269 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 269
Membre(s) : 0
Total :269

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 1 jour, 02h53:41
murat_erpuyan : 1 jour, 02h56:05
SelimIII : 1 jour, 16h20:37
Salih_Bozok : 4 jours
cengiz-han : 4 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Aller à la page Précédente  1, 2, 3, 4, 5 ... 19, 20, 21  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 11 Jan 2013 2:07    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Tutsaklığınızın Farkında mısınız?

Ali Sirmen - 10 Ocak 2013 - Cumhuriyet


Telefondaki ses sordu:

- 10 Ocak Çarşamba ne yapıyorsunuz, bir toplantımız var katılabilir misiniz?

- Hayır diye yanıtladım, söz verdim, tutsakları görmeye gideceğim Silivri’ye...

- Mustafa Balbay, Tuncay Özkan, Fatih Hilmioğlu, Yalçın Küçük vb. değil mi?

- Evet biraz onlar, ama özellikle de sizi ziyaret edeceğim.

- Benim çağırdığım yere gelmiyorsunuz, beni ziyaret edeceğinizi söylüyorsunuz?..

- Evet dostum, sizi, çocuğunuzu, eşinizi, dostunuzu, cümle âlemi ziyarete gidiyorum.

Biraz durduktan sonra ekledim:

- Yoksa siz hâlâ Silivri’de tutuklu tutsak olduğunuzun farkında değil misiniz?

Bir sessizlik oldu, sonra karşımdaki kişi gülerek yanıtladı:

- Öyle ya! Haklısınız! Gerçekten tutsağız.

Bugün 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü.

Bugün, yani 10 Ocak 2013 itibarıyla Gazetecilere Özgürlük Platformu’nun verilerine göre, tam 72 gazeteci tutsak.

Gazetecinin özgürlüğü, ilk bakışta sanıldığının aksine, bu mesleği icra edenin kişisel özgürlüğü değildir.

Nasıl ki avukatın kullandığı savunma özgürlüğü aslında suçlananın, özgürlüğüyse ve avukat da onu, savunduğu kişi adına vekâleten kullanıyorsa, gazeteci de halkın basın özgürlüğünün bir aracısından başka bir şey değildir.

***

Basın özgürlüğü çiğneniyorsa eğer bunun asıl hedefi halkın haber alma, ne olup bittiğini öğrenip anlama özgürlüğünü ortadan kaldırmaktır.

Sanırım bu açıklamalar, neden Silivri ve diğer hapishanelerde yatanların yalnızca, 72 gazeteciden ibaret olmayıp aynı zamanda tüm bir toplum olduğunu kanıtlamaktadır.

Bu gerçeği dile getirdiğiniz zaman, verilecek yanıt hazırdır:

- Ama onlar gazetecilik faaliyetinden yatmıyorlar ki?

Gazetecileri terör örgütüne dahil etmek, örgüt üyesi olmasalar bile örgüte destek olmak vb. gerekçelerle suçlama yöntemi yeni değil.

12 Eylül’ün askeri aşamasında da öyle yapılırdı, sivil aşamasında da öyle yapılıyor.

Bir Cumhuriyet mensubu olarak 12 Eylül’ün, askeri aşamasında aynı suçlamalarla içeri atılmış, aynı şekilde tutukluluk yoluyla özgürlüğümden yoksun bırakılmıştım, aynı gazetenin mensubu Mustafa Balbay, 12 Eylül’ün sivil döneminde aynı suçlamalar, aynı yöntemlerle infaz ediliyor. Değişen bir şey yok.

- Balbay gazetecilik faaliyetinden içeride yatmıyor ki diyorlar.

Ama kendisine yüklenilen fiiller arasında gazetecilik faaliyeti dışında herhangi bir şey yok.

***

Demokrasi halkın kendisi için en doğru olana karar verip seçme yetisinin varlığı varsayımına dayanır. Bu varsayım ne kadar gerçekleşirse, demokrasi de o kadar sahicidir.

Halkın ne olduğunu bilerek doğruyu bulmasıysa basın özgürlüğüyle mümkündür.

O yüzden basın özgürlüğü demokrasinin temelidir, kuvvetler ayrılığı kadar, yargı bağımsızlığı kadar, kürsü dokunulmazlığı kadar temeldir basın özgürlüğü.

Bugün Silivri Türkiye’deki basın özgürlüğünün ve dolayısıyla demokrasinin ölçüsünün barometresidir.

Onun için bugün Silivri’de olacağız.

Gazetelerin içinde bulundukları tek tutsak evi Silivri değil, başkaları da var.

Bir de gözümüzün önünde cereyan ettiği halde işin pek fark edilmeyen yanı var.

Basın üzerinde baskılarla halkın haber alma özgürlüğü kısıtlandığından, artık birçok gazete ve televizyon kurumu gerçeğin tutsak edildiği odaklara döndü.

Başka bir deyişle bütün Türkiye yüzeyinde basın organlarının çoğunluğu, basın hapishanelerine dönüştü.

Hani neredeyse hapisteki bir gazeteciye çalışan bir gazeteci içeride kaç kişisiniz diye sorduğunda şu cevabı alacak:

- Onu bırak da söyle sen! Asıl siz dışarıda tutsak kaç kişisiniz?


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 17 Mar 2013 18:51    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Vatan Hainliği Değil

Ali Sirmen - Cumhuriyet 17.03.2013


Sevgili,

12 Mart Salı günü Galatasaray futbol takımı, Almanya’nın önde gelen ekiplerinden Schalke’yi eleyip Avrupa’nın ilk sekiz takımına kalarak büyük bir başarı elde etti.

Ateşli hasta halime karşın maçı TV’den izledim.

Ertesi gün Galatasaraylı bir okurumdan aldığım ileti ise beni uzun uzun düşündürdü.

Söz konusu iletide, benim yaşlarımda olan Galatasaraylı okurum, Cimbom’un büyük zaferini kazandığı 12 Mart 2013 Salı gecesindeki Kadıköy görüntüsünü naklediyordu.

Okurumun, eşinin arkadaşlarıyla yemekte olduğu Kadıköy’deki görüntü, kısaca anlattığına göre, Galatasaray’ın gol yediğinde büyük sevinç gösterileri, gol attığında ise ölüm sessizliğiydi.

Hatta, Galatasaray’ın golünden sonra, hanımefendinin sevinç gösterisinden yüreklenen yan masadaki birinin, geç ve cılız tepkisine neden olarak da dayak yemekten korkmasını gerekçe gösterdiği anlatılıyor.

Bu satırları okurken hüzünlendim, ama bir “deja vu” duygusuna da kapıldım.

Gerçekten bundan 20 yıl önce, bir Galatasaray maçını izlemek için gittiğim Kişinev’deki bir Türk kebapçının dükkânından izlediğim, Fenerbahçe - Rapid Wien maçında Fener’in golünü alkışlamamam üzerine öfke ile masayı terk eden Galatasaray taraftarının tepkisini hiç unutamam.

***

Galatasaraylı okurum, salı gecesi Kadıköy’deki tepkiyi fazlasıyla yadırgamış, hatta “vatan hainliği” olarak nitelemiş.

Ona göre yabancı maçlarda, GS ya da FB, milli takımla eşanlamlı. Kazanılan her zafer Türk milletinin.

Tabii olaya böyle yaklaşınca, “vatan hainliği” yargısının ardındaki gerekçeyi anlamak da bir ölçüde kolaylaşıyor.

Olayı hiçbir zaman vatan hainliği derecesine vardırmamakla birlikte, geçmişte ben de yabancı maçlarda Fenerbahçe’yi desteklerdim.
Ama doğrusunu söylemek gerekirse, artık bu tavrı biraz çağı geçmiş buluyorum.

Milli ekonomi sloganlarıyla büyümüş, yerli malı haftalarını hâlâ belleğinde canlı taşıyan bir kuşağın çocukları olarak, o zaman öyle davranmamız doğaldı.

Zaten, o zamanlar takımlarımız bu toprakların çocuklarından oluşurdu. Belli başlı sanayii kuruluşlarımızın yerlerini ezbere sayabilirdik.
Þimdi öyle mi ya!

Artık Galatasaray’ın da, Fenerbahçe’nin de Avrupa’da çeyrek finale kalmış takımlarının içindeki yabancı oyuncu sayısı yerli oyuncu sayısından fazla.

Artık, liglerin patronajı bile firmaların elinde.

***

Yerli malı haftaları geride kaldı. Küreselleşen dünyada bir ülkedeki firmanın asıl sahiplerinin kim olduğunu bilmek bile mümkün değil. İtalya’ya kızıp İtalyan mallarını boykot ederken, İtalyan sanılan bir firmanın Fransızlar tarafından satın alındığının farkına bile varmayarak komik duruma düşmüştük.

Dünya çok değişti. En seçkin İskoç malt viskileri Japonlar tarafından satın alındı. Geleneksel İngiliz takımlarının Rus zenginleri, İtalyan takımlarının Arap şeyhleri tarafından alındıklarına tanık oluyoruz.

Ayrıca, oyuncuların etnik kökeni de bir anlam taşımıyor. Schalke’yi yıkan golü atan Hamit etnik olarak Türk çocuğu ama futbol hünerini ve altyapısını Almanya’da almış, birçok parlak Türk yıldızımız da onun gibi aslında temelini Almanya’ya borçlu, “Made In Germany label”li.
Onun için derim ki, artık, küreselleşen dünyada, herkes, yurtseverlik kaygısına kapılmadan, dilediği takımı dilediğince tutup rakibi için de yenilgi temennisinde bulunabilmeli.

Haa, ben yine eskisi gibi davranırım. Çünkü bir Galatasaraylı olarak, aramızdaki maçlar hariç, Fener’in yenilgisinde Galatasaray’a zafer aramam. Fener’in kötü durumda olması değil, Galatasaray’ın daha iyi durumda olması ilgilendirir beni.

Aynı tutum içinde olan çok Fenerli olduğunu iyi bilir ve onları da çok severim.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 23 Mar 2013 22:39    Sujet du message: Répondre en citant

Mecliste muhalefetin yapici olmayacgi iddiasiyla iktidar akil adamlardan olusan bir "terore çozum komisyonu" olusturmak istiyor haberi uzerine :

Citation:


Akil Adam Peşinde
Ali Sirmen - 23 Mart 2013 - Cumhuriyet


Delinin biri oturmuş hapishane duvarının üstüne, bir ayağını almış altına, diğerini sallandırmış aşağı, elinde bir elma koçanı, kemirip duruyor.
Aşağıdan geçenlerden biri kafasını kaldırıp bakmış, bizimkini görünce sormuş:
- Orada kaç kişisiniz?
- Onu bırak da söyle bakalım, siz kaç kişisiniz? Hem sen ne arıyorsun burada?
- Akil adam arıyorum, herkes gibi.
- Diyojen’in güpegündüz elinde fenerle arayıp adam bulamadığı diyarda, sen adamı buldun da bir de akilini mi arıyorsun? Ama yine de gel içeri sana bir kolaylık yaparız.
- Ben akil adamı tımarhanede neden arayayım, deli miyim?
- Delilik neyse, daha beteri var, aptallık.
- Neden ki?
- Delilik iyileşir, aptallık iyileşmez. Üstelik deliler aslında akıllıdır.
- Amma yaptın ha!...
- Zıvanadan çıkmış halinize bak! Akıllıdırlar, yönetsinler diye başınıza oturtturduklarınızın laflarına kulak ver de söyle, bizden daha akıllıya benziyor musunuz? Hem akıl tutulmasının olduğu yerde akil adam seçmek nasıl olacak?
- Neden olmasın ki?...
- Kime göre akil olan seçilecek, aklın ölçüsü ne olacak?

***

Gerçekten karizmanın “out” kerizmanın “in” olduğu bir toplumda, seçilecek olan akil adam, ne derece akil olur?
Kerizmanın “in” olduğu toplumda akil diye seçilen adam veya adamlar kaçınılmaz olarak sakil duruma düşmek konumunda değiller midir?
Hem seçilecek adamlar, kime göre akil olacak, akil adamları seçenlerin ne kadar akil olduğuna kim karar verecek ki?
Akil adamları seçecek olanlar, ancak kendileri akil olurlarsa seçtikleri de akil olur.
Eğer seçenlerin kendileri akil olurlarsa, başkalarını seçmeye ne gerek var ki? Kendileri zaten akil olduklarına göre bu işi yürütsünler, eğer kendileri akil değillerse seçtikleri nasılsa akil olamayacaktır.
Seçilenlerin gerçekten akil olduklarına kim, nasıl karar verecek?
Adaletin çiğnenip paçavraya çevrildiği bir ortamda, adil ve kalıcı bir barışın kurulabileceğine inanan kişi akil olabilir mi?
Böyle bir şeye inanan bir toplum akil olamayacağına göre, akil olmayan bir toplum akil adamları seçebilir mi?
Genel kural, toplumların seçecekleri akil adamların akıl düzeylerinin, üç aşağı beş yukarı onları seçen, toplumun ortak akıl düzeyinden daha değişik olamayacağıdır.
Toplumun şu anda karşı karşıya bulunduğu en büyük sorunun adalet olduğunu, bunu çözmeden hiçbir konuda adil ve kalıcı bir barışı getirmenin mümkün olmadığını göremeyen kişi akil olabilir mi?
Bu durumda seçilen akil adam veya adamların ilk işi “Bu iş böyle olmaz, arkadaş önce adaleti egemen kılalım, sonra kalıcı barışa gideriz” demek olmayacak mıdır?
Doğrunun emirle belirlendiği bir toplumda, özgür akıl kendi başına “doğru”yu nasıl arayıp bulacaktır ki?

***

Delinin biri oturmuş tımarhane duvarının üstüne, bir ayağını almış altına, diğerine sallandırmış aşağı, elinde bir elma koçanı, kemirip duruyor.
Aşağıdan geçenlerden biri kafasını kaldırıp bakmış, bizimkini görünce sormuş:
- Orada kaç kişisiniz
- Onu bırak da söyle bakalım, siz orada kaç kişiniz? Hem sen ne arıyorsun buralarda?
Sözde akıllı, şaşkın, mahcup yanıtlamış:
- Akil adam arıyorum.
- Boşuna uğraşma oralarda, demiş bizim deli, gel buraya! Malum ya, şu sırada akil adamlar ya bizde ya hapishanede. Başka yerde bizden akilini bulamazsın!

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 12 Avr 2013 21:09    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Ne Saklanıyor?
Ali Sirmen - 12 Nisan 2013 - Cumhuriyet


8 Nisan’da, Ergenekon duruşmasını izlemek için Silivri’deydim.
Gördüklerimden bu ülkenin bir insanı olarak utanca ve dehşete düştüm.

Silivri’de duruşma izlemeye her gidişimde utanç duyuyorum. Çünkü yargılamanın yapıldığı duruşma salonu hapishanenin içerisinde. Bildiğim kadarıyla hiçbir demokraside görülmemiş bir uygulamadır bu.

Hatırladığım tek istisna, askeri üs ve de siyasi hapishane olarak da kullanılan Yassıada’da, spor salonunda yapılan yargılamadır...
Daha sonra spor salonlarında yargılama uygulamasına askeri dönemlerde hep tanık olduk, içimizden bazıları böyle mekânlarda yargılandı.

Ama hapishane kompleksi içinde yaptırılmış ilk özel duruşma salonu şerefi 12 Eylül’ün devamı olan sivil darbe dönemine aittir.
Duruşma salonunun konumunun yanı sıra son zamanlarda kamuoyunun gittikçe artan yoğun ilgisi dolaysıyla, duruşmaları izlemek için gelmek isteyenlere karşı caydırıcı yöntemler uygulanmakta.

Silivri’ye yine duruşma izlemek için gittiğim, 13 Aralık 2013’te de mahkeme salonuna ulaşımın engellenmesi, hiç değilse güçleştirilmesi için her şey yapılmıştı. Pazartesi günü de durum aynıydı. Yine aleniyet ilkesini yok etmek için her şey yapılıyordu.
Eski İstanbul Barosu başkanlarından Av. Turgut Kazan önceki gün TV’de anlattı. salona varma yolunda karşılaştığı engelleri.

***

Daha sonra, Turgut Kazan gibi biz de duruşma salonuna kadar sızan biber gazından nasibimizi aldık. Gazetecilerin her zaman oturdukları yerin kapatılması da, bir yandan basının rahatça görev yapmasını engellerken öte yandan da duruşmayı izlemeye gelenlere adeta haykırılıyordu:

- Gelmeyin izleyici olarak buraya, istenmiyorsunuz işte, anlasanıza!

Bütün bunlara İstanbul Barosu’ndan gelen avukatlara yapılan engellemeler de eklenince, salonda yine duruşmayı izlemek üzere bulunan muhalefet milletvekilleri, itirazlarını ve taleplerini mahkeme başkanına bildirdiler.

Taleplerini mahkeme başkanına bildirmeleri doğaldı, çünkü duruşmanın disiplininden o sorumludur ve bu konudaki kararlar ona aittir.

Ama mahkeme başkanı bu taleplerden hoşnut kalmadı.
Ergenekon davasında neler olduğunun bilinmesinden siyasi iktidar da rahatsız oldu ve Başbakan bu tepkiyi şu şekilde dile getirdi:

- Aşırı uçların trenine vagon olan bir CHP var. Olayı takip edeceğiz. Ergenekon’u savunmak suçtur. Sen burada suç işliyorsun.

Başbakan’ın bu açıklamaları ve suçlamaları üzerine Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı Ergenekon davası duruşması sırasında meydana gelen olaylara ilişkin soruşturma başlattı.

***

Daha önce Ergenekon davasının savcısı olduğunu kamuoyuna alenen ilan eden Erdoğan, Silivri’de dokunulmazlık olmadığını haykırdı. CHP’lilerin Silivri’de suç işlediklerini iddia etti. Bütün bunlara karşın soruşturmayı başlatan başsavcılık şu açıklamayı yaptı:

- Soruşturmada herhangi bir makam ya da mercinin talimatı, yönlendirmesi söz konusu değildir.

Başbakan, CHP’liler suç işledi diyor ve ekliyor.

- Fezlekeler Meclis’e gelirse üstümüze düşeni yaparız.

Savcılık, soruşturma açıyor. Ama bu soruşturmada herhangi bir makamın talimatı ve yönlendirmesi olmadığını söylüyor.
Bu açıklamalar da Ergenekon Davası’nda adil yargılama yapıldığı ne denli inandırıcı ise o kadar inandırıcıdır.

Ergenekon duruşmasında, bundan önce de olduğu gibi aleniyet ilkesinin çiğnenmesi bazı şeylerin saklanmak istendiği izlenimini uyandırıyor.

İktidarın tavrı, onun da bu çaba içinde olduğunun delili olarak kabul ediliyor.

Bu durumda herkes soruyor:

- Saklanmak istenen ne?

Bu sorunun yanıtı aslında biliniyor.

Çünkü gerçek bir kez gün ışığına çıkmıştır, artık bazı şeyleri saklama ve aklama çabası nafiledir.


[/quote]
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 12 Avr 2013 21:09    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Ne Saklanıyor?
Ali Sirmen - 12 Nisan 2013 - Cumhuriyet


8 Nisan’da, Ergenekon duruşmasını izlemek için Silivri’deydim.
Gördüklerimden bu ülkenin bir insanı olarak utanca ve dehşete düştüm.

Silivri’de duruşma izlemeye her gidişimde utanç duyuyorum. Çünkü yargılamanın yapıldığı duruşma salonu hapishanenin içerisinde. Bildiğim kadarıyla hiçbir demokraside görülmemiş bir uygulamadır bu.

Hatırladığım tek istisna, askeri üs ve de siyasi hapishane olarak da kullanılan Yassıada’da, spor salonunda yapılan yargılamadır...
Daha sonra spor salonlarında yargılama uygulamasına askeri dönemlerde hep tanık olduk, içimizden bazıları böyle mekânlarda yargılandı.

Ama hapishane kompleksi içinde yaptırılmış ilk özel duruşma salonu şerefi 12 Eylül’ün devamı olan sivil darbe dönemine aittir.
Duruşma salonunun konumunun yanı sıra son zamanlarda kamuoyunun gittikçe artan yoğun ilgisi dolaysıyla, duruşmaları izlemek için gelmek isteyenlere karşı caydırıcı yöntemler uygulanmakta.

Silivri’ye yine duruşma izlemek için gittiğim, 13 Aralık 2013’te de mahkeme salonuna ulaşımın engellenmesi, hiç değilse güçleştirilmesi için her şey yapılmıştı. Pazartesi günü de durum aynıydı. Yine aleniyet ilkesini yok etmek için her şey yapılıyordu.
Eski İstanbul Barosu başkanlarından Av. Turgut Kazan önceki gün TV’de anlattı. salona varma yolunda karşılaştığı engelleri.

***

Daha sonra, Turgut Kazan gibi biz de duruşma salonuna kadar sızan biber gazından nasibimizi aldık. Gazetecilerin her zaman oturdukları yerin kapatılması da, bir yandan basının rahatça görev yapmasını engellerken öte yandan da duruşmayı izlemeye gelenlere adeta haykırılıyordu:

- Gelmeyin izleyici olarak buraya, istenmiyorsunuz işte, anlasanıza!

Bütün bunlara İstanbul Barosu’ndan gelen avukatlara yapılan engellemeler de eklenince, salonda yine duruşmayı izlemek üzere bulunan muhalefet milletvekilleri, itirazlarını ve taleplerini mahkeme başkanına bildirdiler.

Taleplerini mahkeme başkanına bildirmeleri doğaldı, çünkü duruşmanın disiplininden o sorumludur ve bu konudaki kararlar ona aittir.

Ama mahkeme başkanı bu taleplerden hoşnut kalmadı.
Ergenekon davasında neler olduğunun bilinmesinden siyasi iktidar da rahatsız oldu ve Başbakan bu tepkiyi şu şekilde dile getirdi:

- Aşırı uçların trenine vagon olan bir CHP var. Olayı takip edeceğiz. Ergenekon’u savunmak suçtur. Sen burada suç işliyorsun.

Başbakan’ın bu açıklamaları ve suçlamaları üzerine Silivri Cumhuriyet Başsavcılığı Ergenekon davası duruşması sırasında meydana gelen olaylara ilişkin soruşturma başlattı.

***

Daha önce Ergenekon davasının savcısı olduğunu kamuoyuna alenen ilan eden Erdoğan, Silivri’de dokunulmazlık olmadığını haykırdı. CHP’lilerin Silivri’de suç işlediklerini iddia etti. Bütün bunlara karşın soruşturmayı başlatan başsavcılık şu açıklamayı yaptı:

- Soruşturmada herhangi bir makam ya da mercinin talimatı, yönlendirmesi söz konusu değildir.

Başbakan, CHP’liler suç işledi diyor ve ekliyor.

- Fezlekeler Meclis’e gelirse üstümüze düşeni yaparız.

Savcılık, soruşturma açıyor. Ama bu soruşturmada herhangi bir makamın talimatı ve yönlendirmesi olmadığını söylüyor.
Bu açıklamalar da Ergenekon Davası’nda adil yargılama yapıldığı ne denli inandırıcı ise o kadar inandırıcıdır.

Ergenekon duruşmasında, bundan önce de olduğu gibi aleniyet ilkesinin çiğnenmesi bazı şeylerin saklanmak istendiği izlenimini uyandırıyor.

İktidarın tavrı, onun da bu çaba içinde olduğunun delili olarak kabul ediliyor.

Bu durumda herkes soruyor:

- Saklanmak istenen ne?

Bu sorunun yanıtı aslında biliniyor.

Çünkü gerçek bir kez gün ışığına çıkmıştır, artık bazı şeyleri saklama ve aklama çabası nafiledir.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 13 Avr 2013 20:41    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



‘Fahrenheit 451’ Türkiye 2021
Ali Sirmen - - Cumhuriyet 13 Nisan 2013


Geçen yaz 91 yaşında ölen Amerikalı bilimkurgu yazarı Ray Bradbury’nin en ünlü yapıtı, 1953’te yazdığı, Fransız yönetmen François Truffaut’nun da 1966’da filme aldığı “Fahrenheit 451”dir.

İnsanların yalnızca televizyonlardan beyin yıkayıcı şovlar ve merkezi otorite tarafından denetlenen haber programları ve propaganda yapıtları izlemelerine izin verilen, kitapların yasaklandığı, içinde kitap bulunan evlerin itfaiye teşkilatı tarafından su yerine gaz sıkan hortumlarla yakıldığı totaliter bir ülkede yaşayan Guy Montag, hiçbir şeyi sorgulamayan bir itfaiye görevlisidir.

Merkezi otoritenin direktiflerine gözü kapalı uyan Guy, hiçbir şeyi sorgulamadan yaşarken, kitap yakma görevini yerine getirmektedir. Ta ki, bir gün kitap dostu bir kıza âşık oluncaya kadar...

Ondan sonra Guy Montag’ın yaşamında sorgulamayla başlayan, kitap okunan günlerin daha özgür, daha mutlu, daha güzel olduğu yargısına vardıktan sonra, kitabın tutku haline geldiği yeni bir dönem açılır. Artık kitap tutkunlarını kovaladığı günler geride kalmış ve itfaiyecilerden kaçma günleri başlamış, avcı av olmuştur...


***

Fahrenheit 451, takipten bunalan Guy’ın kitap âşıklarının sığındığı ormana kaçmasıyla son bulur.

Kahramanımız önce, ormanda gördüklerine tam anlam veremez. İnsanlar bir şeyler mırıldanarak, dolaşmaktadırlar.

Biraz ötede yerde son nefesini vermek üzere olan birini, üzerine doğru eğilmiş bir başkası dikkatle dinlemektedir.

Kendisine açıklandığında olayı kavrar Guy.

İnsanlığın zenginliği kitapların yok olmasına razı olmayan insanların her biri bir kitaba dönüşmüştür ve eserleri ezberleyenlerden oluşan “kitap insan”lar, ormanı insanlık kütüphanesi haline getirmişlerdir.

Can çekişmekte olan kişi ise, Dante’nin “Cehennem”idir. Öleceğini anlayınca, eseri başka birine öğretip ezberletmeye çalışmaktadır. Nitekim kitabın bitiş noktasını koyunca da son nefesini verir.

Tüyler ürpertici bu son sahne, aslında kitapların yani insanoğlunun zenginlik ve özgürlüklerinin insanlar var oldukça sona ermeyeceğini ilan eder.

Ray Bradbury’nin eserini bir kez daha anımsamamın nedeni, Sağlık Bakanlığı’nın tabelalardan TC ibaresini kaldırması ile birlikte, Yalçın Bayer’in köşesinde perşembe günü çıkan bir haber oldu.

Haberde, CHP Antalya Milletvekili Gürkut Acar’ın verdiği gensoru ile ilgili olarak okullarda Atatürk’ün tişörtünün yasaklanması iddiası yer alıyordu.

***

TC ibaresinin resmi tabelalardan çıkarılması ve okullarda Atatürk tişörtlerinin yasaklanması birden aklıma Bradbury’nin Fahrenheit 451’ini getirdi ve gözümün önünde bir Türkiye 2021 manzarası canlanmasına yol açtı.

Þöyle bir Türkiye 2021 geldi gözümün önüne:

Eski güneydoğu vilayetlerine vize alarak gidilen Türkiye 2021’de, Türk, Türkiye, Türkiye Cumhuriyeti gibi deyimler yasaklanmıştır.

O dönem kitaplardan çıkarılmış ve o dönem ile simgesi olan Mustafa Kemal’i hatırlatan ve çağrıştıran bütün kitap, resim, broşür, tişört, afiş vb. yasaklanmıştır.

İktidar, bütün haberleşme araçlarını kontrol etmekte Orwel’in korkunç 1984’ündeki gibi, “Büyük Birader” hepimizi izlemekte, hepimizi dinlemektedir.

Özel “Aydınlatma Timler”i, evleri, işyerlerini kontrol etmekte, aydınlanma dönemi ile ilgili veya onu çağrıştıran ne varsa, ki Atatürk resimleri de dahil, hepsini yok etmektedir. Atatürk resimleri veya tişörtleri bulundurmak, puta tapmakla eş tutulmaktadır ve puta tapmak en büyük günah ve aynı zamanda suçtur. Zaten suç günah, günah suç demektir artık.

İşte böyle bir ortamda, okuyan, aydınlık günlerden etkilenen bir kısım insanlar ormanlara sığınmış, dağlara çıkmış, baskıya ve zulme boyun eğmemişlerdir.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 21 Avr 2013 18:15    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Kimliğini Kaybeden...

Ali Sirmen - Cumhuriyet 21.04.2013


Sevgili,

Çamlıca Tepesi’ne kondurulacak cami için hafriyat başlamış, tabii Cihangir’den bakınca belli olan bir şey henüz yok.
Yakında camii de yükselmeye başlar.
Kimileri bu caminin Çamlıca Tepesi’nin siluetini bozacağını söyleyince gülüyorum.

Hangi Çamlıca silueti, Çamlıca silueti mi kaldı ortada?
Babaannemin Tophane’deki vakıf evinin büyük odasından da şimdi yanmış olan ilkokulumun pencerelerinden ve rıhtımından da Çamlıca göründüğünden, 65 yıldan bu yana belleğime kazılmış olan o siluetin, önce beton ve çelik anten altında ezildiğini, son bir yıldır da gökdelenlerle çizildiğini söyleyebilecek yetkinlikteyim.

Kentin ve de ülkenin yeni egemenlerinin de öyle tarihi semtlerin, mekânların siluetine falan aldırdıkları yok zaten, geçmişten kalan bütün anılar ve değerler, akıl almaz bir rant hırsı, emsali görülmemiş bir görgüsüzlük, tüyler ürpertici bir vahşetle yıkılıyor, bozuluyor, siliniyor, yok ediliyor.

Mart ayında Paris’teydim. O kente ilk gidişimin üzerinden 49 yıl geçmişti. Tabii ki oradaki yaşam biçimi de ona bağlı olarak kent de değişiyordu. Başka türlüsü olamazdı, olmasını beklemek ve istemek de ahmaklık olurdu.

Ama dikkat ettim, yarım yüzyıl önceki mekânlar ve siluet, kimi yeni ilavelerle büyük ölçüde duruyordu.

***

Ya İstanbul?..

Yetmiş yıllık bir İstanbullunun kentin tarihi yarımadasındaki o eşsiz siluet dahil tasallut edilmiş, bir silet, bir mekân, anıları canlandıracak bir anıt, bir meydan, bir park bulması mümkün değil.

Zaten arayan da var mı pek de emin değilim ya!

Tabii ki, yaşayan bir kent sürekli eskinin arandığı bir arkeolojik kazı alanı değil. Tabii ki, orada yaşam ve onun değişmezi, her şeyin değişirliği egemen olacak. Ama yine de eskinin değerlerini günümüze taşıyarak, anımsatacak binalar, restoranlar, kafeler, sokaklar, ağaçlar, heykeller, dükkânlar, kamu binaları, sinema salonları, tiyatro binaları da olacak.
Çağdaş bir kent günlük gereksinimlerimizle birlikte, geçmişimizden kalanları da barındırır ve sunar bize.

Çağdaş bir kent barınma gereksinimimize yanıt verir.

Çağdaş bir kent ulaşımımızı sağlar.

Çağdaş bir kent kültürel ihtiyaçlarımızı karşılamaya çalışır.

Çağdaş bir kent sağlıklı yaşamın gereklerine göre oluşur.

Çağdaş bir kent aynı zamanda, belleğimize hitap eder, geçmişimizden günümüze uzananlara tanıklık edenleri gözlerimizin önüne serer, korur onları.

***

Bir kenti oluşturan öğelerin en önemlilerinden biri de o kentin sakinleridir. Paris’i o kadar çecikici kılan aynı zamanda Parislilerdir.

Kent, kendi kentlilerini oluşturur, kentliler de özlemleri, özenleri, kültürleri, kurallarına, geçmişine, anılarına saygılarıyla kentlerini oluştururlar.

Kimi zaman kentlerin bazı önemli günleri kendi sınırlarını aşar, ülkeye taşar o ülkenin anıları hatta, benliğinde unutulmaz bir yer kapar.
11 Eylül 2001 yalnız New Yorkluların değil, tüm Amerikalıların anılarında, kimliklerinde önemli bir yer tutar.

Emek Sineması’nı Beyoğlu’nun ortasında bir zamanlar var olan bir sinema salonu olmanın üstüne çıkaranların bu duyarlıklarına, bu bilinçlerine şapka çıkarıyorum.

Çünkü bir kentin içindeki anılarımız yalnız bizi bizim kimliğimizi değil, aynı zamanda toplumsal kimliği de oluşturur.

Galiba işin can alıcı noktası da burası.

Toplum kimliğine ne kadar sahip çıkıyorsa, anılarına, kültürel değerlerine de o kadar sahip çıkacaktır.

Bugün tabelalardan TC’nin çıkarılışına sessiz kalanlar yarın aynı şeyin kendi kimlik belgelerinden, sonra benliklerinden çıkarılmasına da tepki vermeyecekler, kendi kimliklerinin kişiliklerinin silinmesi durumuyla karşı karşıya kalacaklardır. Tabii onların kentin, ülkenin ortak anıları karşısında duyarlık göstermeleri beklenemez.

Kimliğini kaybeden anısını, belleğini haydi haydi kaybeder.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 30 Avr 2013 23:56    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Milli Duygun Yok ki Milli İçkin Olsun!..
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 30 Nisan 2013



Tayyip Bey Yeşilay kongresinde konuşurken buyurdu:

- Milli içkimiz bira değil ayrandır.

Daha sonra da alkol tüketimine karşı savaş açılması gerektiğini söyledi.

Açıklama her ne kadar gündem değiştirmeye yönelikse de aynı zamanda yaşam biçimini dayatma saplantısının göstergesi olduğu için yine de tartışılmalı.

Tayyip Bey’e baştan şu yanıtı vererek başlayalım:

- Üstadım “milli”liğiniz yok ki, milli içkiniz olsun.

Þimdi de “milli içki”yi “milli”sinden başlayarak tartışmaya koyulalım.

Kuvayı Milliyeciler, milli devletlerini kurdukları zaman, Osmanlı döneminde, gelirleri, imparatorluğun alacaklılarının paralarını tahsil için kurdukları Düyunu Umumiye İdaresi’nin tasarrufu altında bulunan tütün ve alkollü içkilerle ilgili olan Reji’yi millileştirdiler; T.C. boyunca kamunun çok önemli gelir kaynaklarından ve tütün üreticisinin en büyük destekçilerinden biri olan Tekel’i “ayrancılar” iktidara gelince özelleştirmeye karar verdiler.

***

Tekel’in özelleştirilmesinin ibret dolu öyküsü için Av. Tülay Özerman’ın Mülkiye Dergisi’nin 262. sayısında yayımlanmış olan “Tekel’in Özelleştirilmesinin Sonuçları” adlı makalesini internetten okumanızı salık veririm.

Neyse fazla ayrıntıya girmeden konuyu özetleyeyim.

Ayrancılar özelleştirmeye karar verdikleri Tekel’i ÖİB tarafından Alkollü İçkiler Sanayii ve Pazarlama, Tütün Mamulleri Sanayii ve Pazarlama olmak üzere ikiye böldüler.

Alkollü içkiler bölümünü 2003’te, 17 fabrikası, depolarında 100 milyon dolarlık hammaddesi ve 35 milyon dolarlık stokuyla birlikte 292 milyon dolara sattılar. Bu satış yapılırken, firmanın istihdam etmekte olduğu 3 bin 631 mavi yakalının tüm kıdem ve ihbar tazminatlarının Tekel’e ait olduğu da karara bağlandı.

Alkollü İçkiler Sanayii Pazarlama ve Dağıtım’ı satın alan firma, bunu altı ay sonra 920 milyon dolara bir Amerikan firmasına, o da kısa bir süre sonra 2 milyar 100 milyon dolara bir İngiliz firmasına sattı.

Böylece Cumhuriyetin kamuya mal ettiği milli kuruluş olan alkollü içkiler (şarap hariç) üretim pazarlama ve denetimini elinde tutan milli bir kurum kamudan alınarak, özelleştirilme adına yabancılaştırılmış oldu.

Kamunun bir gelir kaynağını yabancıya peşkeş çekenlerin milli değerlerinin olmadığını söylerken bunu kastediyorduk.

Milli değerler kamunun zenginliklerini yabancıya peşkeş çekmemek demek.

İş vatan millet Sakarya edebiyatı olsa, onu peşkeşçiler yapıyorlar zaten...

***

İşin toplum sağlığı ile ilgili yönüne gelince: Önce belirteyim ki, içki tüketimi medeniyet ve modernite demek değildir illa.

Bütün alkol karşıtları gerici olmadığı gibi, bütün sosyal içiciler de ilerici değillerdir.

Toplumun sağlığı için alkol bağımlığı ile mücadele devlete düşen bir görevdir. Nitekim sekiz aylık başbakanlığında (1954-1955) yaptıklarıyla, ülkesinin tarihine geçen ilerici Pierre Mendes France (1907-1982) iktidarı sırasında alkol bağımlığına karşı açtığı savaş ile de bilinir ve toplum sağlığı ile toplumsal esriklikle mücadele konusunda çıkardığı kanun ve yönetmelikler ülkesinde hâlâ geçerlidir. Tarihimizde de savaş döneminde yürürlükte olmuş olan (ama hiçbir zaman tam anlamıyla uygulanamadı) Men-i Müskirat Kanunu, Gazi olarak anılan 1. TBMM’nin eseridir.

Ancak bunlar, alkol tüketiminin toplumsal bir sorun haline geldiği ülkeler ve dönemler ile sınırlı, eğitici, caydırıcı, düzenleyici önlemlerdir.

Kişi başına alkol tüketiminde 1.4 litre ile 193 ülke arasında 143’üncü sırada olan Türkiye’de ise toplumsal tehlike söz konusu değildir.

Dilerseniz şöyle rastgele seçilmiş bir liste içinde bazı ülkelerdeki alkol tüketim miktarlarına bakalım.

Türkiye 1.4 litre. Özbekistan 1.5, Finlandiya 9.3, Yunanistan 9, Avusturya 11.4, Bosna Hersek 9.1. İtalya 8.0, İspanya 11.7, İngiltere 11.8, ABD 8.6, Afganistan 0.

Görülüyor ki, Türkiye’de toplumsal bir tehlike olmadığı için ülkenin gerçek gündeminde alkol bağımlılığıyla mücadele gibi bir sorun da yok.

Ülkenin sorunu alkol bağımlılığı değil, ayran budalası gibi, kendi yaşam tarzını karşısındakine dayatma tutkusudur.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 10 Mai 2013 1:01    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Memleketimden Hapishane Manzaraları – 1
Ali Sirmen – Cumhuriyet 09.05.2013



Son olarak Sincan 2 No’lu F Tipi Cezaevi’nde yatmakta olan İrfan Eskibağ 41 yaşında. Daha doğrusu 41 yaşındaydı. Ama artık yaşı yok. Çünkü İrfan Eskibağ yok artık. O, üç gün önce Ankara Numune Hastanesi yoğun bakım servisinde öldü.

Kendisine 3 yıl önce, pankreas kanseri teşhisi konmuş, ışın tedavisi ve kemoterapi görmüştü. Durumunun ağırlaşması üzerine, evinde ailesinin yanında ölmek üzere başvurmuş ve doktorlar da “cezaevinden çıkması gerekir” diye rapor vermişlerdi.

Ama İrfan Eskibağ, yasal açıdan da mümkün olduğu halde, evinde ailesinin yanında ölemedi. Nedeni İstanbul Adli Tabipliği’ne gönderdiği dilekçeye yanıt gelmemesiydi.

Artık gelse de kıymeti yok.

Artık İrfan Eskibağ için hiçbir şeyin kıymeti yok.

Artık İrfan Eskibağ yok.

İrfan Eskibağ’ın, hangi suçtan yattığının da önemi yok.

Önemli olan, yasal bir hakkının işlemler savsaklanarak kullandırılmaması.

8 Mayıs günkü Cumhuriyet’in 9. sayfasında yayımlanan bir haber İHD’den yapılan açıklamada ceza ve tutukevlerinde, 121’i ağırlaşmış, 108’i acil tedaviye muhtaç olan 230’u ağır olmak üzere 411 hasta olduğunun belirtildiği vurgulanıyordu.

İHD’nin açıklaması şöyle bitiyordu:
- Hükümete sesleniyoruz: “Sıra kimde?Hangi mahpusun ölümünü seyredeceksiniz?”

***

Tam ilk sırada kim var söyleyemem ama sıradakiler içinde eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun da bulunduğu kesin.

Bugünkü Cumhuriyet’te yayımlanan İstanbul Haber Servisi’nin haberinde şöyle deniyor:

“196 ülkede 20 milyondan fazla insanın kullanmasıyla dünyanın en büyük imza kampanyası platformu olan ‘www Change org’ adresi üzerinden Ergenekon davasından dört yıldır tutuklu bulunan ve ağır sağlık sorunlarıyla mücadele eden eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun tahliyesi için imza kampanyası başlatıldı.”

Rektörü bulunduğu sırada, Malatya İnönü Üniversitesi’nin bilimsel düzeyini yükseltme yönünde büyük katkılarda bulunmuş olan ve İnönü Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni karaciğer nakli konusunda büyük başarılara ulaştıran Prof. Hilmioğlu, bir süredir karaciğer kanserinden mustarip, cezaevi koşullarının sağlık durumuna iyi gelmeyeceği bir an önce tahliye edilerek tedavisinin yapılması gerektiği uzmanlarca dile getirilmesine karşın, Hilmioğlu’nu sağlığına kavuşturacak tedavinin uygun koşullarda yapılması bir türlü gerçekleşemiyor.

Herhangi bir suçtan mahkûmiyeti olmayan, kanunen masum olan Hilmioğlu, tutukluluk yoluyla idamla infaz ediliyor.

Bu arada resmi kurumlar, Hilmioğlu’nun cezaevi koşullarında tedavi edilebilip edilemeyeceği konusunda tartışmaya girişip, işi savsaklıyorlar.

***

Oysa, Hilmioğlu’nun cezaevinde tedavi edilebilip edilemeyeceği tartışması abestir. Çünkü Hilmioğlu’nun cezaevinde tutulmasının gerekçesi kalmamıştır ortada.

Hilmioğlu neden içeride?

Ergenekon davası dolayısıyla tutuklu olduğu için!

Tutukluluk hangi hallerde olur?

Sanığın suçu işlediğine dair, ciddi belirtilerin olmasının yanı sıra aynı zamanda kaçması ve delilleri karartması, sanık ve tanıklar üzerinde baskı oluşturması tehlikesinin mevcudiyeti halinde.

Hilmioğlu’nun sağlık durumu, istese de artık ne kaçmasına elverişlidir ne de delilleri karartmasına.

Peki, o zaman yapılmak istenen ne?

Dilim varmıyor ama galiba istenen Hilmioğlu’nun tutukluluk yoluyla idamı.

Benzeri durum daha önce de olmuştu.

Faili meçhul bir cinayete kurban giden, Kuddusi Okkır tahliye edildiğinde terminal aşamanın da sonuna gelmişti.

“Kuddusi Okkır cinayetinin faili neden meçhul olsun? Malum!” demeyin sakın!

Biliyorsunuz bizdeki çoğu faili meçhulün faili hem malum hem de meşhurdur.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 11 Mai 2013 1:50    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Memleketimden Hapishane Manzaraları – 2
Ali Sirmen – Cumhuriyet 10.05.2013


Dün “Memleketimden Hapishane Manzaraları-1” yazısında, İrfan Eskibağ ile Fatih Hilmioğlu’nun durumlarından söz ettim. Bu yazıyı yazarken bilgisayarıma ibretlik bir ileti düştü.

Sayın Emel Türk, 28 Þubat tutuklusu olarak Sincan’da bulunan eşinden aldığı mektubu aynıyla bana postalamıştı. Yer dolayısıyla çok az kısaltarak, sizinle paylaşmak istedim:

“Orkun Gökalp ile 2002 yılında Bosna Hersek’te tanıştık. O tarihte ikimiz de binbaşı rütbesiyle SFOR’da görevliydik. Saraybosna’nın hemen dışında yer alan Butmir kışlasındaki karargâhta kapı komşusuyduk.
Hep gülen yüzüyle, pırıl pırıl yüreğiyle dünya tatlısı bir insan olan, doğa ve fotoğraf âşığı Orkun’la irtibatımız Türkiye’ye döndükten sonra da ‘mail’leşerek’ sürdü. En son adını Balyoz’da duydum.
Halen Hasdal’da yatan Orkun’dan nisanın ortalarında uzun bir mektup aldım. ‘Bak şu başımıza gelenlere vallahi...’ diye başlayan mektubunda çokça kahkaha ikonu olmasına rağmen yaşananlara şaşkınlığı geçmemiş gibiydi. Nasıl geçsin ki? Anlattıklarına şaşmamak mümkün değil. Hele benim için...”

***

“İşte kendisine suç isnat edilen tarihlerde benimle birlikte Bosna’da olan Orkun şunları yazıyordu (kısaltarak aktarıyorum):
Abi, ben tutuklanalı 26 ay bitti.(...) İddiaya göre 2002’nin Aralık ayında dönemin 1’inci Ordu Komutanı Org. Çetin DOÐAN ile yüz yüze görüşerek Balyoz Darbe Planı içinde yer almayı kabul etmişim. ‘Yahu ben o tarihte Butmir’deyim, Çetin Paşa İstanbul’da... Nasıl yüz yüze görüşmüşüz?’ diye sordum, ama cevap veren olmadı. İsmim sözde 2002 Aralık ayında yayımlanan bir görevlendirme yazısında geçiyormuş. Yazı deyince yanlış anlama, imzalı bir evrak falan değil; bir CD içinde yer alan düpedüz sahte olarak düzenlenmiş bir Word dosyası... (...) Bosna’da olduğumuz süreçte, sorumluluk bölgem olduğu iddia edilen İstanbul’da darbe timlerine personel seçmekle suçlandım.(...) ‘Ben o tarihlerde Bosna’daydım, söz konusu seminere de katılmadım, katılamazdım’ dedikçe savcılık makamı bana Bosna hariç yeni görev yerleri buldu, ama bir türlü yurtdışında olduğumu kabul etmedi. Mahkemenin talebi üzerine Genelkurmay, K.K.K’lığı, Emniyet Genel Md’lüğü resmi yazı gönderip yurtdışında olduğumu bildirdi, ama mahkeme gerekçeli kararında ‘Sanığın savunmasına itibar edilmemiştir’ dedi. Yani aslında bana değil, devletin resmi kurumlarına itibar etmiyor.
Sonuç, ağırlaştırılmış müebbet... Teşebbüs aşamasında kaldığı iddiası ile 16 yıla indi. (...) >b>Sen ne dersen de, istersen ben suç tarihinde doğmamıştım de yine de fark etmez. Aslında ortada bir suç olmadığı gibi suçlu da olmadığını onlar da biliyor.(...) Sen bu kirli senaryo içinde seçilmiş bir karaktersin ve sana biçilmiş rolü sen benimsemesen de zorla sana oynatıyorlar. Çünkü bu davalardan elde edilecek siyasi rant her türlü insan hakları ve masumiyetin üzerinde.”

***

“İşte bu anlatım ve tespitlerin ardından, ben bu noktada halen temyiz sürecindeki Balyoz davasına bakan Yargıtay’a şu çağrıda bulunuyorum:
Değerli Yargıtay hâkimleri,
Gizli tanıkların bol bol sahne aldığı bu davalarda, ben bir ‘açık tanık’ olarak belirtirim ki Balyoz sanığı Orkun GÖKALP Kasım 2002 - Mayıs 2003 tarihleri arasında benimle birlikte Bosna Hersek’te idi. Yani kendisine isnat edilen suçu işlemiş olması mümkün değil.
Bilgilerinize önemle sunarım!
Alican TÜRK (E) Albay 28 Þubat Tutuklusu”

İşte size iki hapishanemizden iki subay mektubu, memleketimden iki hapishane manzarası daha.

Þimdi bunu okuyup, benzeri örnekleri yazacaklar çoktur.

Zahmet buyurmasınlar biliyorum, biliyorlar, biliyoruz.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 24 Mai 2013 16:11    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Nişanyan'a Özgürlük

Ali Sirmen - Cumhuriyet 24 Mayıs 2013


Bugün burada Canan Arın’ın özgürlüğünü konuşacaktık. Ama Canan Hanım’ın suçlandığı TCK 216’dan hapis cezasına çarptırılan Sevan Nişanyan’a değinmek zorunda kaldık.

Aslında konu aynı çünkü ister Canan Arın ister Sevan Nişanyan, kim olursa olsun düşünceyi savunmak demokrasiyi savunmak demektir.
Bu insanları savunmanın onlarla kişisel ilişkilerle, sempatiler antipatilerle, ileri sürdükleri görüşleri paylaşıp paylaşmamakla ilgisi yoktur.
Doğrusu Sevan Nişanyan’dan hazzetmem. Bunun da onu üzeceğini sanmam.

Sevan Nişanyan’dan hazzetmememin nedeni; tartıştığı, davranışlarından hoşlanmadığı kişilere, mecazi olarak lafla değil, fiilen b.k atmasından kaynaklanmıyor. Nihayet o karı koca arasında özel yaşamı ilgilendiren bir husus.

Antipatim bana çok ters gelse de içinde zaman zaman beliren zekâ pırıltıları dolayısıyla gülümseyerek okuduğum görüşlerini kışkırtıcı bir biçimde dile getirmesinden de kaynaklanmıyor.
Tam tersine, toplumu silkeleyen, sarsan görüşlerin ileri sürülmesi, bana ters de gelse tabii ki cevap hakkım baki kalmak üzere, hoşuma gider.


***

Sevan Bey’e antipatim, kendisinin Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi”nin değişmesi gerektiği yolundaki bir yazısını, yobazlara verip veriştiren Neyzen Tevfik’ten alıntılar yaparak e-posta yoluyla yanıtlayan o tarihte 22 yaşında olan Erdinç Kalafat hakkında savcılığa suç duyurusunda bulunarak TCK 125’ten mahkûmiyetine yol açmış olmasındandır.
“Fikir beyan eden kişi, eleştiride bulunan yazar, tabuları sarsan görüş sahibi, cebir şiddet içermemek kaydıyla kendisine yöneltilen eleştirilere, karşı hoşgörülü olmalıdır” der, bu konumda kişiler ile köşesinde oturan yurttaşın eleştirilmesindeki hakaret ölçütünün değişik olması gerektiğini düşünürüm. Nitekim demokratik ülkelerde politikacılarla ilgili olarak bu yönde içtihatlar da gelişmiştir.

Sevan Nişanyan’ın, 22 yaşındaki Bulancak Noter Kâtibi Erdinç Kalafat’ın kendisinden özür dilemiş olmasına, özelllikle eleştilerinin dinsel taasubu hedef aldığını, kendisine yönelik olmasının imkânsızlığını belirtmesine karşın, davasında ısrarcı olmasını yadırgamam şaşılacak bir husus değildir sanırım.

Kendisinden ısrarla özür dileyen genç hakkındaki şikâyetinden vazgeçmeyen Sevan Bey acaba kendisi hakkındaki karara muttali olduğunda onu hatırlamış mıdır?

Nişyanyan’ın yazısı ile Kalafat’ın e-posta iletisinin içeriklerini değinmiyorum. Çünkü kimilerine birinci daha incitici gelebilir.

***

Ama ne olursa olsun, bugün Nişanyan’ı savunma günüdür. Çünkü Nişanyan’ın düşünce özgürlüğünü savunmak, demokrasiyi savunmak, bir anlamda da Erdinç Kalafat’ı savunmak demektir.
TCK 216/3’te öngörülen dini değerlerin alenen aşağılanması suçu, demokrasi açısından çok kritik bir tartışma konusudur.
Kuşkusuz “demokrasi ve özgürlük” diyerek inananların kutsalının küçümsenmesine izin verilmesinin istenmesi pek doğru değil.
Ancak inancın alanının belirlenmesi aynı zamanda kutsalın sınırlarının çizilmesi, her zaman kolay olmamakta, belirsizliklere yol açmaktadır. Eleştirinin önüne sınırları belirsiz yasaklar koymak ise demokrasiyle bağdaşmaz.

Aynı ikilemi yaşamış olan demokratik toplumlar, çözümü olayı, ifade özgürlüğünden yana tavır alarak çözme yolunu seçmişlerdir.
İnancın alanını belirtmek son derecede güçtür. Örneğin toplumların kimi fanatik dönemlerde diktatörlere bile inançla bağlandıkları görülmüştür.
Örnek mi istiyorsunuz Nazi Almanyası’nın kutsalıydı Hitler.
Diyeceğim o ki bu muğlak alanda, çok dikkatli olmak zorundayız. Buna dikkat etmezsek herkes herkesi kutsalıma saldırdı diye suçlayabilir.
Kimin kutsalı nerede başlar nerede biter bunu demokrasiyi zedelemeden belirlemek o kadar güç ki.

Sevan Nişanyan’ın davasında Yargıtay’ın bütün bunları dikkate alacağını umalım.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 29 Mai 2013 12:37    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


AKP ile Başka Türlüsü Olamaz

Ali Sirmen - Cumhuriyet - 28 Mayıs 2013



Alkol ve tütün kısıtlaması ile igili yasanın çevresindeki yalanları ve yanılgıları temizleyelim ki, gerçek bütün açıklığıyla çıksın ortaya.
Herkesin yaşam biçimine müdahale etmeyi varlık nedenleri ve gizli gündemleri haline getirmiş olanların ilk söyledikleri yalan, anayasanın 58. maddesinin kendilerine yüklediği görevi yerine getirdikleridir.
Gerçekten de anayasanın Gençliğin Korunması başlıklı 58. maddesinin ikinci fıkrası şöyle der:

“Devlet gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden, suçluluk, kumar ve benzeri kamu alışkanlıklarından ve cehaletten korumak için gerekli tedbirleri alır.”

Bu doğrudur. Ama 58. madde oraya gelmeden önce, birinci fıkrasında devlete şu görevleri de yükler:

“Devlet, istiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müspet ilmin ışığında Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.”
Þimdi AKP’nin bu maddede sayılan bütün bu görevleri yerine getirmeye kalkıştığını söyleyebilecek kimse var mı?

Birinci fıkrada yazılanları yerine getirdiler de, sıra ikinci fıkraya mı geldi?
Güldürmeyin Allah aşkına!

***

Kaldı ki, cümle âlem biliyor ki, Türkiye’de toplumsal bir alkol düşkünlüğü tehlikesi yok.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) rakamlarına baktığınız zaman Türkiye’yi 193 ülke içinde 143. sırada görürsünüz.

Türkiye kişi başına alkol tüketiminde Müslüman Azerbaycan’ın da çok arkasında kalmaktadır. (Türkiye’de kişi başına tüketim yılda 1.8 litre, Azerbaycan’da 10.60 litre, Irak’ta 2.41 litre.)

Her ülke alkol bağımlılığıyla mücadele etmelidir ve etmektedir. Alkol bağımlılığının toplumsal maliyeti vardır. Toplumda yaygınlaşmış alkol bağımlılığına karşı mücadeleye kimse karşı çıkmaz.

Ancak demokrasilerde bu mücadele yasaklar değil, caydırıcı önlemlerle yürütülür ve alkolle mücadele konusu kişi başına alkol tüketiminin 10 litrenin üstünde olduğu toplumlarda gündeme gelir.

Ayrıca işsizlik, eğitimsizlik gibi faktörler de alkol bağımlığını teşvik eden etkenler arasında yer alır.

Tabii yerine ve zamanına göre, kimi yasaklamalara gidildiği de görülmüştür. Örneğin gece belirli saatler arasında bayilerden perakende içki satışının engellenmesi görülmemiş bir uygulama değildir.

Kadıköy Belediyesi’nin Kadife Sokak’ta getirdiği kısıtlamalara da kimse karşı çıkmamıştır.

Kısacası bizim savunduğumuz alkol bağımlılığı değil, özgürlüktür.

***

AKP ise özgürlük ve toplum sağlığı bahanesi altında, herkesin yaşam tarzına müdahale etmektedir.

Böyle olacağı geldiği günden belliydi.

Bunu söylediğimiz ve yazdığımız zaman, onlar “Biz kimsenin yaşam tarzına müdahale etmeyeceğiz” diyorlardı.

Yetmez ama evetçi sözde liberal, özde göbekçi takım da şunu söylüyordu:

- Nereden biliyorsunuz, bu sizin yaptığınıza niyet okuma denir!

Peki ne oldu?

Niyet mi okuduğumuz, doğruyu mu söylediğimiz teker teker çıkıyor ortaya.

Bugün içki konusunda bir adım daha attılar. Yarın daha da atacaklar.
Nereye kadar?

Türkiye Suudi Arabistan ve İran’a dönene kadar.

Dur bakalım ne olacak diye diye bugünlere gelindi, görün daha nerelere varılacak!

Bu yasayı beceriksizlik olarak yorumlamayıp “ne gereği vardı ki” demek de ahmaklıktır.

Çünkü ortada beceriksizlik falan yok. Amaç içkiyi yasaklamaktı. Bu yolda bir adım daha attılar.

Artık açık açık, bağıra çağıra ilan ederek yürüyecekleri günler de yakındır.

AKP ile başka türlüsünün olması mümkün değildir, hiçbir zaman da değildi.
Aksini düşünenler yanılgı içindeydiler. Bari şimdi yanlışlarını görseler!



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13616
Localisation: Paris

MessagePosté le: 31 Mai 2013 1:02    Sujet du message: Répondre en citant

Ali Sirmen -


Diktanın Tabanı İstanbul'un Talanı

Dün İstanbul’un fethinin 560. yıldönümü idi.
560 yıl önce dün ve bugün İstanbul yağma ediliyordu.
O zamanın hukuku öyle idi. Kent teslim olmadan düştüğü takdirde galiplerin talanının kimse önüne geçemezdi, galibin hükümdarı bile...
Fatih, İstanbul’un yağmasını ancak üç gün sonra durdurabilmiştir.
Zaten fetihten çok önce daha 1204 yılında IV. Haçlılar, başta Ayasofya olmak üzere kenti öylesine talan etmişlerdi ki, Doğu Roma’nın başkentinde geriye fazla bir şey kalmamıştı.
Evet 560 yıl önce dün ve bugün İstanbul talan ediliyordu.
Ama kentin tarihini yakından izleyen herkesin rahatlıkla teslim edeceği gibi, fetihten iki yüz küsur yıl önceki ve beş yüz küsur yıl sonraki talanların yanında, fethi izleyen üç günlük yağma hiç kalır.
Dün Tayyip Erdoğan tarafından temeli atılan 3. Boğaz köprüsü, fetihten yıllar sonra “İstanbul yağması”nın simgelerinden biridir ve yeni havaalanı ve Tayyip Bey’in bile çılgın diye adlandırdığı, felakete yol açmadan gerçekleşmesi imkânsız İstanbul’a kanal projesiyle birlikte ele alınmalıdır.
Aslında, Taksim Gezi Parkı’nı eski kentin siluetini bozan binaları, hepsini, ama hepsini, aynı çerçeve içinde ele almak zorunlu.

***

Genelde kent, özelde İstanbul rantı, gittikçe esas sureti ortaya çıkmaya başlayan Tayyip Erdoğan diktasının temelini oluşturuyor.
Bu durumda diyebiliriz ki, “Türkler İstanbul’u 1453’te fethettiler ve 21. yüzyılın başında yağmalamaya başladılar”.
Kentlerin arsaları, yeşil alanları meydanları, kültür eserleri, okul binaları hep tehdit altındadır.
Çünkü hızla dini totalitarizme doğru yol alan Erdoğan diktası, ekonomik olarak üretime dayanmamakta, bu değirmenin suyu üretimden değil, yağmadan, talandan gelmektedir.
Doğrusu, bu özellik ne Tayyip Bey’e ne de AKP’ye özgüdür.
Türkiye demokrasi sandığı çok partili rejime geçişle birlikte, tek parti döneminde başlayıp ivme kazanmış olan sanayileşme hamleleriyle altyapı yatırımlarını yeteri derecede sürdürüp geliştiremeyince, ne Cumhuriyetin temelindeki bağımsızlık ilkesini koruyabilmiş, ne sürdürülebilir bir kalkınmayı ne de varlığı sürdürülebilir kalkınmaya bağlı olan demokrasiyi geliştirebilmiştir.
Böylelikle ürettiğinden çok üreyen toplum, yaşamını ve bekasını, avantayla talana dayamış, devlet eliyle dağıtılan avanta ile devletin işbirliği veya göz yummasıyla yürütülen talan, rejimin üzerinde durduğu iki ayağı oluşturmuştur.

***

Tabii ki, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir ekonomik taban ile sürdürülebilir bir kalkınma söz konusu olamaz.
Sürdürülebilir ekonomik kalkınma üretimle olur, yeryüzünde sürdürülebilir bir talan düzeni olmamıştır, olmasına da imkân yoktur.
Artan kentleşme ile birlikte, AKP projesini dizayn edenler, bunun dış ayağı olarak, küresel kapitalizmin egemenlerini iç ayağı olarak da, rant ve talan ekonomisine bel bağlamış olan iki binli yılların başında kentleri çevreleyen gecekondularda yoğunlaşmış kitleleri bulmuşlardır.
Bu ayaklar üzerinde duran sistem, ne bağımsızlık, ne üretim ne de demokrasi ve özgürlük talebinde bulunur.
Nasıl ki, İslami tutuculuğu küreselleşen kapitalizmin ekonomik liberalizmle bütünleştirerek, “uyumlu İslam”ı inşa etmek AKP’nin başarısına neden olan olgulardan biriyse, eskiden siyasi iktidarın göz yumduğu yağma-talanı iktidarın tekelinde bir oluşuma dönüştürerek, kurumsallaştırmak da, Tayyip Bey’in başarı sırlarının ikincisi olmuştur.
Ve böylelikle gelişen teknolojinin de yardımıyla, tarihte eşi görülmemiş bir kent, ama özellikle de, büyük arayla başta olan İstanbul yağması başlatılmıştır.
Þehri fetheden Fatih’in adamları da, şehri istila eden IV. Haçlılar’ın çapulcuları da, bu yağmacıların yanında solda sıfır kalmışlardır.
Onlar da şimdi, patlayıncaya, tıksırıncaya kadar yağmalamaktadırlar...

[/quote][/img][/quote]
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13616
Localisation: Paris

MessagePosté le: 31 Mai 2013 1:03    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:

Ali Sirmen -


Diktanın Tabanı İstanbul'un Talanı



Dün İstanbul’un fethinin 560. yıldönümü idi.
560 yıl önce dün ve bugün İstanbul yağma ediliyordu.
O zamanın hukuku öyle idi. Kent teslim olmadan düştüğü takdirde galiplerin talanının kimse önüne geçemezdi, galibin hükümdarı bile...
Fatih, İstanbul’un yağmasını ancak üç gün sonra durdurabilmiştir.
Zaten fetihten çok önce daha 1204 yılında IV. Haçlılar, başta Ayasofya olmak üzere kenti öylesine talan etmişlerdi ki, Doğu Roma’nın başkentinde geriye fazla bir şey kalmamıştı.
Evet 560 yıl önce dün ve bugün İstanbul talan ediliyordu.
Ama kentin tarihini yakından izleyen herkesin rahatlıkla teslim edeceği gibi, fetihten iki yüz küsur yıl önceki ve beş yüz küsur yıl sonraki talanların yanında, fethi izleyen üç günlük yağma hiç kalır.
Dün Tayyip Erdoğan tarafından temeli atılan 3. Boğaz köprüsü, fetihten yıllar sonra “İstanbul yağması”nın simgelerinden biridir ve yeni havaalanı ve Tayyip Bey’in bile çılgın diye adlandırdığı, felakete yol açmadan gerçekleşmesi imkânsız İstanbul’a kanal projesiyle birlikte ele alınmalıdır.
Aslında, Taksim Gezi Parkı’nı eski kentin siluetini bozan binaları, hepsini, ama hepsini, aynı çerçeve içinde ele almak zorunlu.

***

Genelde kent, özelde İstanbul rantı, gittikçe esas sureti ortaya çıkmaya başlayan Tayyip Erdoğan diktasının temelini oluşturuyor.
Bu durumda diyebiliriz ki, “Türkler İstanbul’u 1453’te fethettiler ve 21. yüzyılın başında yağmalamaya başladılar”.
Kentlerin arsaları, yeşil alanları meydanları, kültür eserleri, okul binaları hep tehdit altındadır.
Çünkü hızla dini totalitarizme doğru yol alan Erdoğan diktası, ekonomik olarak üretime dayanmamakta, bu değirmenin suyu üretimden değil, yağmadan, talandan gelmektedir.
Doğrusu, bu özellik ne Tayyip Bey’e ne de AKP’ye özgüdür.
Türkiye demokrasi sandığı çok partili rejime geçişle birlikte, tek parti döneminde başlayıp ivme kazanmış olan sanayileşme hamleleriyle altyapı yatırımlarını yeteri derecede sürdürüp geliştiremeyince, ne Cumhuriyetin temelindeki bağımsızlık ilkesini koruyabilmiş, ne sürdürülebilir bir kalkınmayı ne de varlığı sürdürülebilir kalkınmaya bağlı olan demokrasiyi geliştirebilmiştir.
Böylelikle ürettiğinden çok üreyen toplum, yaşamını ve bekasını, avantayla talana dayamış, devlet eliyle dağıtılan avanta ile devletin işbirliği veya göz yummasıyla yürütülen talan, rejimin üzerinde durduğu iki ayağı oluşturmuştur.

***

Tabii ki, dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir ekonomik taban ile sürdürülebilir bir kalkınma söz konusu olamaz.
Sürdürülebilir ekonomik kalkınma üretimle olur, yeryüzünde sürdürülebilir bir talan düzeni olmamıştır, olmasına da imkân yoktur.
Artan kentleşme ile birlikte, AKP projesini dizayn edenler, bunun dış ayağı olarak, küresel kapitalizmin egemenlerini iç ayağı olarak da, rant ve talan ekonomisine bel bağlamış olan iki binli yılların başında kentleri çevreleyen gecekondularda yoğunlaşmış kitleleri bulmuşlardır.
Bu ayaklar üzerinde duran sistem, ne bağımsızlık, ne üretim ne de demokrasi ve özgürlük talebinde bulunur.
Nasıl ki, İslami tutuculuğu küreselleşen kapitalizmin ekonomik liberalizmle bütünleştirerek, “uyumlu İslam”ı inşa etmek AKP’nin başarısına neden olan olgulardan biriyse, eskiden siyasi iktidarın göz yumduğu yağma-talanı iktidarın tekelinde bir oluşuma dönüştürerek, kurumsallaştırmak da, Tayyip Bey’in başarı sırlarının ikincisi olmuştur.
Ve böylelikle gelişen teknolojinin de yardımıyla, tarihte eşi görülmemiş bir kent, ama özellikle de, büyük arayla başta olan İstanbul yağması başlatılmıştır.
Þehri fetheden Fatih’in adamları da, şehri istila eden IV. Haçlılar’ın çapulcuları da, bu yağmacıların yanında solda sıfır kalmışlardır.
Onlar da şimdi, patlayıncaya, tıksırıncaya kadar yağmalamaktadırlar...

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 03 Juin 2013 0:01    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Gezi Parkı Çocukları
Ali Sirmen - Cumhuriyet 02.06.2013

Sevgili,

Parklar bana hep büyük kentlerin, günah çıkarma, doğadan özür dileme alanları gibi gelir.

Yoğun kentleşme başlayınca eskiden doğa ile kucak kucağa yaşayan insan, ondan uzaklaşmasını telafi etmek için kentlerinin orasına, burasına irili ufaklı parklar oturtmuştur.

Kentlerin, şaşmaz uygarlık ölçütlerinden biri de parklardır.
Dünyanın büyük ünlü kentlerinin, her birinin kendileri kadar ünlü parkları vardır.

Orada, doğayla hemhal olup yeşille kucaklaşılır, temiz hava solunur.
Büyük kentleri anarken parklarını hatırlamadan edemezsin.
Central Park’sız New York, Hyde Park’sız Londra düşünülemez. Paris’in iki ucundaki parklar park olmaktan çıkıp, koru olarak anılırlar, göbekteki Luxembourg Parkı ile Monceaux ve Montsouris parkları da ünlüdür.
Uzun yıllar, insanların içine kapanık bir yaşam sürdüğü İstanbul’da ise Avrupa yakasının iki büyük parkı, Gülhane ile Yıldız Parkları eski saray bahçeleridir.

***

Taksim Gezi Parkı, kentin daha yeni merkezinde olduğundan daha çok bilinir.

Taksim Gezisi’nin yerinde daha önce, 1806 yılında Halil Paşa tarafından yaptırılmış olan melez biçemli Topçu Kışlası vardı.

Cumhuriyet dönemi yöneticileri kentin park eksiğini gidermek üzere çalışmalar yaparlarken, Fransız Henri Prost’un önerisine uyarak, Topçu Kışlası’nın olduğu yerden Maçka’ya kadar uzanan bir park alanı oluşturmaya karar vermişler ve 1940 yılında kışlayı yıktırmışlardır.
Kışlanın yerine yapılan Gezi Parkı’nda açık hava çayhanesi gibi halkın gelip nefes alabileceği mekânlar da yapılmış ve 31 Mart vakasından başlayarak, birçok tarihi olaya mekân olmuş olan “Gezi”, kentin birinci meydan parkı haline dönüşmüştü.

Kent rantı talanı ekonomisinin bir numaralı kaynağı olan, 21. yüzyılla başlayan AKP iktidarının Taksim Meydanı ile Gezi Parkı’na ilgisiz kalması, buradaki rantı görmezden gelmesi beklenemezdi.

***

Bir zamanlar, kıyısında ağaçların altında “Mutfak” diye hoş bir mekânın tiryakisi olduğum, Gezi Parkı gerçi zaten son yıllarda orasından burasından kemirilmeye başlanmıştı. Ama AKP son ve öldürücü darbeyi indirdi.

Bunlara karşılık kentin sakinleri, kentin alanlarına, parklarına kültür binalarına sahip çıkmaya çalıştılar, Topçu Kışlası’nın yeniden ihyası adı altında yeni rant alanları oluşturulmasına karşı koydular.

Taksim’deki olayları kışkırtmayla açıklamak isteyen iktidar, Taksim Gezi Parkı’nı korumak için oluşturulmuş sivil toplum kuruluşlarını görmezden geliyor, tıpkı, yeni inşaat kararı hakkında 6. İdare Mahkemesi’nin verdiği yürütmeyi durdurma kararını olduğu gibi...

Bütün bunlar birikimi artırdı ve Taksim Gezi Parkı savaş alanına dönüştü.
İstanbul’un Gezi Parkı Çocukları bana 1906’da yazılmış olan Pal Sokağı Çocukları’nın öyküsünü hatırlatıyor.

Evet, 20. yüzyıl başında, kentleşmenin yoğunluğundan, çocuklara nefes alma ve oyun alanının kalmadığı Budapeşte’den Pal Sokağı’nın yoksul çocuklarının, “Kızıl Gömlekliler” denen zengin veletlere karşı “kale”lerini korumaları gibi, İstanbullular da Gezi Parkı’nı belediye’nin dozerlerine, rant iktidarının polisinin biber gazlarına karşı direnerek korumaya çalışıyorlar.

Parkın yeşiline göz diken rantiyeler, ummadıkları bir halk direnişiyle karşılaştı.

İçlerinden Nemeçek’i elde son kalan toprak parçasını savunurken şehit veren Budapeşte’deki Pal Sokağı çocuklarından 107 yıl sonra İstanbul’da Taksim Gezi Parkı çocukları kentin göbeğinde, rantiye faşizminin talanına karşı, elde kalan son yeşili korumanın savaşını veriyor.

Bakalım, analarının ak sütü gibi helal parklarının üzerinde rant ve talan bayrağının dalgalanmasını engelleyebilecekler mi?

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3, 4, 5 ... 19, 20, 21  Suivante
Page 4 sur 21

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.