öğretmeni Necdet Kut keşfetti.
O çocuk kendi çizdiği yolda devletin yardımıyla başarıyla yürüdü. Ünlü bir yazar ve akademisyen oldu, topluma borcunu misliyle ödedi.
Ve, yaşamda yolları kesişmeyen bu iki insanın her ikisini de ölüm 2016’nın ocak ayında 23 saat arayla yakaladı.
***
Mustafa Koç ile Tahsin Yücel’in önemli bir ortak noktaları vardı: İkisi de bu vatanı vatan, bu Cumhuriyeti Cumhuriyet yapan insanlardılar.
Cumhuriyet kurulduğu zaman, vatan yıkık dökük, halk perişandı. Sermaye yok, sanayi yok, eğitim neredeyse yoktu. Bütün bu yoklardan bir çağdaş ülke oluşturmanın savaşı için, büyük çaba harcamak zorunluluğu vardı.
Bunun için ülkenin bütün kaynaklarının seferber edilmesi gerekiyordu.
Her alanda bütün kaynaklar seferber edildi. Ankara’daki bakkal ve oğlu da katıldı bu seferberliğe, Elbistan’daki köylü ve çocukları da.
İşte Tahsin Yücel de, Mustafa Koç da bu seferber edilenlerin çocuklarıydılar ve kalemleriyle, iş alanındaki hüneriyle katıldılar savaşa.
Tahsin Yücel çeviri, deneme, öykü, roman, eleştiri olmak üzere yüzlerce eseriyle katıldı vatanı vatan yapma savaşımına; Mustafa Koç, Türkiye’nin en köklü, en büyük şirketini yönetmedeki hüneriyle.
***
Cumhuriyet savaşımında sadece bunlar da yetmiyordu. Demokratik toplumsal bir bilinç de gerekmekteydi.
Tahsin Yücel bütün yapıtlarında ve çalışmalarında ortaya koyduğu bu bilincin örnekleri açısından zengindir.
“Peygamberin Son Beş Günü”nün yazarı, toplumcu eleştirisinin keskin oklarını sağa olduğu kadar sola ya da kendisini solda sananlara da yöneltecek kadar bilinçli, “Gökdelen” örneğinde olduğu gibi, yazıldığında neredeyse bilimkurgu türüne girerken kısa sürede gerçekleşen öngörüleri ortaya koyacak kadar ustaydı.
Cumhuriyetin kurucusunun çağdaş, laik, demokratik toplum hedeflerini benimseyen Mustafa Koç, Gezi olayları sırasında demokratik gösteri özgürlüklerini kullananların yanında tavır koyan ve polis saldırılarıyla yaralananlara ilk tıbbi müdahalenin yapılması için sahibi olduğu Divan Oteli’nin kapılarını açan, bu demokrat tutumu baskılara karşın sürdüren ve bedelini de ödeyen; kimseyi ötelemeyen, demokrat tavrı ve çağdaşlığı hedefleyen davranışlarıyla Cumhuriyetin yetiştirdiği bir işadamı modeli çiziyor ve Cumhuriyeti Cumhuriyet yapanlar ordusu saflarındaki yerini alıyordu.
Bu iki Cumhuriyet ve çağdaşlaşma savaşımcısından Tahsin Yücel’i dün uğurladık, Mustafa Koç’u bugün uğurluyoruz.
Her ikisine de saygı borçluyuz.
Bütün sevenlerinin ve yakınlarının başı sağ olsun!
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 14 Fév 2016 0:20 Sujet du message:
Citation:
Çifte standart
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 13 Þubat 2016
Yeni Akit ve Yeni Þafak gazetelerinin önceki gün uğradıkları silahlı saldırıyı şiddetle kınıyorum. Bu iki gazetenin kimi yöntemlerini, örneğin, kişileri hedef göstermelerini hiçbir zaman içime sindiremedim. Ama onların bu davranışları ile uğradıkları saldırı arasında bir neden sonuç ilişkisi oluşturmam hiçbir zaman ve uğradıkları saldırıyı basına yöneltilmiş bir girişim olarak her zaman kınarım. Nitekim herkes de öyle yaptı. Çünkü yayınlarının içeriğini beğenelim ya da beğenmeyelim, basına yapılan saldırının hep karşısında durmak gerek, tıpkı 6 Eylül 2015 günü Hürriyet’e yapılan ve başını AKP Gençlik Kolları Başkanı Abdurrahim Boynukalın’ın çektiği saldırı gibi.
Bu olay karşısında iktidar olan AKP’den beklenen, saldırganlar hakkında gerekli girişimleri yapması, başını çektiği saldırıyı, “dokunulmazlığı kırıyoruz” diyerek savunan Abdurrahim Boynukalın’ı cezalandırması, bulunduğu makamdan uzaklaştırması olmalıydı, değil mi?
Ne gezer!
Olayın üzerinden daha üç ay bile geçmeden Boynukalın, Gençlik ve Spor Bakanı Yadımcılığı’na atanıyordu.
Bunlar olurken, Ahmet Davutoğlu başbakan, Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanı idiler.
Her ikisi de Yeni Akit ve Yeni Þafak’a yapılan saldırıyı kınadılar. Ama basın özgürlüğü konusunda söylediklerinin inandırıcı olması için, Hürriyet’e yapılan saldırıda da ilkeli tavır almaları gerekirdi.
***
Basın özgürlüğü konusunda inandırıcı olmak için Can Dündar ve Erdem Gül’ün içeride bulunmalarına karşı çıkmak gerekir. Yoksa bir yandan “onlar orada gazetecilikten değil, casusluktan yatıyorlar” diyeceksiniz, bir yandan demeçlerinizle basın özgürlüğünü savunuyor görüneceksiniz. Bu kabul edilebilir bir davranış değil, düpedüz çifte standart uygulamasıdır ki insanı isyana sürükler.
Ne var ki demokrasilerde çifte standart uygulamasının yaptırımı yoktur, ama sınırları denetlenmemiş, ölçüsü kaçan tepkinin vardır. Yani yöneticiler istedikleri çifte standart uygulamasını, ikiyüzlü davranışı sergileyebilirler, ama herhangi bir vatandaş bunlara yalan veya ikiyüzlülük diyemez hakaretle suçlanıp hapse girme riskini göze almadıkça.
Yani, Silivri’de yatanların hepsinin bağımsız yargının tutuklama ve mahkûmiyet kararları sonucunda orada olduklarını iddia etmek sebesttir de, bunu söyleyene yalancı demek, basın mensuplarının tutuklanma veya mahkûmiyetleri konusunda yargıçlara baskı yapanların ikiyüzlü olduklarını söylemek suçtur.
Tabii bu söylediklerim daha çok azgelişmiş demokrasiler için geçerlidir.
Bununla birlikte, azgelişmiş “demokrasimiz(!)”de görünen kimi arazın gelişmiş demokrasilerde de var olduğunu kabul etmemiz gerek.
***
Nitekim bunlardan birine, demokrasinin evrensel örgütü olduğu söylenen Birleşmiş Milletler’de geçen gün tanık olduk.
Suriye’deki son gelişmeler üzerine BM’nin geçen günkü oturumunda şu talep dile getirildi:
-Türkiye sınırlarını açsın!
El insaf!
Türkiye’de şu anda 2.5 milyon Suriyeli göçmen bulunuyor.
Türkiye kısıtlı olanaklarıyla bunların barındırılması, beslenmesi, tedavi edilmeleri eğitimleri ve nihayet istihdam edilmeleri yükümlülüklerini üstlenmiş durumda.
Ortada bir insanlık dramı var. Çözümü de bütün insanlık elbirliği ile bulmalı. BM’ye düşen, yükün uluslararası hakça paylaşılmasının çözümünü üretmek.
Oysa BM Türkiye’ye çağrı yapıyor:
-Sınırını aç!
Gelişmiş ülkeler ve AB bu arada daha da ileri gidiyorlar ve Türkiye’ye sesleniyorlar:
-Bu göçmenleri al, barındır, bak... Ama bırakma, bize gelmesin! Gelirse de geri gönderirim. Alacaksın haa!..
Çifte standardın, ikiyüzlülüğün açıkgözlülüğün bu kadarı Tayyip Bey’i de isyan ettirdi ve açtı ağzını:
-Ey Birleşmiş Milletleerr!..
Doğrusu dinlerken çok güldüm. Yüreğim yağ bağladı...
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 19 Fév 2016 1:11 Sujet du message:
Citation:
Masayı kim dağıttı?
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 18 Þubat 2016
Nihayet şu maskeli balo bitti. Anayasa Uzlaşma Komisyonu dağıldı.
AKP Sözcüsü Ömer Çelik beklenen açıklamasını yaptı:
Süreç bir kere daha CHP tarafından sabote edilmiştir.
Oysa HDP’lilerin “Yarın kaçta toplanıyoruz” sorularına karşılık, TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın şu sözleriyle oturum kapanıp, komisyon dağılmıştır:
Yarın toplantı yok, komisyon nihayete ermiştir!
Yanlış anlaşılmasın! Burada komisyonu AKP’nin dağıttığını ileri sürecek değilim. Zaten aslında “Masa neden dağıldı” sorusundan çok, sorulması gereken “Masa neden kuruldu” sorusudur.
Öyle ya! Bir anayasa etrafında birleşip, bütünleşip, anlaşmalarına imkân olmayan ve bunu kendileri de pek de âlâ bilen, eylemleriyle de cümle âlemin gözüne sokan güçlerin bir kez daha bir masada bir araya gelmelerinin herhangi bir anlamı yoktu.
O zaman neden düzenlendi bu maskeli balo?
Olayların ardındaki gerçekten çok, algıyla karar veren toplumda yeni bir yanılsama yaratmak için toplanmıştı masa.
Herkes şu mesajı iletmek peşindeydi:
Ben yeni bir anayasa istiyorum uzlaşmayan karşı taraf!
***
Ne yazık ki, gerçek bu değil. 2016’da dehşet verici bölgesel bir savaşın da eşiğinde olan Türkiye’yi yöneten bu Meclis, yeni bir anayasa üzerinde uzlaşacak bir yapıya sahip değil.
Başka türlü olması da beklenemez. Milletin kendisi, ülkenin temel ilkeleri konusunda konuşup uzlaşmaya hazır değil. Kendisiyle aynı fikirde olmayanı öteleyen, öteki ile komşu olmak, hısım olmak istemeyen toplum, daha komşu olarak, uyum içinde yan yana yaşamayı içselleştiremezken gelişmiş bir demokrasinin temel ilkeleri üzerinde nasıl uzlaşsın ki?..
Durum böyleyken partilerin, Anayasa Uzlaşma Komisyonu etiketiyle bir araya gelmelerinden daha büyük kandırmaca yoktur.
Kimsenin kanmadığı, bir kandırmacadır bu.
Kandırmacanın baş aktörü, bölünmüşlüğü, gerginliği, uzlaşmazlığı, düşmanlıkları politakasının ana çizgisi haline getiren ve buradaki sorumluluğunu gözlerden gizlemek isteyen kimse, odur.
Bir kere daha yineleyeyim:
Bu Meclis bir anayasa yapamaz, çünkü bu Meclis, özgürlük ve erinci sağlayacak, demokratik uzlaşma ruhunun değil, toplumun gittikçe derinliklerine kök salmakta olan, kronik bölünmüşlüğün ürünüdür.
***
Oysa Türkiye yeni bir yapılanmanın eşiğindedir.
Türkiye hangi sistemle yönetilirse yönetilsin hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Yeni yapıya uygun yeni bir giysi şarttır. Bu yeni giysi toplumsal uzlaşmanın ürünü olacak olan anayasadır.
Herkes bunun gerekliliğinde hemfikirdir. Ama herkes de görmelidir ki, bir savaşın eşiğinde olan Türkiye sorunlarına demokratik çözümün önkoşulu olan toplumsal mutabakattan uzaktır.
Aslında savaştan da beter olan da budur.
Bir Latin Amerika devrimci türküsünde şöyle der:
“El pueblo unido jamas sera vincido.” Birleşmiş bir halk hiçbir zaman yenilemez.
Evet, o birleşmişlik, sonunda toplumu zafere götürür. Burada sözü edilen meydan savaşı zaferi değil; demokrasi, özgürlük, insanca yaşam alanındaki zaferdir.
O zaferler için kana ihtiyaç yoktur. Çünkü o zaferin bayrağını bayrak yapan üstünde al kan değil, çevresindeki mutabakattır.
Son zamanlarda düşmandan çok söz ediliyor. Gerçekten düşmanların çoğaldığı, herkesin herkese düşman olduğu zamanda ve mekânda yaşıyoruz.
Bize sürekli düşman gösterenlere karşı dikkatli olmalı, her düşman diye gösterilene saldırmamalıyız.
Çünkü pek de mümkündür ki, düşmanı işaret edenin bizzat kendisi, düşman diye gösterilenlerden daha zararlı ve daha düşman olabilir.
Tehlikenin büyüğü, dışarda değil içerideyse eğer, bilin ki, düşmanın büyüğü de dışarıda değil, içeridedir.
Söyleyin şimdi, masayı kimin dağıttığının ne önemi var?
Inscrit le: 12 Jan 2008 Messages: 13627 Localisation: Paris
Posté le: 02 Mar 2016 1:06 Sujet du message:
Citation:
Ali Sirmen
Zavallı Obama!
01 Mart 2016 Salı
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 28 Þubat’ta, beş günlük Afrika turnesi öncesinde, Atatürk Havalimanı’nda gazetecilerin sorularını yanıtlarken; Can Dündar ve Erdem Gül’ün tahliyeleriyle ilgili Anayasa Mahkemesi kararı konusundaki görüşlerini de açıklamış. Kısaca bakalım
ne demiş:
“...Bu olayın ifade özgürlüğüyle uzaktan yakından alakası yoktur. Bu bir casusluk davasıdır. Ve Cumhurbaşkanlığı sözcümüz bununla ilgili açıklama yapmıştır. Anayasa Mahkemesi bu şekilde karar vermiş olabilir. Ben Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara sadece sessiz kalırım, onu kabul etmek durumunda değilim. Verdiği karara uymuyorum, saygı da duymuyorum. ... Bu bir tahliye kararıdır. Aslında onlarla ilgili kararı veren mahkeme, kararında direnebilirdi. Eğer kararında direnmiş olsaydı, AYM’nin kararı boşa çıkacak veya tahliye edilmiş kişiler AİHM’ye gideceklerdi...”
Bu son cümleye geldiği zaman sıra, bir hukukçu olan Mine Sirmen tepkisini şöyle dile getirdi:
-Çağdaş bir ülkede biri bunu telaffuz etmeye bile utanır!
***
Tayyip Bey’in yukarıdaki sözleri ekrandan yansırken, ben de Hürriyet gazetesinde yayımlanan Obama ve Yüksek Mahkeme ile ilgili habere bakıyordum.
Olay şöyle: ABD’de Anayasa mahkemesi işlevini de yüklenmiş olan Federal Mahkeme’nin dokuz üyesinden biri olan Antonin Scalia ani olarak ölünce yerine yeni bir üye seçmek gerekiyor. Federal Mahkeme’nin yargıçlarının en tutucusu olan Scalia’nın yerine kimin geçeceğine karar vermek yetkisi de Başkan Obama’ya ait. Ancak bu atama daha sonra Kongre’nin Senato kanadı tarafından onaylanmak durumunda.
Ne var ki Obama son dönemini ocakta dolduracak. Yerine de kasımda seçilecek olan yeni başkan geçecek. Kasım ile ocak arasındaki sürede de Obama hiçbir önemli konuda karar alamayacak, yalnızca günlük işlerle ilgili tasarrufta bulunacak. O süreye eski başkanın “topal ördek” dönemi deniyor. Obama’nın o dönemi henüz başlamadı. Ama Federal Mahkeme’ye atayacağı üye ile Obama, yüksek yargıdaki ilerici-tutucu dengesini değiştirecek. Ultra tutucu Scalia’nın yerine seçeceği üyenin, ABD ölçülerine göre ilerici kesimden olacağı tahmin edileceğinden, başta Donald Trump olmak üzere, tutucu Cumhuriyetçilerin Obama’nın yüksek mahkemeye yargıç atama işini gelecek başkana bırakması konusunda neden ısrarcı olduklarını anlamak pek güç olmasa gerek.
Aslında Obama, “Ben seçilmiş başkanım, anayasanın verdiği yetkiye dayanarak yeni üyeyi seçerim” diyebilir.
Ama o halde de Senato’nun bırakın seçimi onaylamayı, konuyu görüşmek üzere Yargı Komitesi’nin bile toplanmayacağı, Cumhuriyetçilerin lideri Senatör Mitch McConnel tarafından açıklanmış bulunuyor.
***
Peki bu durumda Obama ne yapacak?
Sazı eline alıp, “Ey Senato!” diye uzun bir tirada başlayacağını sanmak, ABD sistemini bilmemektir.
Tolga Tanış’ın bildirdiğine göre “Obama’nın Cumhuriyetçi liderlerle bir araya gelerek onlara bir plan sunması bekleniyor. Bu arada Obama’nın Cumhuriyetçilerin itiraz edemeyecekleri, o kanattan ılımlı bir isim önerebileceği de söyleniyor”.
İşte yüksek yargı ile ilgili somut bir olayda ABD’deki başkanlık sisteminin dengelerinin nasıl çalıştığı konusunda bir örnek.
Bir ABD Başkanı’nın yüksek yargı konusundaki yetkileri ve yaklaşımına bakın, bir de bizde başkanlık sistemi örtüsü altında kendisi için tek başına iktidar isteyen Tayyip Bey’in, kendi partisinin iktidar döneminde atanmış üyelerin çoğunlukta olduğu Anayasa Mahkemesi karşısındaki tutumuna bir bakın!
ABD’de başkanlık sisteminin denge ve kontrol mekanizmaları, Tayyip Bey’in danışmanına “Zavallı Obama!” dedirtecek şekilde işliyor.
Bizde ise her yetkiyi az bulup, tümünü kendi elinde toplamak isteyen Tayyip Bey’in istediği yetkileri aldığı takdirde kimin zavallı olacağını kestirmek zor olmasa gerek.
Ne dersiniz, Tayyip Bey istediği bütün yetkileri aldığında danışman Burhan Kuzu’nun “zavallı Türk milleti!” diyebilecek feraseti var mı?
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 06 Mar 2016 23:52 Sujet du message:
Citation:
Verona’da kebap yasağı
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 06 Mart 2016
Sevgili,
Paris’te, St. Germaine Meydanı’nı, Montparnasse’a bağlayan Rue de Rennes üzerindeki Türk dönercinin tabelasına “McDöner” yazdığında, mazlum döner, emperyalist hamburgere karşı Almanya meydan muharebesinde çoktan zafer kazanmıştı bile.
Evet, artık başta Almanya olmak üzere kimi Avrupa ülkelerinde döner için işlenen et miktarı, hamburger için işlenen et miktarını aşmış durumdadır.
Hamburger deyip geçme! Her ne kadar adı ve ilk meşhur edenin kökeni Alman olsa da, hamburger Coca Cola ile birlikte Amerikan hegemonyasının (sen dilersen “emperyalizmi” diye de okuyabilirsin) simgesi haline gelmiştir.
1991 yılında, büyük değişimin eşiğindeki Sovyetler Birliği’ni ziyaretim sırasında McDonald’s’ın Moskova’da açtığı yeni mağazasının önünde uzayan kuyrukları hayretle izlemiştim.
Hamburger ve onunla özdeşleşmiş olan McDonald’s yalnız bir köfte dükkânı değil, bir yaşam tarzının da simgesi olmuştu ve sadece Moskova’yı değil, Paris dahil olmak üzere, bütün metropolleri fethetmişti.
Bütün bunların içinde, en şaşırdığım da canım Adana kebaplarının kentinde McDonalds’ın gördüğü itibar olmuştu.
Evet, Amerikan yaşam biçiminin simgesi hamburgere hiçbir şey karşı koyamıyordu.
***
Hamburger aynı zamanda fast food denilen (acele tıkınma diye de çevirebilirsin) her türlü lezzetten yoksun, damağın inceliğine olduğu kadar, sağlığa da aykırı furyanın da önde gelen simgesidir.
O yaşam türüne karşı olan ve aralarında geçenlerde ölen Umberto Eco gibi önemli düşünür ve sanatçıların da bulunduğu kişiler örgütlendiler, sindire sindire yeme ve yaşama akımını oluşturarak yaşam keyfini ve zevkini savundular.
Ama gel gör ki, hamburgerin simgesi olduğu akımın yaygınlığını dizginleyemediler.
Kapitalist emperyalizm her şeyimiz gibi yaşam zevkimizi de tutsak etmişti.
Üstelik, başta hamburger olmak üzere sanayi ürünü tıkınma ile obezite arasında doğrudan bağlantı olduğu ve “fast food”un sağlıksızlığı da kanıtlanmıştı. Ama bunlar da, hamburgerin itibarını sarsmadı.
İşte, tahtı muhkem görünen emperyalist hamburgerin karşısına tam bu sırada mazlum döner dikilerek, saltanatını tehdit etmeye başladı.
Artık Batı başkentlerinde de, Anadolu ve Mezopotamya kökenli döner, Hamburg kökenli köfteyi sallıyordu.
Ama döner, fast food’dan şikâyetçi olmayanları bile tedirgin etmeye başlamıştı. Eee, ne de olsa kebabın menşei ve çağrıştırdıkları, Amerikan pazarlamasının hünerleriyle allanıp pullanmış hamburgerin çağrıştırdıklarından daha değişikti.
***
Önceki hafta İtalya’nın Verona kentinin Belediye Başkanı Flavio Tosi’nin girişimiyle belediye meclisi tarafından alınan karar, bu kentte döner ve bilumum kebap satışlarına yasak getirdi.
Doğrusu, bu karar fena halde ırkçılık kokuyor. Nitekim Belediye Meclis Üyesi Elise Palaglia’da, “Bunun meclisin şu ana kadar aldığı en ırkçı karar” olduğunu söylemiştir.
Palaglia haklı, Verona Belediye Başkanı Tosi’nin, bundan böyle kent merkezinde etnik gıda hazırlayıp satan işletmelerin açılmasını yasaklayan kararı etnik ayrımcılığın en çarpıcı örneklerinden biri.
Bir kere “etnik gıda” ne demek? Bütün yemekler etnik kökenlidir.
Bu gerçek neden acaba, hiçbir zaman düşünülmüyor da iş kebaba gelince hatırlanıyor?
Nitekim İtalyan basını haberi “kebap yasağı” diye verip doğru değerlendirmştir.
Başkan Tosi kararın, bölgenin kültürel geleneklerini korumak için alındığını söylüyor. İnandırıcı olabilmesi için “etnik yiyecek kebap”ın yanı sıra, her türlü fast food’un da yasaklanması gerekmekteydi.
Eğer mesele İtalyan kültürüyse onu yalnızca mazlum kebaba değil, ama aynı zamanda emperyalist hamburgere karşı da da savunmak gerekirdi.
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 20 Mar 2016 12:07 Sujet du message:
Citation:
Sıkışmış PKK’ye destek
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 17 Mart 2016
Ortadoğu ve de Türkiye’de ortalık toz duman.
Eskiden ulusal düzeyde ele aldığımız kimi olaylar artık uluslararası plana yansımış durumda. Kürt ve PKK sorunu da bunlar arasında. Bölgedeki son gelişmelerin PKK ile PYD’ye avantaj sağladığı, bunda da Suriye’de şeriatçı muhalefeti destekleyen ve IÞİD ile benzerleri karşısında alanda savaş veren seküler tek alternatif olarak Kürtleri bırakan AKP’nin yanlışta direnmesinin etkisi olduğu yadsınamaz.
Ayrıca, AKP iktidara geldiğinde operasyonel yeteneklerini büyük ölçüde yitirmiş, alan hâkimiyetini elinden kaçırmış olan PKK’nin, devletin “çözüm süreci” rehavetiyle, terörün, yeniden hazırlık eylemlerine seyirci kalması üzerine, baştan toparlanmasına göz yummasıyla yeniden güçlenmesi terör sorununun çözümü önündeki yeni güçlükler olarak kendini göstermiştir.
Özetle, terör ile mücadelede ve Kürt sorununun çözümünde, Türkiye büyük ölçüde iktidardan kaynaklanan yanlışların etkisiyle güç pozisyondadır.
PKK, Tayyip Bey iktidarının yanlışları sayesinde bazı üstünlükler sağlamış bulunuyor.
Buna karşılık, 2015’teki iki seçim ve sonrasında meydana gelen olaylar PKK’nin de sıkışmakta olduğunu ortaya koyuyor.
***
Hendekli terörlü, demokratik özerklik ilanı girişimleri, devletin içine itildiği “çözüm süreci aymazlığı”nın alanda PKK’ye sağladığı üstünlüğe karşın fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Kırsalda TC’yi dize getiremeyen PKK terörü kentlere taşıyarak kayıpları arttırmakta, fakat istediği sonucu yine elde edememekte, amaçladığı toplu kalkışmayı gerçekleştirememiş, gerçekleştiremeyecek de görünmektedir.
Bunun nedeni, bu politikanın ülke ve bölge insanının desteğini elde edememiş olmasıdır. Son olaylar bunu açıkça göstermiştir.
Son iki seçimde HDP’nin önce yükselişi ve sonra da düşüşünün gösterdiği açık gerçek ise Türk olsun, Kürt olsun, insanların bir arada barışçıl çözümden yana olduklarını, ayrılıkçı terör politikalarını desteklemediklerini göstermiştir.
PKK’nin terörü kentlere kaydırma politikasının da, dehşetin boyutlarını büyütmesine karşın, TC’yi dize getirici bir sonuç veremeyeceği belli olmuştur.
Ayrıca sivil hedeflere yönelik terörün, dehşeti yaymanın yanı sıra doğurduğu bir başka sonuç da örgütün terörist iç yüzünün gittikçe daha açık biçimde ortaya çıkmasıdır.
Durum böyle olunca, her ne kadar, terör eylemlerinin dehşetinin doruk yaptığı bir ortamda söylendiğinde ilk bakışta biraz yadırgatıcı gibi görünse de PKK’nin artık inişinin belirtilerini ortaya seren, önemli bir dönüm noktasında olduğu ileri sürülebilir.
Þu anda taraflar arasında desteğe en fazla ihtiyaç duyan, akıllı politikalar ile daha da köşeye sıkıştırılabilecek olan PKK’dir.
***
Son günlerin gelişmeleri bize PKK’nin beklediği desteği, büyük ölçüde, Tayyip Bey’den almakta olduğunu gösteriyor.
Þu anda, şiddet politikalarına ülke ve bölge insanının desteğini kaybetmiş, sivillere yönelik iğrenç eylemleriyle terörist yanını ortaya koymuş ve topyekûn bir ayaklanmayı yaşama geçirme kabiliyeti olmadığı iyice belirginleşmiş PKK karşısında en yapılmayacak şey, bu hususları gözden kaçırtıp, örgütün amacının özgürlük mücadelesiymiş gibi algılanmasına neden olacak davranışlardır.
İşte, yeni terör tanımları getirerek, yeni yasaklar koyup, yeni tutuklamaların önünü açarak, “terörle mücadelede ya benden ya da terörden yanasın!” diyerek dünya ve ülke kamuoyunda terör ile özgürlük mücadelesinin birbirine karışacağı bir algıyı yaratan Tayyip Bey tam da bu yanlışı yapmaktadır.
Þiddet ve gerginlikten her daim yarar sağlayan Tayyip Bey bu sefer yanılmaktadır.
Nitekim Cemil Bayık olaya doğru teşhis koymuş ve mücadelelerinin Erdoğan’a karşı olduğunu söylerken, amacını demokrasi mücadelesi arkasına gizlemek yolunu tutmuştur.
Bu durumda söyleyin bakalım kim daha akıllı! Tayyip Erdoğan mı, Cemil Bayık mı?
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 20 Mar 2016 12:10 Sujet du message:
Citation:
Yargı bağımsız olsaydı...
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 19 Mart 2016
Pek nekre (esprili) bir kişi olan bir zamanların ünlü tiyatrocusu Muammer Karaca’ya (1906-1978) sormuşlar:
- Üstadım tiyatro ile opera arasında ne fark vardır?
- Basit, demiş üstat; tiyatroda biri havuza düşse hemen elinden tutup kurtarırız, operada aynı şey olsa adamın çevresinde rondo yapar ve koro halinde şarkı söylemeye başlarlar: “Kurtaralım! Kurtaralım!”
Bir süredir, Meclis’te aynı rondo, aynı terane:
- Kaldıralım! Kaldıralım! Kaldıralım!
Kaldırılacak olan milletvekillerinin dokunulmazlıkları.
Konunun gündeme gelmesinin nedeni ise özellikle AKP ile MHP’nin teröre açık destek verdiklerini ileri sürdükleri HDP milletvekillerini dokunulur kılma isteği.
MHP’nin bu konuda gözü AKP’den daha kara. Onlar, konunun Meclis’e gelmesini, kendilerinin ve de AKP’nin oylarıyla doğrudan HDP’lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını istiyorlar.
Þu anda esip küfürme politikasını yeğleyen AKP ya da daha doğrusu Ahmet Davutoğlu ise 1994’te yaşananların da etkisiyle kürsü dışında, tüm dokunulmazlıkların kaldırılmasını öneren CHP’nin çıkışını fırsat bilip “hodri meydan!” diyor.
Ve bir yanlışlıklar komedyasıdır gidiyor.
***
Konuyu geçen cumartesi irdelerken, yanlış yaklaşımları belirtmeye çalışmıştım.
Her şeyden önce, HDP’lileri ve tüm potansiyel barış unsurlarını silahlı eylemin yanına göndermek yerine, zorlayarak barışçıl çözüm safına çekmek, daha önce yaşanmış olayların gösterdiği gibi en doğru yoldur. Silahlı terör örgütlerini müzakereye zorlamanın yolu da budur.
Yoksa onlar kendi başlarına hiçbir zaman barıştan yana olmazlar. Masaya oturmaları ancak buna mecbur kalmalarıyla mümkündür.
Kürt sorununun çözümü konusunda, atılması gereken adımların terör örgütünden bağımsız olarak atılması, demokrasi ve barış doğrultusundaki bütün potansiyel güçlerin birleştirilmesi ancak terör örgütünü müzakereye zorlayabilir. Tabii bunun yanında ek bir husus da, taraflardan birinin diğerini güç ile dize getirebilmesinin olanaksızlığının iki tarafça da iyice anlaşılmış olmasıdır.
Herhalde potansiyel barışçı çözüm unsuru olabilecek olan ve öyle olduğu zaman bölge halkından da daha çok destek bulacağını yaşayarak görmüş olan HDP’yi yanına çekmek yerine terör örgütü saflarına itmek akılcı bir çözüm olmasa gerek.
Özetle HDP’lilerin dokunulmazlıklarını kaldırmak akıl kârı değildir.
***
Milletvekili dokunulmazlığının yalnızca kürsüyle ve Meclis çalışmalarıyla sınırlandırılmasına gelince: Anayasanın 83. maddesinin ilk fıkrasında da belirtildiği gibi, Meclis’te ileri sürülen düşüncelerin Meclis dışında tekrarını da içermek kaydıyla, böyle bir sınırlama demokrasiye uygundur. Zaten gelişmiş demokrasilerde de uygulama bu yöne doğru gelişmektedir.
Yalnız dikkat buyurunuz, kuralları ve kurulları oturmuş demokrasiler için geçerlidir bu husus.
Yoksa, kürsü dokunulmazlığını da aşan, milletvekili dokunulmazlığı insanlığın tarihi içinde önemli bir süre halkın temsilcilerini, dolayısıyla halkı, hükümranın tasallutundan korumak için getirilmiş bir ek güvencedir.
Tarih boyunca, kürsü dokunulmazlığının milletvekili dokunulmazlığı halini alması, buyurgan iktidarların, hükümranı oldukları bağımlı yargı aracılığıyla, milletin temsilcilerine baskı yapmalarına karşı güvence oluşturmak kaygısından kaynaklanmıştır.
Yargının iktidar denetimine girdiği ülkelerde, milletvekili dokunulmazlığını, salt kürsü dokunulmazlığına çevirmek, milletin temsilcilerini iktidar - bağımlı yargı işbirliğinin keyfiliği karşısında, savunmasız bırakmak anlamını taşıyacaktır.
Bu açıdan CHP’nin “hodri meydan”ı akıldan, Ahmet Davutoğlu’nunki ise içtenlikten yoksundur.
Başbakan “yargıdan korkmuyoruz” derken içten. Onun içtenliksizliği yargıdan korkmamalarının nedeninde. Yargıdan korkmamalarının nedeni, yargının bağımsızlığı değil, tam tersine kendilerine bağımlılığı.
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 30 Mar 2016 1:53 Sujet du message:
Citation:
Cehalete övgü
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 27 Mart 2016
Sonunda bu da oldu. Adamın biri çıktı. Cehalete övgü düzdü. Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Bülent Arı, hafta içinde katıldığı bir TV programında diyor ki:
- Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni hafakanlar boğuyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede.
Sayın Rektör Yardımcısı daha ileri gidip ekliyor:
- Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış, hatta ilkokul bile okumamış olanlardır.
- Okumuşlardan korkuyorum, pratikte en tehlikeli kesim üniversite mezunlarıdır.
- Erdoğan giderse başımıza felaket gelir.
Doğrusu Sayın Arı’ya teşekkür etmek gerekir. Çünkü cehalete övgü 2016 Türkiye’sine hele hele onun üniversitesine çok yakışır.
Cehalete böylesine meftun olmak, üniversite mezununun kafasının karışık olduğunu anlamak için bunca yıl dirsek çürütmek, unvan almak kolay değil.
Gerçi durumda bir bit yeniği yok da değil.
Sayın Arı üniversite mezunlarının kafasının karışık olduğunu, gerçeğe varmak için esas güvencenin cahil kesimin ferasetinde yattığını söylüyor. Eğer bu doğruysa üniversite mezunu olduğuna göre, cahil ferasetini yitirmiş olan kendisinin saptamalarına nasıl itibar edeceğiz?
***
Her neyse bir zamanlar ülkemizde cehalet bu denli revaçta değildi.
Cumhuriyet, geri kalmışlıktan kurtulmanın çaresini eğitim seferberliğinde görmüş, o yönde büyük hamleler yapmış, yaşamda en gerçek yol göstericinin bilim olduğunu düşünerek, eğitimin, aydınlanmanın ışığını köylere kadar ulaştıracak Köy Enstitülerini yaşama geçirmeye uğraşmıştı. Köy Enstitülerine egemen olan, cehaleti yenme çabası, laik eğitimin temeli olan sorgulayıcı yöntem, Bülent Arı örneği kişileri telaşlandırmış, eğitime karşı “cehaletin ferasetini” tekrar egemen kılmak isteyenler Köy Enstitülerini yok ederek, işe başlamışlar, sonra yıllar boyunca Cumhuriyetin varlığının temelini oluşturmuş olan laik eğitime sürekli saldırmışlardır.
Onların öngördükleri Cumhuriyetin çağdaş uygarlık yarışında üst basamaklarında yer alma gibi bir kaygısı olmadığından eğitim ve sorgulayıcılığa dayalı demokrasi, iyiden çok yetersize yakınların egemen olduğu “mediokrasi”ye doğru evrilmişti.
Aslında, yetersiz ortalama adamın egemenliği demek olan “mediokrasi”nin, bütün demokrasiler için oluşturduğu tehdidi gidermenin yolu, eğitime verilen öncelikti.
Türkiye’de ne yazık ki, gelişme böyle olmamış, bir yandan demokrasiye doğru yöneliş olurken eğitim gitikçe gerilemiş ve yetersizler cumhuriyetini ateşleyecek olan “mediokrasi” iyice palazlanmıştır.
***
Mediokrasinin gittikçe güç kazanmasından şikâyetçi olanlar, onun, üzerinde durulması mümkün olmayan kaygan bir zemin olduğunu bütün çabalarına karşın anlatamamışlardır.
Türkiye bugün mediokrasi aşamasını geride bırakmış, profesörlerinin bile cehalete övgüler düzdükleri bir “idiotkrasi”, Türkçe deyimiyle “ahmakkrasi” evresine varmıştır. Hiçbir şeyi sorgulamayan kendini biat kültürünün teslimiyetine bırakmış olanların egemenliği olan “ahmakkrasi”de de toplumlar, kimilerinin iddia ettiklerinin tersine, yok olmazlar, varlıklarını sürdürürler. Yalnızca arada demokrasilerin kimi kurum ve kavramları biraz değişikliğe uğrarlar. Örneğin “karizma”nın yerini “kerizma”nın alması gibi...
Bu ve benzeri değer yargıları değişiklikleriyle birlikte Türkiye’de de olduğu gibi, cehalete övgü düzen rejimlerde de toplum, şekil değiştirerek varlığını sürdürmeye devam eder.
Cehalete övgü düzülen ahmakkrasi koyulaştıkça, muhalefet de azalır. Çünkü çevrede durumdan rahatsız olan pek kimse kalmamış, kalanlarda da, çıkacak ses tükenmiştir.
Þimdi o evreye doğru, dolu dizgin yol almaktayız.
Yaşasın cehalet ve bize mutluluk veren “feraseti!”
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 30 Mar 2016 1:58 Sujet du message:
[quote=\"murat_erpuyan\"]
Citation:
‘Siz kimsiniz ya!’
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 29 Mart 2016
Siz kimsiniz ya, sizin ne işiniz var orada?
Can Dündar ve Erdem Gül’ün duruşmalarını izlemek üzere, Çağlayan’daki “Adalet Sarayı!”na giden ve de İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin davanın kapalı görülmesi kararı üzerine izleyemeyen çoğu AB üyesi yabancı ülkelerin diplomatlarına yönelik olan bu sözler Tayyip Erdoğan’a ait.
Anlaşılan Tayyip Bey duruşmayı izlemeye kalkan diplomatlara çok kızmış, verip veriştiriyor:
- Yahu diplomasinin de bir adabı var. Burası senin ülken değil, burası Türkiye. Sen konsolosluk binası ve konsolosluk sınırları içinde hareket edebilirsin. Diğerleri izne tabidir.
Sayın Cumhurbaşkanı bir nokta dışında her konuda yanılıyor.
Haklı olduğu husus, buranın o konsolosların ülkesi olmayıp Türkiye olduğudur.
Ve bütün mesele de zaten oradan kaynaklanıyor. Yani eğer burası Türkiye olmasaydı, bütün bunlar olmayacaktı. Gerçekten de normal bir ülkede yabancı konsolosların, grup halinde iki gazetecinin duruşmasını izlemlerine tanık olunmaz.
Olunmaz çünkü Türkiye ve benzeri ülkeler dışındaki normal ülkelerde bu tür bir dava olması düşünülemez bile.
Onun dışında, Sayın Cumhurbaşkanı’nın her söylediği yanlıştır.
Konsoloslar, görevli oldukları ülkelerde, herhangi bir ön izne tabi olmadan diledikleri gibi gezebilirler. Bu arada, ilgilerini çeken duruşmaları da izleyebilirler.
***
Diplomatların bir yerden bir yere giderken, ev sahibi ülkelerin yetkililerinden izin almaları zorunluluğu soğuk savaş yıllarının demirperde ülkelerinde kalmış bir uygulama olarak tarihe karışmış bulunmaktadır.
Konuyla ilgili Viyana Sözleşmesi’nin 3. maddesi d bendi diplomatik misyonların görevlerini sayarken şöyle der: “Yasal imkânlarla, kabul eden devletin durumunu ve gelişmelerini tespit etmek. Bunlar hakkında gönderen devlet hükümetlerine bilgi vermek”. Görülüyor ki, diplomatlar basın özgürlüğünü yakından ilgilendiren duruşmayı izlemek hakkına sahiptirler ve Tayyip Bey’in çıkışları boşlukta kalmaktadır.
Asıl orada ne işiniz var diye sorulması gereken, duruşmada müdahillik talebi mahkeme tarafından kabul edilen Tayyip Bey’dir. Gerçekten, Sayın Cumhurbaşkanı’nın müdahil olarak o davada ne işi var? Makam olarak, Cumhurbaşkanlığı makamının o davada işi olamaz. Kişisel olarak da müdahalesine hukuk devletinde imkân bulunmadığına göre, bu durumda biri çıkıp şu soruyu sorsa sezadır:
- Siz onları bırakın da Sayın Erdoğan, müdahil olarak o davada ne işiniz vardı?
Bu noktada sıkça düşülen bir yanlışı gidermek için aşağıdaki soruya açık yanıt vermek gerek:
- Bu davayı izlemek ve görüş bildirmek Türkiye’nin içişlerine müdahale sayılır mı?
Sorunun açık ve net yanıtı “hayır”dır.
***
Artık hiçbir devlet için insan hak ve özgürlüklerine saygı bir “iç iş” değildir.
Hiçbir devlet, hiçbir siyasetçi, “yurttaşlarının temel hak ve özgürlüklerine saygı göster!” diyen birine, velev yabancı bir devlet ya da kişi olsun, şu yanıtı veremez:
- İster hapsederim. İster işkence ederim. İster asarım. Sen kim oluyorsun yahu!
Çünkü insanın insan olması dolayısıyla, sahip olduğu temel hak ve özgürlükler, insanlığın, uygarlığın ortak mameleki durumuna gelmiştir.
İnsanlık 20 . yüzyılın üçüncü çeyreğinde 1 Ağustos 1975 tarihinde 33 Avrupa ülkesi ve ABD ile Kanada’nın imzaladıkları Helsinki Sonuç Bildirgesi ile bu kuralı evrensel olarak tescil etmiştir.
Ve o tarihten itibaren, Türkiye dahil o belgenin altında imzası bulunan ülkelerden hiçbiri insan haklarına saygı göstermeyebileceğini ileri süremez.
Artık altın kural şudur:
Söz konusu temel hak ve özgürlüklere saygı olunca kimse “bu benim iç işim” demek hakkına sahip değildir.
Biri böyle bir şey söylemeye kalkarsa uyarırlar:
- Sen hangi devirde yaşadığını sanıyorsun kardeşim?
Hatta, kimileri daha da ileri gidip sorarlar:
- Sen kimsin yahu!
İşte o zaman, gel de kim olduğunu anlat bakalım, anlatabilirsen!
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 01 Avr 2016 11:08 Sujet du message:
Citation:
Tepki
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 31 Mart 2016
Kartal Yıldız İşçimen İlköğretim Okulu öğrencisi, on yaşındaki Beratcan’ın öldürülmesi tipik bir cinayet olayı. Kartal Adliyesi’nde servis şoförü olarak çalışan Ercan Kaşıkçı altı yıl önce Beratcan’ın annesi Türkan Karakütük ile ilişkiye girmiş, Beratcan bir süre sonra, servis aracı içinde annesiyle sevgilisini ilişki halinde görünce, babasına söylemekle tehdit etmiş, bunun üzerine de, şoför Ercan iki hafta önce Beratcan’ı okul çıkışında kaçırarak öldürmüş. Olayda bazı noktalar henüz tam aydınlanmış değil. Örneğin, Beratcan annesinden ve sevgilisinden para sızdırmış mı? Zani ile zaniye (yani zina yapan adam ile kadın) cinayeti birlikte mi tasarlamışlar, yoksa anne Türkan, Ercan’ın bu niyetinden habersiz mi?
Burada ikisinin ifadeleri çelişiyor. Her neyse, zaten benim de dikkatimi çeken husus başka.
Olay ortaya çıktıktan, katil tutuklanıp içeri tıkıldıktan, anne serbest kaldıktan, talihsiz Beratcan’ın cenazesi kaldırıldıktan sonra önceki gece, Karakütük ailesinin Kartal’daki evleri saat 24’e doğru silahlı kişilerce basılıyor, cam çerçeve kırılıyor ve komşuların mahalleden olmadığını söyledikleri saldırganlar çekip gidiyorlar. Gitmeden önce de, saldırılarının nedeni olarak bu ahlaksızlığı içlerine sindiremediklerini, olayın namuslarına dokunduğunu söylüyorlar.
***
Hiçbir şeyin bir cinayet kadar vahim olmadığını belirtmekle birlikte, yine de çok ağır, hatta toplumsal semptomları açısından öldürme fiilinden daha düşündürücü bir durumla karşı karşıyayız.
Artık insanlarımız, başkalarının evlerindeki, ailelerindeki kimi ahlaki davranışları kendilerine dert ediniyorlar ve durumdan vazife çıkararak, namus temizleme girişimlerinde bulunuyorlarsa, burada durup uzun uzun düşünülmesi gereken bir olgu var demektir.
Burada bu namus bekçiliğinin kabul edilmez hatta ötesinde kınanası olduğunu söylemeye gerek var mı bilmem ki?
Tam bunları okurken, Işıl Özgentürk’ün pazar günkü Cumhuriyet’te çıkan “Babamın sütü çok acı” yazısı geldi aklıma ve düşündüm, Türkiye çocuklara yönelik, cinsel taciz, istismar, tecavüz olaylarıyla karşı karşıya ama ne olayların beşiği Karaman’da ne de başka bir yerde kimse bundan muazzep olup, namus temizlemeye kalkmıyor.
Işıl yazısında şunları söylüyor:
“... Kimse kimseyi kandırmasın, bu herkes tarafından bilinen bir sır, kabullenilmiş olduğu da, 45 çocuğun istismara uğradığı Karaman’da kimsenin sokağa dökülmemesinden belli. Ayrıca para karşılığında 35 aile şikâyetinden dönmüş. Þimdi bana hiç kimse Türk aile yapısının sağlamlığından, aile değerlerine sımsıkı bağlılığından söz etmesin!..”
***
Karaman olayını ve bir süredir ona gösterilen tepkileri ibretle izliyorum. Mütedeyyin kesimin değil de onların oylarına talip olanların, başlangıçtaki olayları örtme çabasına ise “pes!” diyorum.
Doğrusunu isterseniz, mütedeyyin kesimin savunma içgüdüsünden kaynaklandığını sandığım tepkisizliğiyle, kimilerinin bu olaylardan, genelleme yaparak, o kesimi karalamaya çalışmasını da, yanlış, yalnız yanlış değil, çok vahim buluyor ve kınıyorum.
Ama çocuklara ve kadınlara karşı işlenen cinsel suçlar ve kadına yönelik bilumum şiddet karşısındaki tepkisizliğimiz, bu konuda yargının verdiği utanç verici kararlar karşısındaki aldırmazlığımız, gerçekten hepimizin sorumlu hatta suçlu olduğumuzu ortaya koyuyor. Toplum böyle olunca, bireyler de, bu alanda gözü kara fren tanımaz çılgınlar olup çıkıyorlar. Işıl’ın pazar günkü yazısını okuyunca, acı şekilde göreceksiniz ki bu alanda yargının edimlerinden de toplum olarak hepimiz sorumluyuz ve açıkçası toplumsal bir hastalığa duçarız.
Yoksa Beratcan’ın annesinin zinasından, ahlaki açıdan rahatsızlık duyanlardan hiçbirinin, iki yıl boyunca, çocukların tecavüze uğramasından hiç rahatsızlık duymamalarını ve tepki göstermeyi düşünmemelerini nasıl açıklayabiliriz ki?
Inscrit le: 12 Jan 2008 Messages: 13627 Localisation: Paris
Posté le: 27 Avr 2016 1:19 Sujet du message:
Citation:
Ali Sirmen
Yakışıyor mu?
26 Nisan 2016 Salı
Haber diye ben arkadaşımız Kemal Göktaş’ın dünkü Cumhuriyet’te yayımlanan haberine derim işte.
Bilindiği gibi, bir grup akademisyen ile birlikte, bir bildiriyi imzalayan Prof. Baskın Oran, bu eylemleri dolayısıyla, kendilerini aşağılayıcı ifadeler kullanan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret davası açmıştı.
Arkadaşımız Kemal Göktaş davayla ilgili haberinde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın avukatlarının savunmalarında, Anayasa Mahkemesi (AYM) ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AHİM) içtihatlarına atıfta bulunarak, “düşünce ve ifade özürlüğünün devletin veya nüfusunun bir bölümü için saldırgan, şok edici veya rahatsız edici bilgiler ve düşünceler için de geçerli olduğunu, bunlar olmaksızın demokratik bir toplumdan söz edilemeyeceğini” ileri sürdüklerini bildiriyordu. Cumhurbaşkanı’nın vekilllerinin savunmaları haberin hası.
Zaten Baskın Oran’ın Cumhurbaşkanı aleyhine açtığı hakaret davası başlı başına bir haberdi.
Öyle ya Türkiye, cumhurbaşkanına hakaret davası açısından, uzak ara dünya birincisi...
Burada normalde, Cumhurbaşkanı dava açar, yoksa Cumhurbaşkanı’na dava açılamaz.
Burası Türkiye abicim, burada böyle! Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hakaret ettiği gerekçesiyle önceki gece gözaltına alınan Türk kökenli Hollanda uyruklu gazeteci Ebru Umar şunları söylemiş:
Türkiye’de olduğumu unutmuşum.
***
Ebru Umar Hollanda’ya dönene kadar nerede olduğunu unutmasın! Yoksa başına daha neler gelebilir. Ayrıca durumun tam olarak farkında değilse de artık anlasın ki, ana vatanına karşı, AB üyesi Hollanda devletinin koruyucu şemsiyesi altında olduğundan şanslıdır.
O yüzden Ebru Hanım Türklüğü ile övünsün, Hollanda uyrukluğuna da şükretsin!
Her neyse, arkadaşımız Kemal Göktaş’ın haberinden öğreniyoruz ki, Cumhurbaşkanı adına savunma yapan vekiller dahi, zaman zaman hukuku, demokrasiyi hatırlamak ve ona sığınmak zorunda kalıyorlar.
Gün gelir düşünce özgürlüğü ve hukuk herkese lazım olur.
Cumhurbaşkanı ve hakaret davası kavramlarından açılmışken konu, bir noktaya değinmek istiyorum: Böhmermann ile ilgili yazım hakkında kimi okurlardan eleştiriler aldım. Hiciv olarak adlandırılan metnin tutar yanı olmadığı, bu iğrenç “saldırı”nın düşünce özgürlüğü açısından savunulamayacağını belirtiyorlardı.
Sanırım eleştiriler, yazının hızlı okunmasından kaynaklanmış. Yoksa hiçbir yerde Böhmermann’ın savunması yapılmıyor, yalnızca olayın ifade özgürlüğü çerçevesine çekileceği, Sayın Erdoğan’ın imaj erozyonunun bu konuda yaratacağı algı da düşünülünce, dava açmanın pek akıllıca görünmediği vurgulanıyordu.
Yoksa, devletin simgesi cumhurbaşkanına eleştiri özgürlüğü saklı kalmak kaydıyla saygının esas olduğuna katılıyorum.
***
Evet Cumhurbaşkanlığı makamının saygınlığını korumak gerekir, bu konuda da herkese görev düşer.
Bu “herkes”in başında da bizzat, cumhurbaşkanı olan kişi gelir.
Hiç kimse bir makamın itibarını korumakta ya da zedelemekte bizzat o makamın sahibi kadar birincil rol oynayamaz.
Nasıl ki, cumhurbaşkanından söz ederken, o makamın saygınlığına uygun bir ifade kullanması gerekiyorsa, cumhurbaşkanının da bir konuda konuşur, düşüncesini açıklar, eleştirilerini dile getirirken de, kullandığı dilin, temsil ettiği makamın “mehabetine” (yüceliğine, ululuğuna) uyup uymadığına azami dikkat etmesi gerekir.
Şimdi Baskın Oran’ın Cumhurbaşkanı aleyhine açtığı davaya konu olan bildiriyi imzalayan akademisyenlerle ilgili olarak kullandığı sözcüklere bakalım:
“alçak, ahlaksız, kapkaranlık, zalim, cahil, tiksinti verici, vatan haini, terör örgütü maşası, mandacı artığı, lumpen, ruhu kirlenmiş...”
Şimdi bırakın hakaret vardı, yoktuyu bir yana, ama koyun elinizi vicdanınıza da söyleyin Allah aşkına:
Yurttaşlarına bu sözlerle hitap etmek Cumhurbaşkanlığı makamının mehabetine yakışıyor mu?
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 09 Mai 2016 1:03 Sujet du message:
Citation:
Laiklik – şaşkınlık
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 30 Nisan 2016
İsmail Kahraman’ın son çıkışını laikliğe karşı tehdit olarak görmek tam bir şaşkınlık içinde olmak demektir.
Laiklik tehditlere maruz kalmak aşamasını geçmiş, fiili saldırılar evresine girmiştir.
Laikliğe darbe bir tehdit değil, bir vakıadır.
Sünni İslam ideolojisinin egemenliğinde olan ve her alanda söz sahibi fetva makamı konumundaki (örnek cemevleri konusu) Diyanet’in egemenliğindeki ülkede laiklik darbe yemiştir.
Laikliğinin temeli 3 Mart 1924 tarihli Tevhidi Tedrisat Yasası olan Türkiye’de, Milli Eğitim’in temel kurumu, Cumhurbaşkanı’nın deyimiyle “ümmetin umudu” olan imam hatipler ise artık orada laikliğe bitirici darbeye hazırlanıldığı söylenebilir.
Bunu görmeyenler şaşkın laiklerdir.
Laikliğin dine karşı olduğu iğvasına kapılan şaşkın demokratlar gibi.
Laikliğin inanca, ibadete, karşıtlığı olmadığı gibi laiklik inanç özgürlüğünün güvencesi olan kurumdur.
Dini, kişisel amaçları, siyasi hedefleri için kullananlar ne derlerse desinler, laikliğin demokratlık karşıtlığı yoktur.
Demokrasinin onsuz olmazıdır laiklik.
Anayasasında bu ilke açıkça yer alsın ya da almasın bütün demokratik ülkeler laiktir, örneğin İngiltere bile, nasıl Krallık olmasına karşın parlamenter bir demokrasi ise, aynı şekilde teoride Anglikanizmin devlet dini olmasına karşın, vatandaş- siyasi iktidar bağlamında laik bir ülkedir.
***
Bütün demokrasilerde, din ve vicdan özgürlüğü laik uygulama ile güvence altına alınmıştır.
Bu gerçekleri görmezden gelerek, laiklik karşıtlarının şaşırtmacalarına kapılmamak gerek.
Laiklik yalnızca devletin inançlar karşısında tarafsızlığı, onların hepsine eşit uzaklıkta durması değil, aynı zamanda onlardan kimilerinin diğerleri üzerine baskı uygulamasına engel olması zorunluluğunu da getirir.
Laik devletin bu tavrı demokrasideki inanç özgürlüğünün temelini oluşturur.
Laiklik nispeten yeni bir kavramdır ve yalnız Türkiye’de değil, ama çoğu ülkede çokça tartışılmıştır. Laiklik tartışmalarının odağı okuldur.
Türkiye’de de öyle olmuştur. O yüzdendir ki, Türk laikliğinin dönüm noktası olarak, bu ilkenin anayasada yer aldığı 1928 değil, Tevhidi Tedrisat’ın kabul edildiği 3 Mart 1924 kabul edilir.
O yüzdendir ki, Tayyip Erdoğan’ın laiklik yandaşı görünen söylemlerine bakarken, imam hatip konusundaki eylemlerini, zorunlu din dersleri konusundaki tavrını göz ardı etmememiz gerekir.
***
Bu konulardaki kafa karışıklığı yüzünden, Türkiye’de laiklik alanında şaşkınlık egemendir.
Buna rağmen, halkın çoğunluğunun laiklikten yana olduğunu kamuoyu araştırmaları ve şimdiye kadarki, uygulamalar göstermektedir.
İşte bu nedenledir ki, laiklikten hiç de haz etmeyenler dahi, onu bir yandan deforme ederken, yine de toptan yok etmekten çekinmektedirler. İsmail Kahraman’ın son çıkışına iktidar kanadından karşı çıkılması veya öyle görünülmesi olayında olduğu gibi.
Bu davranışın iki nedeni vardır. Birincisi, Türkiye’de dengelerin henüz laiklik karşıtlarının istedikleri gibi at oynatmalarına göz yumacak kerteye gelmemiş olmasıdır. Gerçekten, ülkemizde laikliğe nihai darbenin indirilmesini kamuoyunun eli böğründe seyretme aşamasında değil henüz.
Ayrıca, laiklik karşıtlarının da laiklik konusunda kafaları karışık. Onlar da bilmekteler ki kendi politik çizgileri de “dinen caiz değildir”cilerin sert karşı duvarına her an çarpabilir.
Görülüyor ki, laiklik Sünni İslamı, devlet ideolojisi haline getirmek isteyenlerin de, tümüyle ortadan kaldırmayı göze alamayacakları bir ilkedir.
Onların istedikleri, gönüllerince eğip bükecekleri “âlâ- Tayyip” bir laikliktir.
Tabii ki laikliğin güvencesi bu değil. İsmail Kahraman çıkışına tam destek bulamayıp şimdilik yalnız kaldıysa eğer, bu laik güçlerin henüz tam teslim olmamışlıklarındandır.
Teşekkürler Kahraman toplumun laiklikten vazgeçmeye henüz boyun eğmeyeceğini gösterdiğin için!
Inscrit le: 30 Jan 2006 Messages: 11192 Localisation: Nancy / France
Posté le: 09 Mai 2016 1:07 Sujet du message:
Citation:
‘Baskıcı laiklik!’
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 03 Mayıs 2016
Laiklik bütün demokrasilerin onsuz olmazı. Bu ilke anayasalarında yer alsa da almasa da sistemlerinin belkemiğini oluşturuyor, hatta İngiltere gibi tarihi koşullarının gereği kilise - devlet birliğinin olduğu ülkelerde bile bireyin inancı karşısında kamu otoritesinin tavrı konusundaki ilişkiler laiklik ilkesi doğrultusunda seyrediyor.
Tarih içinde görece yeni bir kavram olan laiklik, demokrasilerin en fazla tartışılan kavramlarından biri. Laiklik denince ilk akla gelen ülke Fransa’da bile devletin özel okullara yardımının laiklik ilkesiyle bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda 1990’ların sonunda dahi büyük tartışmalar oldu; “laikler” büyük mitingler düzenlediler. Tartışmanın bu alanda odaklanması doğaldı. Çünkü laiklik ilkesinin en tartışıldığı kurum, dünyanın her yerinde okul olmuştu.
Laikliğin gelişme çizgisi ve uygulanışı her ülkenin kendi tarihi ve sosyal koşullarına göre ufak tefek farklılıklar oluşturmakla birlikte temel eylemde uygulama standartlarına ulaşılmış bulunmaktadır.
Fransa’da bile, devrimin koşullarıyla kilisenin toplumsal yaşama etki ve müdahalesinden kaynaklanan militan laiklik pratiği tarihin sayfaları arasında kalmıştır.
***
Bizde ise mazlum rolünü oynamayı hem yapılarına, hem de çıkarlarına daha uygun bulan, dini çıkar amaçlı kullanma şampiyonu olan ve laikliği amaçlarının önünde engel olarak gören laiklik karşıtları, dine karşı baskı söylencelerine sarılmakta, camilerin ahır yapıldığı, mütedeyyin kişilerin inançları ve yaşam biçimleri yüzünden baskı altında tutuldukları iddiasıyla tozu dumana katmaktalar.
Onları duyan da ilkeleri, dünya görüşleri yüzünden yıllarca hapis yatmış laikler örneği hapsedildiklerini sanır.
Aslında bu saldırıların ve karalamaların amacı bellidir. Laikliği içini boşaltarak etkisiz hale getirmek.
Laikliği tarif ederken kimi ülkelerde tarafsızlık (nötralite) kavramına başvururlar ve onu devletin inançlar karşısında tarafsızlığı olarak tanımlarlar. Tabii tanımın tam olabilmesi için aslında, buna kamusal alandaki yaşam kurallarının din esaslarına göre düzenlenmesi zorunluğuna hayır denmesini de eklemek gerekir.
Bizde sözde olmasa bile özde laiklik karşıtı olan kimi çevreler bile, tarafsızlık kavramına dayalı laiklik tanımına pek karşı çıkmazlar.
Aslında inançlar karşısında tarafsız davranmazlar ama yine de ilkeyi kabul
eder, söylemi kullanırlar.
Lakin laikliğin bir de aktif tanımı vardır, ki iş oraya gelince zınk diye dururlar.
Laiklik ilkesi gereği inançlar karşısında tarafsız olan yani pasif durumda bulunan devlet, inançlardan herhangi birinin veya birkaçının diğerleri veya tarafsız konumunu bırakması için devlet üzerinde baskı oluşturmaya çalışması halinde, devlet pasif konumundan sıyrılmak zorundadır.
***
İnançlara müdahale halinde devletin pasif konumunu bırakıp kendisine baskı uygulananı koruması, baskı uygulamaya çalışanı engellemesi ve yaptırım uygulaması demokrasinin gereğidir.
Ne zaman bir özgürlük söz konusu olursa, orada devletin özgürlüğün alanını müdahaleden masun kılmak zorunluluğu vardır.
Bu olmadığı zaman özgürlük yaşama geçmez, lafta kalır.
Bu yüzden laiklik konusunda devletin inançlar karşısında tarafsız kalması yetmez, müdahale halinde, harekete geçip müdahaleyi ortadan kaldıracak şekilde taraf olması gerekir.
Oysa bizde uzun süredir uygulama, inançlar karşısındaki lafta kalan tarafsız söyleme karşılık, tarafgir eylemdir.
Açık açık inançlar arasında taraf tutan devlet, inançların bazıları üzerine baskı oluşturulduğunda, tam aktif olarak taraf durumuna girmesi gerektiği zamanda hemen tarafsız pozuna bürünmektedir.
Baskıcı laiklik yaygaraları, laikliğin özünü boşaltan bu uygulamaya kılıf hazırlayarak, son yıllarda iyice kronikleşen bu durumun sürmesini sağlamak içindir.
Oynanan oyunu net olarak görmek ve iyice göstermek zorundayız.
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum