341 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 341
Membre(s) : 0
Total :341

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 1 jour, 02 min.14
murat_erpuyan : 1 jour, 04 min.38
SelimIII : 1 jour, 13h29:10
Salih_Bozok : 4 jours
cengiz-han : 4 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Aller à la page Précédente  1, 2, 3 ... 18, 19, 20, 21  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 16 Jan 2020 3:08    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Montrö’yü kafaya takmak

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 10 Ocak 2020



Kanal İstanbul, gündemi hızla değişen Türkiye’nin bu yapısına karşın tartışmaların odağındaki yerini koruyor. Arkadaşımız Mehmet Ali Güller’in 2 Ocak 2020 tarihli “Karadeniz’e NATO yolu” yazısındaki açıklamasından sonra, Kanal İstanbul tartışmasının odağına da Montrö Boğazlar Sözleşmesi geldi oturdu. M. Güller söz konusu yazısında, Kanal İstanbul ÇED raporunun 1426. sayfasında Saroz Körfezi’nden Zincirbozan mevkiinden Marmara Denizi’ne bir kanal açılmasının önerildiğini açıklamaktaydı.

Başlangıçta pek fazla kişinin dikkatini çekmeyen bu öneri yaşama geçtiğinde, Kanal İstanbul gerçekten arkadaşımızın belirttiği gibi “Karadeniz’e NATO yolu” haline gelecektir.

Olayı daha iyi kavramak için, 1936 tarihli Montrö (Montreux) Boğazlar Sözleşmesi’ne kısaca göz atalım.


* * *


20 Temmuz 1936 tarihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin Boğazlar üzerindeki tam egemenliğini kabul etmektedir.

Daha önce Lozan’ın Boğazlar ile ilgili hükümleri bu nitelikte olmayıp Boğazlarda askersizleştirilmiş bölgeler oluşturulması ve bunun da Milletler Cemiyeti tarafından saptanacak bir uluslararası komisyonca denetlenmesi öngörülmekteydi.

Dünya ikinci paylaşım savaşına doğru hızla evrilirken, Milletler Cemiyeti’nin aczi ortaya çıkınca beliren elverişli koşullardan yararlanan Türkiye’nin ön ayak olmasıyla 20 Temmuz 1936’da imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesi sivil gemilerin bu suyolundan geçişlerini serbest kılarken, savaş gemilerinin geçişlerine, nitelik, tonaj ve Karadeniz’de kalma süreleri açısından, bu denize kıyıdaş olmayan ülkelere bazı kısıtlamalar getirmiştir.

Denizlerde seyrüsefer serbestisi üzerinde hiçbir kısıtı kabul etmeyen ABD’nin 19. yüzyıl başından itibaren yürüttüğü temel politika Montrö’nün ruhuyla çatışmaktaydı.

Sözleşme hükümlerini uygulama yetkisine sahip olan Türkiye ise yorumlarında, sözleşmenin ruhuna uygun davranıyordu. Nitekim 1970’li yıllarda Sovyetler’in Minsk ve Kiev savaş gemilerinin, NATO’nun bunların uçak gemisi oldukları yolundaki görüşüne karşın Ankara, bunların münhasıran uçak taşımaya yönelik olmayan su üstü savaş gemileri olduğu gerekçesiyle Boğazlardan geçmesine izin vermişti.

Zamanla, ABD’nin Karadeniz’deki askeri ağırlığını artırma niyeti, Washington’ın, Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin kıyıdaş ülkelere ayrıcalık tanıyan maddelerinin değiştirilmesi için kulis faaliyetini yoğunlaştırmasına neden oldu.

Günümüzde, Kanal İstanbul’un gündeme gelmesi, dikkatlerin Montrö Sözleşmesi’nin savaş gemilerinin Boğazlardan geçişiyle ilgili maddelerinin üstünde yoğunlaşmasına yol açtı.

Gerçekten de Karadeniz’e kıyısı olmayan herhangi bir ülke (pratikte tabii ki ABD) savaş gemilerini İstanbul Boğazı’ndan değil de Kanal İstanbul’dan geçirerek Karadeniz’e soksa, Boğazlar Sözleşmesi’nin kısıtlayıcı hükümlerinden kurtulamaz mıydı?

Montrö Boğazlar Sözleşmesi adından da anlaşılacağı üzere, Çanakkale ve İstanbul boğazlarının her ikisini de kapsadığına göre, böyle bir olasılık mümkün değildi.


* * *


Ama ÇED raporunda ileri sürülen öneri şimdi, Montrö’nün iki kanalla baypass edilme imkânını ve böylelikle, Karadeniz’in bir barış denizi olmaktan çıkarılması olasılığını doğuruyor.

Cumhurbaşkanı geçen hafta CNN Türk ve Kanal D’nin ortak yayındaki basın söyleşisinde Kanal İstanbul ile ilgili olarak şunları söylüyordu:

- Montrö’yü kafanıza takmayın!

Cumhurbaşkanı’nın bunları söylerken aklından neler geçiyordu, bilemeyiz ama bizim Montrö’yü kafamıza takmamamıza imkân yok.

Çünkü Montrö topraklarımız üzerindeki mutlak egemenliğimizin kapsamına Boğazları da dahil eden ve bu niteliği yüzünden Lozan’ı tamamlayan bir tapu senedidir.

Bu tapuyu deldirtmek aklın alacağı iş değildir.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 16 Jan 2020 3:10    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Sen derdini Putin’e anlat

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 14 Ocak 2020



Tayyip Bey Kanal İstanbul’u yeniden gündeme getirdiğinde kıyamet koptu. Kamuoyundan yükselen akla bilime aykırı, Montrö’nün kurduğu dengeyi tendit etmesi olasılığı güçlü, doğaya, çevreye, kente zararlı, çok maliyetli, savunma açısından sakıncalı yollu itirazlar; yapma etme çığlıkları, yalvarmalar, yakarmalar fayda etmedi, Tayyip Bey kestirip attı:

- İsteseniz de, istemeseniz de, Kanal İstanbul yapılacak!

Bu dayatma Kanal İstanbul’un halkoylamasına götürülmesinin de önünü tıkayarak “Sandık öyle istiyor” dönemini de kapattı. Daha doğrusu, kutsal sandık dönemi, AKP son yerel seçimlerde Türkiye’nin en üretken en dinamik odakları olan, başta İstanbul olmak üzere büyükşehir belediyelerinde, AKP’yi sandığa gömdüğü andan itibaren, “ben sandığı beni sevdiği ölçüde severim” denerek kapatılmıştı. Ama ardından gelenin ne dönemi olduğu bilinmiyordu. Kanal İstanbul tartışmalarının sonunda gelen dayatma yeni dönemin de adını koydu: “İstesen de istemesen de dönemi.”

Sandık bir kere AKP’ye iktidarı verdikten sonra, işlevini tamamlamış oluyordu. Artık, iktidar, sandık dahil herkese istesen de istemesen de diyerek, her istediğini yapabilirdi.

Kanal İstanbul dayatmasıyla başlayan yeni dönemde, onu hemen Libya’ya asker gönderme tartışması izledi.


* * *


Orada da durum aynıydı. Kamuoyu bu dış harekâtı istemiyordu, ama AKP kararlıydı, parlamentoda MHP’nin oylarını da yanına alarak kamuoyuna restini çekti:

- Arkadaş istesen de istemesen de ben Libya’ya askeri gönderiyorum.

Ve nitekim gönderdi de...

Bu sırada “Asker gönderdiniz bari arabuluculuk rolüne soyunun da taraf tutarak iç savaşın girdabına düşmeyelim” diyenlere karşı da tavır kesindi:

- Orada bir taraf meşru, öbürü değil. Meşru ile gayri meşru arasında arabuluculuk olmaz. Bizden bunu istemeyin!

İşte işler bu minval üzere gider, Libya’ya istesen de istemesen de asker gönderilir, arabuluculuk istemleri kesin dille geri çevrilirken Vladimir Putin, Türk akımı hattının açılışı için ülkemize geldi.

Türkiye ve Rusya’nın devlet başkanının görüşülecek Türk Akımı projesinin yanı sıra çok daha önemli konuları vardı.

Baş başa kapandılar ve görüştüler. Toplantıdan sonra iki liderin de yüzlerinde güller açarak yaptıkları açıklamada vurgulanan hususlar içinde herkese en şaşırtıcı geleni şu oldu:

Türkiye ve Rusya, Libya’da arabuluculuk misyonunu yükleneceklerdi.

Hani Tayyip Bey, arabuluculuk önerilerine karşıydı ve meşru ile gayri meşru arasında arabulucuk da nasıl olacakmış diyordu üç gün öncesine dek?

Ne olmuştu da, Tayyip Bey fikir değiştirmişti?

Anlaşılan baş başa kalınca, Putin’in yüksek ikna gücü etkili oluvermişti ve Tayyip Bey üç gün önce isteseniz de istemeseniz de olmaz, dediği konuda görüş değiştirmişti.

Bu olay, AKP’nin yeni isteseniz de istemeseniz de döneminin panzehirini de göstermiş oldu:

Putin’in yüksek ikna yeteneği.

Bundan böyle, bir konuda derdini anlatamayıp istesen de istemesen de duvarına toslayan kim olursa olsun, bilmeli ki, direnmeyip derdini Putin’e anlatsın, o yüksek ikna gücüyle, bizimkinin Türkçesiyle iyi anlatamadığı derdini daha iyi anlatır.


* * *


Þaka bir yana, denge ve denetim mekanizması iflas etmiş olan toplumlarda, dış dinamikler iç dinamiklerden daha ikna edici oluyorlar.

Bunda da fazla şaşacak bir yan yok. Çünkü demokrasilerde iç kamuoylarının ikna edici güçleri o denge ve denetleme mekanizmalarından doğuyor. Başka bir deyişle, iç dinamiğin ikna için denge ve denetleme mekanizmalarında yatandan başka yaptırım gücü yoktur.

Türkiye’de de durum budur.

Kamuoyu, sistemin denge ve denetleme mekanizmaları iflas ettiğinden, Putin kadar ikna gücüne sahip değildir. Tabii bir konuda ikna gücü Putin olurken, başka bir konuda bir başkası, örneğin Trump olabilir.

Putin ile Trump’ın ikna güçleri arasındaki denge de, AKP’nin dış politikasındaki hareket marjını belirler.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 06 Mar 2020 23:02    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Ne için savaşıyoruz?

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 06 Mart 2020




Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, ziyaret ettiği Samandağ’daki bir şehit evinde savaşın daha ne kadar süreceği sorusuna, Esad rejimi yıkılana kadar, yanıtını vermiş.

Akar’ın bulunduğu makam, yanıtı son derecede önemli kılıyor.

Akar’ın söz konusu açıklamasına kadar, Türkiye’nin resmi tezi, terör örgütlerinin neden oldukları tehditlere karşı Suriye’de var olduğumuzdu.

Bu, komşudaki askeri varlığımızın meşruiyetini sağlayan gerekçeyi de oluşturuyordu. Türkiye aynı zamanda, kendi güvenliğinin Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı çerçevesi içinde garanti altında olacağını da söylüyor ve bunun güvence altına alınmasına bağlılığını belirtiyordu.

Bu durumda, Hulusi Akar’ın Türkiye’nin Suriye Savaşı’nı Suriye rejimi yıkılıncaya kadar sürdürmek istediği yönündeki açıklaması çok yaşamsal bir sorunun bir kez daha sorulmasına neden olmaktadır:

Suriye’de ne için savaşıyoruz????

Soru, karar makamı olan Cumhurbaşkanı’nın son günlerdeki açıklamalarıyla bir kez daha önem kazanıyor. Gerçekten de Tayyip Bey, Suriye’de insanları cendere altında tutan baskı rejimi son bulup demokrasi gelene kadar pes etmeyeceğini söylemiştir.

Bu açıklama da Türkiye’nin Suriye’deki varlığının resmi gerekçesiyle çelişmektedir.

Ne kadar insancıl ve ilk bakışta çekici görünse bile ülkelerin silah zoruyla başka ülkelere demokrasi götürme hakları yoktur.

***

ABD’nin hâlâ günümüzde bile sürmekte olan, demokrasi götürmek için askeri müdahale formülü, utanmaz bir emperyalizm yalanından başka bir şey değildir.

Hiçbir yabancı güç, başka bir ülkeye şimdiye kadar demokrasi götürmemiştir. Tam tersi, emperyalist askeri müdahaleler, demokrasi ve insan hakları yönünden daha da olumsuz sonuçlar doğurmuştur.

Bu gerçeklerin ışığında, Türkiye’de karar makamında olan kişilerin bu yöndeki açıklamalarının ülkemizin Suriye’deki askeri varlığının meşruiyetini de zedeleyeceği açıktır.

Her şeyden önce Türkiye kendi açısından Suriye’de ne için savaştığını açıklıkla bilmek zorundadır.

Bütün askeri harekâtların, bütün savaşların baştan, önceden belirlenmiş bir görev tanımı vardır. “Savaş”ın sivil iktidar tarafından belirlenen bu görev tanımının olmaması düşünülemez. Ne için yürütülmekte ve hangi amaca yönelik olduğu bilinmeyen savaşlar, uluslar açısından yalnızca cinayet değil, aynı zamanda intihardır da...

“Suriye’de ne için savaşıyoruz” sorusunun açık ve net yanıtını derhal bulmak zorundayız.

İlk darbe Barış’a...

8 Þubat günü bu köşede çıkan “Eyvah yine askeri vesayet” yazısı aslında arkadaşımız Barış Terkoğlu’nun tutuklanmasının ön habercisi bir uyarıydı. “Askeri vesayeti tasfiye ediyoruz” savının bir sürü kumpasın kalkanı haline getirilerek hukukun ayaklar altına alındığı bir utanç döneminde yaşananları unutmamış olanlar, askeri vesayet bahanesinin, darbe tehdidi de eklenerek yeniden ısıtılıp önümüze konmasının, yeni kumpaslar döneminin başlaması tehlikesini doğurmakta olduğunu hep gördüler.

Evet, 18 Þubat günkü yazıda, ilk kumpas döneminden nasibini almış Barış Terkoğlu ismen bildirilmiyordu, ama olacak olanlar anlatılıyordu. Aynı önceki kumpas döneminde olduğu gibi, bu kumpas döneminde de, daha önceden Meclis kürsüsünden açıklanmış ve dolayısıyla sır niteliği kalmamış bir devlet sırrı garabetinin yaşandığı Barış Terkoğlu’nun tutuklanma olayında, önceki dönemde olduğu gibi, sabaha karşı ev basarak gözaltına alma yönteminin yine unutulmadığını da görüyoruz.

“Peki, neden Barış ile başladılar, neden önce onu aldılar” sorusu ise saf kalıyor.

Tabii ki Barış olacak, savaş olacak değildi ya!

Ama bu kez bu Barış, bir daha sefere de öbür Barış...

Hepimiz adına dayan Barış!


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 19 Mar 2020 1:55    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



8 Mart mektubu

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 10 Mart 2020



“Yıllar önce bir ekim günü, ilk karşılaştığımızda, başını eğip koca gözlerini gözlerime dikti. Saydam tenli, beyaz bir kızdım; inatçıydım, gururluydum, pervasızdım, daha sonra onun belirteceği gibi, kovan çevresinde dönüp duran arıları andıran saçlarımla etrafıma yaşam sevinci saçıyordum. Kaçırmadım gözlerimi, ben de meydan okudum ona. Ama içimin ıvıl ıvıl olduğunu duyunca, kızardım, korktum. Korunma içgüdümle aldırmazca çevirdim başımı.

Biliyordum, o hâlâ öyle bakıyordu bana.

Nerede mi karşılaşmıştık?

Bir ortak tanıdığımızın evinde, üniversitenin kayıt kuyruğunda, mahalle sinemasının fuayesinde.

Ne önemi var, öykü hiç değişmiyor ki...

Artık hep çevremdeydi. O beni elde etmek istedikçe direniyordum. Hatta bir gün fakülte dönüşünde bir kitap vermek üzere eve çağırdığında, kimse olmamasından yararlanarak bana sarılmak istediğinde, oracıktaki çerçeveli fotoğrafı kafasına indirdiğimde kocaman gözlerini açmış, şaşkın kalakalışını hiç unutmuyorum.

Keşke hep öyle kalsaydı.

Sonra bir bahar günü kırıldı direncim. İlk kez bir erkek sarıldı bana. Beni ilk öptüğünde yüzünün nasıl olduğunu hatırlamıyorum, gözlerim kapalıydı.

Koynuna ilk girdiğimde utancımdan ve heyecanımdan ne olduğunu bile anlayamadım doğru dürüst. Yalnızca tenimin güneş koktuğunu söylediğini anımsıyorum.

***

Evlendik. Kocamdı artık.

Onu seviyordum, o da beni, sevgimizi geliştirecek, yaşamı acı ve tatlı yanlarıyla paylaşıp birbiriyle dayanışacak iki eşit insan, bir bütünün iki parçası olacaktık.

Olamadık.

Ben her şeyimi paylaşırken, o sinsi sinsi benliğimi teslim almaya çalışıyormuş. Her zaman açıkça dile getirmese bile kendini benim sahibim, efendim, olarak görüyordu. O, hep buyurgan ve önde olmalıydı.

Yaşamın güçlüğünü paylaşıyorduk paylaşmasına da başarı, onur hep onun olmalıydı. Benim tek önemli başarım onun karısı olmaktı.

Tek başına kocamın geliriyle geçinemezdik. Ben de sabahtan akşama işte çalışıyor, akşam yorgun argın eve dönünce, yemek yapıyor, sofra hazırlıyor, bulaşıkları yıkıyor, sonra da üzerimden uyku akarken, ertesi gün giyeceklerini ütülüyordum. O ise yemekten sonra bir köşede otururdu. Benim ne kendime ait bir köşem oldu, ne de kendime ait bir zamanım.

Sonra çocuğumuz oldu. Nasıl yetiştirileceğini o buyurur, ben uygulardım. Evde kuralları o koyardı. Dışarıda da kuralları onlar koyarlardı.

Doğrusunu söylemek gerek, yaşam onun yüzüne de her zaman gülmüyor, kurallar onu da baskı altında tutuyor, eziyordu.

***

Sonra bir gün hapse girdi.

Neden mi, ne fark eder ki! İster kan davasından, ister mera kavgasından, ister düşünce suçundan olsun, bir tutuklunun karısının durumu yüklenen suçun türüyle değişmiyor ki...

Yıllarca hapishane kapılarında koşturdum.

Onun dış dünya ile bağlantısı, eli ayağı, gözü kulağı oldum. Onun için koşturuyor, konuşuyor, davalara giriyor, açıklamalar yapıyor ve başta görüş günleri olmak üzere hep güler yüzlü oluyordum. O yakınmakta, sinirlenmekte özgürdü. Oysa her zaman sakin, kendine hâkim ve güleryüzlü olmalıydı bir mahpusun karısı.

Yıllar sonra çıktı...

Ben etkin rolümden kendi isteğimle çekildim. Âdet böyle gerektiriyordu. Kural böyleydi.

O günler de şimdi çok eskilerde kaldı. Her şey olağan akışında sürüyor yine...

İkimiz de yaşlanıyoruz artık.

Þimdilerde her gece uyandığımda bakıyorum yanımda yatan adama. Ezilmiş, baskı altında tutulmuş, horlanmış ama aynı zamanda beni ezmiş, horlamış, kişiliğimi teslim almaya kalkmış, sevgi sözcükleriyle yaşamımı tutsak etmiş adama.

Biliyorum, beni seviyor ama sevgisi bile bir egemenlik belirtisi, bir başka buyruk. O dilediği gibi yaşadı, benim ise kendime ait bir dakikam, bir köşem olmadı. Onun kendine ait başarıları, anıları olabilir, benim onsuz anılarım olamaz.

Toplum ölçülerine göre mutlu bir çifttik. Ama artık gittikçe sonuna yaklaşan yaşamıma bakınca neleri yitirdiğimi, nasıl bir tutsak ömrü sürdüğümü ve yanımda yatan adamın, kocamın en büyük aşkım ve de düşmanım olduğunu anlıyorum.”

***

Bu mektup e-posta ile 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde geldi. Ben burada yazan kadının adını vermeyeceğim.

Ne önemi var ki, kadının adı Ayşe de olabilir, Fatma da, Songül de, Mine de...




Dernière édition par murat_erpuyan le 20 Mar 2020 19:43; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 19 Mar 2020 1:57    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Bayrağı bayrak yapan ne​?
Ali Sirmen - Cumhuriyet, 13 Mart 2020



Futbol televizyon aracılığıyla, artık evlerimize kadar girdi, eskiden salt erkeklerin ilgi alanındayken şimdi kadınların da ilgisini çekmeye ve onların da tutkusu olmaya başladı. Bir zamanlar her hafta sonu stadyumda canlı olarak izlediğim maçları artık televizyondan naklen izliyorum. Tabii, tribünden, halkın içinden izlemenin gerçekliğini ve tadını vermiyor televizyon, ama buna karşılık birden çok maçı arka arkaya görebilmek olanağını buluyorsunuz; tribünde olduğu kadar olmasa da bir ölçüde toplumu koklamak olanağına da kavuşuyorsunuz.

Bir süredir, gol sevincini asker selamı ile yaşayan oyuncularımız ve oturdukları yerde açtıkları pankartlarla dünyaya seslenen seyircilerimiz sayesinde futbol sahalarımız ve tribünler savaş alanına döndü.

Suriye’de yoğunlaşan çatışmalar ve birden artan şehit sayısı üzerine her taraf kan kokuyor, ölüm çığlıkları çağrıştırıyor. Aklı başında sağduyulu insanların büyük çoğunluğunu rahatsız ediyor bu durum.

Nitekim salı günkü Cumhuriyet de bu durumdan yakınıyor ve yükselen şovenizm üzerine şu manşeti atıyordu:

“Akıl ülkeyi terk etti.”

Aynı şeyleri iki gün önce televizyondan naklen maç izlerken tribündeki şu pankartı görünce hissetmiştim:

“Bayrağı bayrak yapan kandır?/ Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.”

***

İnsan çocukken böyle seslenişlerden etkileniyor. Ama aradan zaman geçince, olaya daha sağduyulu bakmaya ve düşünmeye başlıyor:

- Gerçekten, bayrağı herhangi bir bez parçasından ayırıp da bayrak yapan ne?

- Üzerinde yaşadığımız toprağı vatan haline getiren etken, salt onun uğruna gözünü kırpmadan can vermiş ve vermekte olanların varlığı mı?

- O zaman kanla sulanmak zorunluluğu olmayan bayrak, uğrunda can vermek zorunda kalmayacağımız vatanın olduğu barışçıl bir dünya özlemi aptallık mı??

Biraz düşününce bunun böyle olmadığını, bezi bayrak haline getiren etkenin akıtılan kan, toprağı vatana dönüştürenin salt şehitler olmadığını, yani bunlara kutsallık kazandıranın uğurlarında verilen canlar olmadığını, tam tersine uğurlarına verilen canların nedeninin, onların kutsallığı olduğunu görürsünüz.

Yani onlar uğurlarında ölündükleri için kutsal değil. Ama zaten kutsal oldukları için uğurlarında gerektiğinde ölünüyor.

Peki, o zaman bu bezi ve bu toprağı kutsal kılan ne?

***

Hiç uzatmaya gerek yok. Bayrağı bayrak yapan da, toprağı vatan yapan da onların toplumsal bir uzlaşmanın, bir amaç birlikteliğinin ürünleri ve simgeleri olmalarıdır.

O zaman deyişi doğru şekliyle şöyle dile getirmek gerek:

- Bez parçasını bayrak yapan da, toprağı vatan kılan da toplumsal mutabakattır.

İnsanlar belirli bir toprak parçası üzerinde, ortak bir amaca varmak için karşılıklı rıza ile birbirlerinin gözünü oymadan bir amaç birliği içinde bir arada yaşıyorlarsa, o yaşanan toprak parçası vatandır, o beraberliğin simgesi olan bez de bayraktır.

Çağımızda bayrağın da, vatanın da anlamları budur.

Ama vardığımız aşamada bu da yetmiyor. Bayrağın aynı zamanda, insanların üzerinde yaşadıkları vatanda birbirlerinin hak ve özgürlüklerine, birbirlerinin emeklerine saygı düzeninin de simgesi olması gerekiyor.

Artık insanlar “üzerinde doğduğun değil, üzerinde doyduğun toprak vatandır” diyorlar, salt orada doğdukları için bir toprağa bağlı kalmaktansa, hayat yarışında fırsat eşitliğine sahip olacağı, mutluluğu aramasının yasal karşılandığı, kendi geliştirip dile getirebildiği ve kendilerini bu koşullarla yaşamak için kabul edenlerin yaşadıkları toprak parçalarına vatan diyorlar.

Vatanı da, bayrağı da kutsal kılan işte temellerindeki bu kutsal mutabakattır. İlla kan şart değildir.

Selam olsun, fırsat eşitliğinin kutsal emeğin toprağı vatanlara ve onların simgesi özgürlük bayraklarına!



<
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 24 Avr 2020 16:23    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Yüzüncü yaş

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 24 Nisan 2020


Dünkü 23 Nisan kutlamaları sizi hüzünlendirdi mi bilmem, benim içimi fena halde burktuğunu söylemeliyim. Annem eskiden evde bir angarya çıktığı zaman kimin yapacağını şöyle açıklardı:

- Aaa, ismi var cismi yok kalfa şimdi hemen yapar!

Küçük yaşlarımda bu “ismi var cismi yok kalfa”yı çok merak eder, ama bir türlü göremezdim.

Þimdi 23 Nisan’ın yüzüncü yıldönümünde Meclisimiz “ismi var, cismi yok kalfa”yı yeniden hatırlamama vesile oldu.

Þimdilerdeki ismi var cismi yok hali yürek burkan Meclis, şu anda yeryüzündeki en eski parlamentolardan biri olarak ilk ona girer. Bu gerçeği gördükten sonra etkinliğinin bu denli kolay buharlaşmasını, onun yeniliğine veya köksüzlüğüne bağlayamayız. Başka bir deyişle Meclisimiz, çocukluk hastalığı yaşlarını çoktan geride bırakmış, ergenlik yaşını idrak etmiştir.

Gazi Meclis olarak anılan yüz yıl önce, Ankara’da toplanan Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi eşine rastlanmaz bir kuruluştu. Çünkü o, oluşmuş olan milletin sonradan oluşturduğu bir organ olmayıp millet ile birlikte iç içe oluşup gelişmişti. Yani millet ve de Meclis’ten her ikisinin de bir önceliği yoktu. Millet Meclisini oluştururken, Meclis de millet birimini ve bilincini oluşturmuştu.

***

Millet ve Meclis oluşumlarının birbirlerine böylesine kenetli, böylesine iç içe olmalarının, Meclis’in varlığı ve yetkileri konusunda son derecede kıskanç olmasına yol açması beklenirdi.

Nitekim Gazi Meclis öyleydi. Sakarya günlerinde savaşın kötü giden gidişatını değiştirmek için, Mustafa Kemal’e başkomutanlık yetkilerinin verilmesi önerildiği zaman Gazi Meclis bu yetkilerin içeriği ve süresi bakımından çok titiz davranmıştı.

Kurtuluş gerçekleştiğinde, İtilaf Devletleri barış görüşmeleri için İstanbul Hükümeti’nden Ankara’nın yanı sıra bir heyet göndermesini istediğinde, Babıâli’nin, kendisini TBMM ile ortak yetkilere sahipmiş sanarak bu çağrıya olumlu yanıt vermeye kalkması, bir anda Ankara’da havaların değişmesine, Saltanat’ın kaldırılması konusunda oybirliğinin sağlanmasına yol açmıştır.

Gazi Meclis, yetkilerini titizlikle korumak konusunda çok özenliydi.

Aynı özeni Kurtuluş Savaşı’nın asker kökenli olan komuta kadrosu da TBMM’nin açılışından önce de sonra da ısrarla göstermiştir.

Ama gariptir, aydınlanmacı laik Cumhuriyeti kendi meşreplerine göre yorumlayanlar, Meclis’e karşı tehdit odağını daha çok asker kökenli olarak görüp göstermişlerdir. Askerin iktidara geçici olarak el koymasının da bu görüşün inandırıcılığını artıran etken olduğunu söyleyebiliriz.

Ama her defasında Meclis’in egemenliğine dönüşle sonuçlanan askeri darbeler değildir Meclis’i ismi var cismi yok hale sokan.

***

Meclis’i bugünkü yerine gerileten, bir askeri darbe olmayıp, etkileri açısından onların hepsini solda sıfır bırakan sivil darbedir.

O zaman Gazi Meclis’ten gelen TBMM’nin varlığını ve yetkilerini koruma konusunda bu kadar kırılgan olmasının ardındaki etkene bakmak gerek.

Sakın bu etken popülizmini iktidar milletvekillerinin yüzüne karşı “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz” derken, arkadan “Ben odunu bile aday göstersem seçtiririm” diyen kişinin telkinlerine kanarak tek adam sultasına eyvallah eden biatçı kültür olmasın!




<
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 05 Juin 2020 11:22    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



İhtiyarlık suçu

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 02 Haziran 2020



15 bin ihtiyarın ölmesine neden olan büyük bir sıcak dalgasının pençesinde kıvranan 2003 yazı Parisi’nde evde öğlen haberlerini dinliyordum. Haberlerin sonunda spiker uyarıda bulundu: “Yaşlı ve hasta vatandaşların saat 16.00’dan önce sokağa çıkmamaları tavsiye ediliyor uzmanlarca.”
İhtiyarları, ayaklarını denk alsınlar diye uyardıklarını düşündüm. Spiker cümleyi tamamladıktan sonra devam etti:

“Şu anda Fransa’da 65 yaş ve üstündeki nüfus sayısı....” Birden aydım, sunucu aynı zamanda beni de uyarıyordu. Yaşım 65’i geçtiğine göre, ben de ihtiyar olmuştum artık.

Aradan 3 yıl geçti, bir yaz günü Balat’ta bir dizi çekimindeyiz. Oyuncular arasında güzel bir genç kız var ki delikanlılar çevresinde pervane, “sizi akşam ben bırakayım” yarışında; kızcağız bunalmış vaziyette... Bir ara yanıma geldi ve etraftan duyulmayacak bir tonda “Eğer Taksim’den geçiyorsanız çekimden sonra beni de bırakabilir misiniz?” dedi.

İçim cız etti, demek ki zararsızlar kulübünün üyelerinden biri olmuştum artık ben de.

Paris’teki sıcak dalgasından bu yana yıllar geçti. Koronavirüs döneminde kıdemli bir ihtiyar olduğumdan uyarıları rahat rahat üstüme alınıyorum. Zaten artık ihtiyar değil de “65 yaş ve üstü” diyorlar.

***

İhtiyarlık konusunda kendimi hep şanssız görürüm. Ben gençken, gençler nevzuhur addedilirdi, ihtiyarlar ise bilgeliğin simgesi olarak görülürlerdi. Kısacası ben gençken ihtiyarlık makbuldü. Yıllar geçti, yaşlandım. Ama bu kez de ihtiyarlık gözden düştü, gençlik makbul oldu. Bunun üzerine ben de ihtiyar olmamak için kendimi kıdemli genç olarak kabul ediyorum. Zaten her ihtiyar bir zamanlar bir genç değil miydi? Her genç, Allah ömür verirse, bir gün bir ihtiyara evrilmeyecek mi?Jacques Brel, Burjuvalar şarkısında bir zamanlar genç olan ihtiyarların komik evrimini, hüzünlü bir mizah ile dile getirir.

Genç ihtiyar kavgası hiç bitmez. İki safta da bulunmuş biri olarak üzülerek de olsa itiraf etmeliyim ki, hayatta asıl olan ihtiyarlıktır. Gençlik geçicidir, sonunda ihtiyarlığa evrilir, hayal olur biter, ihtiyarlık ise kalıcıdır, ölüme kadar yani ömür boyu sürer gider.

İhtiyarlığın bilgelik olarak nitelenmesi de biraz züğürt tesellisidir, biraz da bir zamanlar hayatın ortasında etkin aktör olarak bulunmuş olan ihtiyarların, artık edilgen seyirci konumuna düşmelerinin sonucu edindikleri sakınımın ürünüdür.

Ben de bir gün hüzünle fark ettim ki, bir zamanlar yaşamın etkin aktörüyken, ihtiyarlayınca edilgen seyircisine dönüşüvermişim.

İhtiyarlar genelde “ah o zaman bilseydim” ruh hali içindedirler, öyle hayıflanmadıkları zamanlarda ise “O halden bu hale nasıl geldim, nasıl geçti bu yıllar?” şaşkınlığının tortulu sularını kulaçlarlar, gençlere öğüt verirler, kendilerinin bir zamanlar bu öğütleri nasıl sıkılarak dinleyip kulak ardı etmiş olduklarını anımsamadan.

***

Son zamanlarda ne zaman ihtiyar olduğumu söylesem, genç takımdan hep aynı tepkiyi alıyorum:
- Estağfurullah!

Bu da gösteriyor ki ihtiyarlık, henüz o aşamaya gelmemiş olanlar tarafından ayıp olarak görülüyor.

Ama ihtiyarlığın ayıp olduğu evre de artık geçildi. Koronavirüs önlemlerinden beri ihtiyarlık, yaptırımı aylar süren, (öznelerin yaşlarına bakılırsa kimi için bu ömür boyu anlamına geliyor) ev hapsi olan biz suça dönüştü.

Gerçekten de ülkemizde başka hiçbir yerde görülmemiş bir uygulama ile 65 yaş ve üstündekiler, “ayak altında dolaşmasınlar” diye olsa gerek, eve tıkıldılar.

Bu uygulamanın makul bir açıklaması olmadığı gibi ihtiyarların virüsün yayılmasında daha fazla etken olduklarının bir kanıtı ve bu davranışın başka bir yerde örneği de yok.

Neyse uzatmadan soralım:
- Biz ihtiyarların ev hapsi ne zaman bitecek? Yoksa onları eve tıkıp orada unuttunuz mu?

Azat edin artık onları!

Merak etmeyin! Zaten onlar kendiliklerinden ayak altından teker teker ve sessizce çekilmekteler...


<
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13616
Localisation: Paris

MessagePosté le: 11 Juil 2020 2:24    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:

Ali Sirmen

Türkiye ayağına kurşun sıkıyor



10 Temmuz 2020 Cumhuriyet

Öyle anlaşılıyor ki daha bir süre koronavirüs ile birlikte yaşayacağız, daha doğru deyişle, daha bir süre koronavirüsten ölmeye devam edeceğiz. Resmi açıklamalar bile hastalığın yayılma hızında beklenen yavaşlamaya bir türlü erişilemediğini, durumun endişe verici olduğunu bildiriyor. Ortada şaşılacak bir durum yok. “Ekonomik darbe mi? Korona dalgası mı?” ikileminde, Türkiye’yi yönetenler ikinci şıkkı tercih ettiklerinden, her alanda hızla “normalleşme” sürecine geçildi ve önlemler bir kenara atıldı.

Görünen o ki bir “vur patlasın çal oynasın” dönemine giriyoruz.
Primis Player Placeholder

Bu arada bilimi ciddiye alan ve sorumluluklarının farkında olan bilim adamları ise yönetimi ve toplumu uyarma görevlerini yerine getirmek için gerekli açıklamaları yapıyorlar. Bunlardan biri de koronavirüs salgını ile ilgili bilimsel verilerden yola çıkarak uyarılarda bulunan Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kayıhan Pala.

***

Aynı zamanda, Türk Tabipleri Birliği Covid-19 İzleme Grubu üyesi olan Dr. Pala’nın bir internet sitesine yaptığı pandemi ile ilgili açıklamalar üzerine Bursa Valiliği İl İdare Kurulu Müdürlüğü, halkı yanlış bilgilendirmek ve paniğe yöneltmek suçlamasıyla savcılığa başvurmuş. Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturmanın sonunda görevsizlik kararı vererek dosyayı Uludağ Üniversitesi’ne göndermiş. Bunun üzerine de üniversite yönetimi, Prof. Dr. Pala hakkında soruşturma başlatmış.

Bu gidişle, yeni bir Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu olayıyla daha karşılaşabiliriz.

Bilindiği gibi, uluslararası çapta bir epidemoloji ve halk sağlığı uzmanı olan Onur Hamzaoğlu’nun 2011 yılında Kocaeli Üniversitesi’nde öğretim üyesiyken yaptığı Dilovası ile ilgili çalışma üzerine gelişen olaylar da böyle başlamıştı. Türkiye’de kanserden ölüm oranı yüzde 12 iken Dilovası’nda çarpık sanayileşmenin sebep olduğu kirlenme yüzünden bu oranın yüzde 33.7’ye çıktığını çalışmalarıyla ortaya koyan Onur Hamzaoğlu, Kocaeli Belediye Başkanı’nın tepkisini çekmiş, halkı yanlış bilgilendirmekle suçlanmıştı. Sayın Belediye Başkanı bununla da yetinmemiş, Hamzaoğlu’na “şarlatan” demişti. Onur Hamzaoğlu, bu konuda açtığı davayı kazanmasına rağmen Kocaeli Üniversitesi’nin soruşturma açmasına da KHK yoluyla üniversiteden uzaklaştırılmaya da mani olamamıştı.

Dilovası’nda herkesin gördüğü gerçeği bilimsel çalışmasıyla göz önüne sermiş olan Onur Hamzaoğlu yerel ve merkezi yöneticilerin tepkisini çekmiş, açılan soruşturma sonunda KHK ile görevinden uzaklaştırılmış, bütün bunlar yetmiyormuş gibi bir de 2018 yılında HDK’nin, AKP’nin Suriye politikasını eleştiren “bu suça orta olmayacağız” bildirisini imzaladığı bahanesiyle tutuklanmış ve 5 ay hapis yatmıştı.

***

Dilovası’nda insanlar, çevre kirliliğinden ağır metaller tarafından öldürülürken, bu gerçeğe dikkati çeken bilim adamı doktor Onur Hamzaoğlu’nun da bilimsel gerçeği açıklaması dolayısıyla başına gelenler de Kocaeli Belediye Başkanı’nın suçlamaları ve üniversitenin soruşturma açmasıyla başlamıştı. Şimdi Prof. Dr. Kayıhan Pala’nın da, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu ile aynı akıbete duçar olması olası.

Bu olasılığın gerçekleşmesi halinde Türkiye, bir kez daha kendi ayağına kurşun sıkmış olacaktır.

Bilindiği gibi Almanya, Türkiye’ye seyahat sınırlamasını kaldırmamakta direnmektedir. Bu davranışın nedeni, Türkiye’nin koronavirüs olaylarıyla ilgili açıklamalarının inandırıcı olmayışıdır. Bu şeffaflık eksikliği yüzünden Türkiye’ye Alman turist gelmemektedir. Ruslar da Türkiye uçuşlarını hâlâ tam açmadılar.

Tam bu ortamda, Türkiye’de bir bilim insanının korona ile ilgili endişelerini dile getirmesine soruşturma açılması, Ankara’nın inandırıcılığını daha da zedeleyecektir.

Evet, korona öldürür, ama hamakat da süründürür.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 15 Juil 2020 0:11    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Hadi o ırkçılık peki, ya bu ne?

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 14 Temmuz 2020



Ocak 2019’dan bu yana Brezilya Devlet Başkanı olan Jair Messias Bolsonaro, günümüz aşırı sağcı otoriter politikacılarının özelliklerinin hepsini paylaşan, ortalığı germekten siyasal yarar uman tipik bir faşist.

Adındaki liberal sözcüğüyle hiçbir ilişkisi olmayan radikal sağcı Sosyal Liberal Parti’nin adayı olarak katıldığı seçimlerin kampanya döneminde, Trump’a ve Brezilya’nın askeri dikta dönemine hayranlığını da açıklamış olan Bolsonaro, şiddetli bir eşcinsel ve kadın düşmanı.

Primis Player Placeholder


Brezilyalıların 2018 başkanlık seçimlerinde bu adama yüzde 52 oranında oy verdiklerini düşünüp de “Eh, ne yapalım, kendileri etmişler kendileri bulsunlar, ne halleri varsa görsünler!” demek o kadar kolay değil. Çünkü Brezilya dünyanın ciğerleri Amazon yağmur ormanlarının büyük bir bölümünü barındırıyor.

***

Yok olması bütün dünyayı yakından ilgilendiren yağmur ormanları, son yıllarda kendilerine tarım alanı açmak isteyenler ile maden şirketleri tarafından acımasızca yok edilmekte.

Amazon ormanlarının ekonomiye kazandırılmamasının büyük yük olduğunu söyleyen ve yangınları çıkaranlarla mücadeleyi gevşeten Bolsonaro döneminde, Amazon ormanlarındaki yangınların yüzde 65 arttığı bildiriliyor.

Bu yangınlarla canla başla mücadele eden ise Brezilya’da 400 kabile halinde yaşayan Amazon yerlileri. Bunlar yangınlar yoğunlaştığından beri aralarındaki çatışmaları bırakıp yangın çıkaranlarla mücadele ediyorlar. Çünkü iki olay onların varlığını tehdit ediyor: Yangınlar ve koronavirüs. Brezilya, koronavirüs olaylarının en yüksek olduğu ülkelerden biri.

Geçen hafta Bolsonaro, Brezilya’da koronavirüse karşı mücadele için hazırlanan kanunun, salgın karşısında beyaz adamdan daha kırılgan olan yerlilere sağlık hizmetlerinin daha çabuk götürülmesi, daha fazla tıbbi bakım sağlanması, acil müdahale merkezlerine ulaşımlarının sağlanmasını öngören bölümlerini veto etti.

Bolsonaro, Trump gibi küçümsediği koronavirüs konusunda genelde diğer Brezilyalılar için önlem alınmasını desteklerken, yerlilere aynı yardımın götürülmesine karşı.

Neden? Çünkü Bolsonaro ırkçı da ondan. Bolsonaro’ya göre, kendi gibi olmayan adamın yaşamının bir değeri yok da ondan.

***

Irkçılar ve faşistler için kendilerinden olmayanların yaşamlarının beş paralık değeri olmadığından Bolsonaro da öteki olarak gördüğü yerlilere sağlık hizmeti gitmesini engelliyor.

Bolsonaro ile ilgi haberle aynı gün gazetemiz Cumhuriyet’te yer alan Mersin Büyükşehir Belediye Başkanı Vahap Seçer’in yakınmasını okuyunca, sırf ötekine oy verdiği için cezalandırılması düşünülen Mersin halkına hizmet gitmesini önlemek üzere engelleme yapan belediye meclisinin AKP ve MHP’li üyelerini düşündüm ve sordum:

- Hadi Bolsonaro ırkçı anladık, peki ya bunlar ne?

Belediyesinin gelirleri koronavirüs yüzünden düşen CHP’li Belediye Başkanı Vahap Seçer’in istediği 310 milyon borçlanma yetkisini reddeden AKP ve MHP’lilerin, öteki olarak gördüğü yerlilere sağlık hizmeti gitmesini reddederken insanlık suçu işleyen, kakavan Bolsonaro’dan farkları ne?

Burada Mersin Belediyesi sadece bir örnek. AKP ve MHP’li belediye meclis üyeleri başkanlık seçiminde kendilerine oy verilmemiş olan başka yerlerde de belediye başkanlarının önüne engeller dikip hem seçenleri, hem de seçilenleri öteki ilan edip cezalandırma yolunu tutuyorlar ve Bolsonaro gibi “benden olmayana hizmet görmek, hizmet etmek, hatta yaşamak hakkı yok!” diyorlar.

Aslında yok birbirlerinden farkları.





<
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 08 Aoû 2020 15:59    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Cami yalanı

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 31 Temmuz 2020



Ayasofya’nın tümüyle camiye çevrilmesinin tepkileri ve tartışmaları sürüyor. Cami bir süre daha siyasetin odağı olacak gibi görünüyor. Camiyi siyasetin göbeğine, siyaseti caminin göbeğine oturtmak AKP’nin klasik yöntemi. Tabii bu yöntemi yalanla karıştırarak uyguluyorlar.

Bu konuda klasik yalanlardan biri de “Atatürk ve İnönü, camileri kapattı, depo yaptı, eğlence yeri, hela yaptı” söylemidir.

Tarihçi Sinan Meydan, iki ciltlik “Cumhuriyet Yalanları” kitabının son bölümünde, bu yalanı belgeleriyle çürütüyor.

Sinan Meydan, bu yalanı çıkaranın Mehmet Şevket Eygi olduğunu vurguladıktan sonra Cumhuriyetin cami politikasına değiniyor.

1927 yılında, ülkenin din adamı ve cami ihtiyacını karşılamak üzere, ne kadar cami olduğunu saptamak için sayım yapılmış ve 14 bin 425 olan okul sayısının iki katı olmak üzere 28 bin 705 cami olduğu görülmüş, bunun üzerine ihtiyaç fazlası ve harap durumda olan camiler sınıflandırılmış, daha sonra cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkında nizamname çıkarılmış ve buna dayanarak 1926- 1960 arasında, ihtiyaç fazlası 494 cami, 722 mescit arsası satılmıştır. Üstelik bu satışların hepsi CHP döneminde değil, bir bölümü de 1950’den sonra DP iktidarında yapılmıştır.

İşte “camiler kapatıldı” söyleminin ardındaki gerçek budur.

***

Camilerin depo yapıldığı söylemine gelince:

İkinci Dünya Savaşı’nın Almanya’nın Türkiye sınırına gelip dayandığı, Berlin’in Türkiye’ye saldırmasının beklendiği günlerde Cumhurbaşkanı İnönü, Almanların bir savaş halinde camileri bombalamayacağını düşünerek, İstanbul’daki saraylarda ve müzelerde bulunan padişah tahtını, Hazreti Muhammed’in sancağı, kılıcı hırka-i saadetini, Osman’ın kanlı Kuranıkerimini, Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tahta iskeleyi bütünüyle 48 vagonda toplamış ve Alman uçaklarının menzili dışındaki Niğde’de üç camide koruma altına aldırmış, bunların çevresine süngülü nöbetçiler diktirmiştir. İşte işin esası budur.

İnönü’nün camileri ahır yaptığı iddialarına da bakalım:

İnönü, Kurtuluş Savaşı sırasında, Batı Cephesi Komutanı olarak, I.ve II. Ordular ile bunlara bağlı karargâhların barındırılması için, Akşehir - Konya ve civarındaki camileri kullanmış, aynı yönteme II. Dünya Savaşı sırasında da başvurmuştu. İşte camilerin amacı dışında kullanılmaları hikâyesinin aslı budur.

Camilerin otel olarak kullanılması konusuna da Sinan Meydan açıklık getiriyor kitabında ve bu yönteme Osmanlı döneminde de rastlandığını, 93 Savaşı sırasında İstanbul’a göçenlerin barındırılmaları için kentin büyük camilerinin ibadete kapatılması örneğini veriyor.

Salt aydınlanmacı laik Cumhuriyet ile hesaplaşmak için Atatürk ve İnönü’nün cami düşmanı olduklarını, camileri kışla, ahır ve depo olarak kullandıkları çarpıtmasını ileri sürenler, Osmanlı döneminde İstanbul camilerinin göçmenler için kullanılması, Adnan Menderes’in İstanbul’un imarı sırasında, birçok camiyi yıktırmasına hiç değinmiyorlar, Semavi Eyice’nin Menderes’i kimi camileri projelerin selameti açısından elzem olmadığı halde keyfi olarak yıktırdığı gerekçesiyle eleştirdiğini bilmezden geliyorlar.

***

Atatürk ve İnönü hakkındaki bu ithamlar görüldüğü gibi yalandan ibarettir.

Kurtuluş Savaşı’nda zaferin hemen ertesinde yapılan ilk bakanlar kurulu toplantısında Yunanların yakıp yıktıkları camileri gündeme getiren Mustafa Kemal, “Bunları yenilemek görevimizdir, hizmeti nutuk atmadan, gösterişe kaçmadan, siyasete alet etmeden yerine getirelim” demiştir.

Eskişehir Mihalıççık Camii’ni kendi parasıyla yaptıran Atatürk, Selimiye’nin tamiri için para ayrılmasını emretmiş, yurtiçinde daha birçok cami yaptırdıktan başka, Tokyo Camii’ni de yaptırtmış, Paris Camii’ne sürekli para yardımı yapmıştır.

Sinan Meydan’ın kitabında, bu gerçekleri etraflıca görüp, camiyi bahane ederek, nasıl alçakça yalanlara başvurduklarını anlayabilirsiniz.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 08 Aoû 2020 16:01    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Kılıç

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 04 Ağustos 2020



Ayasofya’nın müzelikten çıkarılmasının ardından ilk cuma namazında minbere elinde kılıç ile çıkan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş, ilk bayram namazında da aynı şekilde davranmış.

Anlaşılan, ikide bir Atatürk düşmanı ve Cumhuriyet karşıtı mesajlar veren Ali Erbaş, kılıcı, daha doğrusu kılıçla mesaj vermeyi çok sevmiş.

Çağımızda camide hatip kılıçla minbere çıktığında verdiği mesajın niteliğini, oluşan algının içeriğini anlamak için fazla ferasete gerek yok...

Ayasofya’da iki kez de minbere kılıçla çıkarak mesajını ileten Ali Erbaş, ne yazık ki dünyaya geç gelmiş. Çünkü artık mabetlerin, bilumum ibadet yerlerinin sahibi olmanın kılıç gücünden, fetih hakkından geçtiği günler geride kalmıştır.

Şimdi “Ne yani Fatih de fetihten sonra minbere kılıçla çıkmıştır. Nitekim yüzyılların kilisesi Ayasofya’yı fethin fatihe verdiği hakla camiye çevirdi. Sen buna karşı mısın?” dendiğini duyar gibi oluyorum. Tarihe yandaş veya karşı olmak gibi bir budalalığa düşmek söz konusu olmadığına göre, bu soruya ne “evet” ne de “hayır” denebilir.

***

Tarihi olaylar, cereyan ettikleri zamanın koşullarına ve değer ölçülerine göre değerlendirilmelidir, yoksa bizim içinde bulunduğumuz çağın değer ölçülerine göre değil.

Fatih ve Ayasofya olayı ile, Ali Erbaş’ın kılıcı olayı bu olgunun çarpıcı örneğidir.

1453 yılında Fatih, bir tek camisi bile olmayan İstanbul’u fethettiğinde, Ortodoksların bu kaç yüzyıllık muhteşem mabedini kılıcının kendine verdiği hakla cami yaptı.

İyi de yaptı, mabet böylece de korunmuş oldu, cami yapılmayıp yıkılsaydı daha mı iyi olurdu?

Fetihten sonra üç gün boyunca kent yağmalandı. Şimdi buna bakarak, Fatih’i ayıplayacak, Osmanlı’yı insan haklarına saygı göstermediği için kınayacak mıyız?

1453’te insan hakları diye bir kavram yoktu ki Fatih ve ordusu onauysunlardı...

Hatta Fatih’in, İstanbul’un yağmalanmasını hiç istemediği bilinir. Ama kılıç hakkı kavramı yüzünden, savaşan askerin yağma hakkına karşı duramayacağı için, hükümdarın istemeye istemeye yağma hakkını tanırken bunu üç günle sınırladığı ve ikinci günün akşamından itibaren de yasakladığı belirtilir.

Bugün geçerli olan insan hakları kavramıyla bakamayız fetih olayına. Fatih’i insan haklarına saygı göstermemekle, ordusunu yağma yaptığı için barbarlıkla suçlamaya kalkmak da budalalık olur.

Tarihin ayrı dönemlerinde aynı yerde veya ayrı ayrı yerlerde meydana gelen benzer olaylar birbirlerine tümüyle zıt sonuçlar doğurabilirler.

Magna Carta ile Senedi İttifak bunun tipik örneğidir.

1215 yılında İngiliz derebeylerinin Yurtsuz John’a imzalattıkları Magna Carta, kralın feodallere danışmadan yeni keyfi vergiler getiremeyeceğini, yargısız kimsenin malına el koyamayacağını veya idama mahkûm edemeyeceğini belirten ilk anayasal belge ve İngiliz demokrasisine giden yolun başlangıcı olarak kabul edilir.

Aradan altı yüzyıl geçtikten sonra Osmanlı’da âyanın 1809 da II. Mahmut’a imzalattıkları aynı içerikli belge, hiç de olumlu ve hayırlı sonuçlar vermemiş, merkezi otoriteyi çağın gerektirdiği güçten yoksun kılmıştı.

***

Kısacası, gecikmiş alaturka Magna Carta nafile bir belgeydi.

Ayasofya olayı da öyle. Fatih, fetih hakkıyla Ayasofya’yı camiye çevirmiş, çağının en güçlü kılıcıydı. Ali Erbaş’ın kılıcı ise fetih hukukunun tarihe karıştığı bir dönemde, kimseyi hiçbir şeyden koruyamayan anakronik bir nesnedir.

Çağımızda mabetler üzerinden mesajlar inançlara saygı, laiklik ve halkların kendi yazgılarını saptama ilkesi üzerinden veriliyor.

Atatürk’ün 1934 yılında Ayasofya’yı insanlığın ortak değeri olarak ilan edip müzeye çevirmiş olması ise tam çağımıza uygun, hepimizi yüceltici bir mesajdır.





Dernière édition par murat_erpuyan le 01 Sep 2020 17:45; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 08 Aoû 2020 16:02    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



İstanbul Sözleşmesi ve siyasal İslam

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 07 Ağustos 2020



Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu, İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili bir açıklama yaparak, son günlerin en fazla konuşulan konularından birine yeni bir boyut getirdi. Davutoğlu, söz konusu açıklamasında şunları söylüyor:

- İstanbul Sözleşmesi’nde, LBGT dahil hiçbir yerde Türkiye’yi temel ahlaki meselelerde müeyyide altına sokacak bir madde söz konusu değil.

Davutoğlu bir gerçeği de vurguluyor:

- Bu sözleşme bir genel ilkeler rehberidir, onu uygulayacak olanlar sizlersiniz.

Davutoğlu’nun bu saptaması doğru olmakla birlikte, pek fazla başvurulan kurnaz bir yöntemi akla getirmiyor da değil.

Ülkemizde iktidarlar Türkiye adına birçok uluslararası anlaşmayı rahatlıkla imzalamakta, ama iş orada kabul ettiği yükümlülükleri yerine getirmeye gelince, aynı rahatlıkla yan çizmektedirler.

Türkiye’nin, AİH Sözleşmesi’ni imzalamasına, anayasasında bu konuda kayıt bulunmasına karşın AİHM kararlarını hiçe sayması, bu konuda çarpıcı bir örnektir.

Kadına ve aile içi şiddete karşı 2011’de imzalanmış ve 2014’te yürürlüğe girmiş olan İstanbul Sözleşmesi konusunda da öyle yapılabilir, sözleşmeye imza konulmasına karşın uygulamada AKP bildiğini okumaya devam edebilirdi.

***

Peki, şimdiye kadar denenmiş bu yol neden tutulmadı da yel yepelek yelken kürek, birinci imzacı ve onaylayıcı olunan İstanbul Sözleşmesi konusunda bunca zaman sonra kıyamet koparıldı?

Üstelik, Davutoğlu’nun da belirttiği gibi, sözleşme bir genel ilkeler bütünü, ülkemiz açısından bunun içini dolduracak olan Türkiye’nin kendisi. LBGT konusunda da Türkiye’yi yükümlülük altına sokan bir hüküm yok.

Ama bütün bunlara karşın AKP’nin gecikmiş tepkisini anlamak da o kadar güç değil. Bir ilkeler bütünü olan İstanbul Sözleşmesi her yönüyle özelde AKP’nin, genelde siyasal İslamın kadına karşı ve aile içi şiddet konusundaki yaklaşımlarına ve temel görüşlerine karşıdır.

İstanbul Sözleşmesi adeta AKP’nin ve siyasal İslamın kadın konusundaki temel görüşlerine karşı kaleme alınmış bir reddiyedir.

Siyasal İslam kadını erkeğin kölesi, ikinci sınıf bir yaratık olarak görür. İstanbul Sözleşmesi’nin hareket noktası ise kadın erkek eşitliğidir. İstanbul Sözleşmesi bu eşitliği kabul ve ilan etmekle yetinmez, bunun imzacı devletlerin hepsinde yaşama geçebilmesi için, mücadele yöntemlerinin saptanması, uygulanmaya konulması için yapılacak olanları sıralar.

Kısacası, İstanbul Sözleşmesi siyasal İslamın kadın ile kadına karşı ve aile içi şiddet konularında düşünce ve davranışlarına karşı mücadele yöntemlerini saptamayı öngören bir ilkeler bütünüdür.

Bu durumda hem siyasal İslamın kadına yaklaşımını benimseyerek onunla tutarlı olmak hem de İstanbul Sözleşmesi’ne uygun davranabilmek mümkün değildir. Bu iki zıt görüşün ya birinden yana olacaksınız ya da öbüründen. Başka çare yoktur.

AKP bu çarpıcı gerçeği başlangıçta görememiş ve kendi görüşlerinin aksine bir metni imzalayarak kadına yaklaşımının ilkel ve çağdışı olduğunu ilan etme durumuna düşmüştür.

Tabii bu davranış aynı zamanda siyasal İslamın ve de AKP’nin kadın düşmanlığının tescili anlamını taşımaktadır.

***

Siyasal İslamın kadına yüklediği rol, onu ikinci sınıf yaratık durumuna sokar, onu korumasız bırakırken aynı şekilde insanları cinsel tercihlerine göre ayırır. İstanbul Sözleşmesi ise siyasal İslamın kadına yüklediği role, bu toplumsal cinsiyete karşı çıkar, insanlara cinsel davranışlarından dolayı ayrımcılık uygulanmasına karşı kor.

Evet, İstanbul Sözleşmesi’nin aile düzenine karşı, eşcinselliği yücelten veya teşvik eden bir yanı yoktur, ama siyasal İslamın bu konulardaki görüşleriyle çelişen yanı çoktur.

İstanbul Sözleşmesi ile ilgili tartışmalar, siyasal İslamın kadın sorununu asla çözemeyeceğinin, hatta kadın sorununun ana nedeni oluğunun da canlı kanıtıdır.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 18 Aoû 2020 11:06    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



AKP 19 yaşında

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 18 Ağustos 2020



Dört gün önce, AKP 19 yaşına girdi. 2001 yılında kurulan ve de pek bir muhalefet dönemi de yaşamadan hemen iktidara gelen AKP (zaten hemen iktidar olmak için dizayn edilmiş bir Amerikan Türk ortak yapımıydı), ABD’nin genişletilmiş Ortadoğu (GOP) projesinin kilit kuruluşu “ılımlı İslam” (ılımlı yazılır, uysal okunur) modelinin en parlak örneğiydi.

Piyasa ekonomisinin gerekleri ve GOP’un amaçlarıyla uyumlu ılımlı İslamcı AKP iktidarının emperyalizmin emelleriyle pek bir alıp veremediği yoktu. Nitekim şimdi cumhurbaşkanı olan, o zamanki başbakanı ve değişmez genel başkanı olan Tayyip Erdoğan, GOP’un eşbaşkanı olduğunu açıkça ilan etmekte bir sakınca görmemişti. Buna karşın AKP-ABD ilişkileri oldukça çalkantılı geçmiş ve zaman zaman iki ülke tarihlerinin en gerilimli anları yaşanmıştır.

Primis Player Placeholder


Davos’taki “one minut” çıkışına, Rus S-400 füzelerinin alınmasına, Suriye konusunda bir ara Putin ile sağlanan ama kalıcı bir etki ve köklü bir değişim yaratmayan yakınlaşmaya karşın AKP ana çizgileri itibarıyla GOP’a ters düşen bir tavır içinde olmamıştır. Putin ile yakınlaşma gösterilerine karşılık Suriye’de ABD’nin PKK-PYD koridoru oluşturarak bu ülkenin toprak bütünlüğünü çiğneme politikasında AKP-ABD el ele yürümektedirler. Şu sırada Suriye’de AKP ile ABD; Türkiye’nin çıkarlarına çok ters düşmesine karşın tam bir müttefik ilişkisini sürdürmektedirler.

***

S-400’ler paraları ödenmelerine karşın depoya kaldırılmıştır ve ne zaman kullanılacakları ve hatta kullanılıp, kullanılmayacakları belli değildir. Kısacası AKP şu anda temelde hiçbir konuda ABD ile ters düşen bir çizgide değildir.

Buna karşılık AKP’nin simgesi olduğu örnek “ılımlı İslam” modeli çökmüştür.

İçeride piyasa ekonomisinin gerekleri ile AKP, ideolojisinin uzlaşma girişiminin iflasının yanı sıra modelin gereği olan demokrasi benzeri rejim de kuvvetler ayrılığı ilkesi ile birlikte göçüp gitmiş, Türkiye tipik bir Ortadoğu diktatörlüğüne dönüşmüştür.

Kuşkusuz ABD’nin AKP’den hoşnut olmamasını bu etkene bağlamak imkânsızdır.

ABD ve Trump için Ortadoğu diktatörlükleri baş tacı edilecek rejimlerdir. Yeter ki kendilerine biçilen işlevleri aksaksız yerine getirsinler, hataya düşmesinler ve de planları aksatacak gizli gündemlere sahip olmasınlar.

İşte AKP’nin bütün eşbaşkanlık isteklerine karşın, ABD ile ilişkilerinde pürüz yaratan etken buradadır.

2003 ocağında Körfez Müdahalesi sırasında Türkiye’nin AKP çoğunluklu parlamentosundan tezkereyi geçiremeyen AKP, büyük bir becerisizlik örneği sergilemiştir. ABD bu yanlışın faturasını orduya kesmesine karşın AKP’nin beceriksizliğinin getirdiği eksi puanı da bir yana kaydetmiştir.

AKP hatalarının yanı sıra, bir de gizli gündemi, ABD’nin artık güvenmediği Müslüman Kardeşler’le kopmaz bağları olduğu için de Washington’un gözünden düşmüştür. Şu anda Washington kulislerinde AKP’ye alternatif arandığını tahmin etmek güç olmasa gerek. Aman bu olgu yüzünden AKP’yi antiemperyalist sanma hatasına düşmeyelim!

***

Beceriksizliğinin yanı sıra gizli gündeminin neden olduğu uyumsuz ve adeta özerk çıkışlar, ABD’nin AKP’ye artık güvenini sarsmıştır. Dış ilişkiler planında AKP’nin ılımlı İslamı iflas etmiş, Cumhuriyet tarihinin en sorunlu en yalnız en kırılgan dönemine girilmiştir.

İflas içeride de geçerlidir.

Yargı, ekonomi ve eğitim çökmüş, toplum bölünmüştür. Ülkede tek adamın sınırsız egemenliği yürürlüktedir.

İçeride ve dışarıda bir sürü vahim sorunla karşı karşıyayız. Ama en vahimi bunların hepsinin nedeni olan AKP iktidarıdır. Bu durumda Roma Senatosu’nda her kürsüye çıkışında “Delenda est Cartagha” (Kartaca Yıkılmalıdır) diye sözlerini bağlayan Catho gibi biz de 19. yılında haykırıyoruz :

Dalenda est AKP!

Meraklısına not: Bu yıkılma demokratik yöntemlerle, sandıkta olmalıdır.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Sep 2020 17:49    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


‘Tuhaftır şu insanoğlu...’

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 21 Ağustos 2020



Zamanlar mı bozuldu, yoksa bize mi bir şeyler oldu, bilmiyorum, ama öyle durumlarla karşılaşıyoruz ki ağlasam mı, gülsem mi şaşırıyorum.

ABD Demokrat başkan adayı Joe Biden’ın yedi ay önce New York Times’a verdiği ve kıyameti şimdi kopan demeci de onlardan biri.

Joe Biden, yankee zevzekliğinin birçok örneğini sıraladığı söyleşi sırasında şöyle demiş:

- Onu ( Erdoğan ile AKP’yi kastediyor) darbe ile değil, seçim ile devireceğim.

Yedi ay önce yapılmış bu söyleşiyi AKP’nin yandaşları, “bezirgân züğürtleyince eski defterleri karıştırır” misali, ısıtıp bugünlerde önümüze sürüyorlar ve siyasi yelpazenin çok kesiminden de destek alıyorlar. Kıyamet kopuyor, antiemperyalist damarı tutanlar, ABD’ye ve Biden’a bir veryansın etmekteler ki sormayın gitsin!

Doğrusu bu kadar tepkiyi yadırgadım. Eninde sonunda Biden, Türkiye’deki iktidarı kastederek demiş ki “onu darbeyle değil, seçimle devireceğim.”

Bunun üzerine “vay efendim Amerikan emperyalizmi!...” diye kıyamet koptu.

***

Ne yani 2001 yılında Ecevit başbakan iken, CIA’nın kimi yetkilileri, o çevrelerden iyi haber aldığı bilinen Cengiz Çandar’a “Seneye bu zamanlar ABD Irak’a müdahale edecek, ama bilin ki o zaman Türkiye’nin başında başka biri olacak” dememiş miydi?

Ve Cengiz Çandar, bunu yazdıktan bir yıl sonra ABD Irak’a müdahale etmemiş, müdahaleden önce de Türkiye’de Ecevit iktidarı garip manevralar sonunda kotarılan seçimlerle saf dışı edililip de yerine Türk - Amerikan ortak yapımı yeni dizayn edilmiş, AKP getirilmemiş miydi? Kimilerinin, ABD emperyalizminin GOP’una dar gelen (Genişletilmiş Ortadoğu Projesi) “Milli Görüş gömleğini” nasıl değiştirdiklerini, yeni bir oluşum ile onun örnek olacak liderini parlatmak için Türk ve Amerikan belirli çevrelerinin nasıl etkinlikte bulunduklarını hâlâ herkes hatırlıyor. “Ekonomi yeni bir seçim kaldırmaz” derken, bu hummalı faaliyet başlayınca, başbakanın bile bir süre ulaşamadığı ekonominin patronu Kemal Derviş’in bir süre ABD’de kaybolduktan sonra “Ekonomi artık seçim kaldırır, seçim lazım” diyerek yeşil ışık yaktığı seçimin iktidar tarafından kendi kafasına kurşun sıkarcasına nasıl onaylandığını da ve bunda Bahçeli’nin rolünü de henüz kimse unutmadı.

Entrika filmlerini anımsatan bu gelişmeleri o zamanlar kimileri nedense hiç yadırgamadı ve emperyalizmi gündeme getirmedi.

Amerikan emperyalizmi, 2001 yılında Irak’a müdahalesine yardımcı olması için Türkiye’deki iktidarı darbe ile değil, seçimle yıkıyor ve kimsenin de gıkı çıkmıyordu.

Şimdi ise o gönderilenin yerine getirilen iktidarın da gönderilmesi gündeme gelince, yandaşları yeri göğü inletiyorlar.

***

İnsanın aklına bir sürü soru geliyor:

- Ne yani ABD seçimle bir iktidarı getirecek manevraları yaparken iyi de gönderirken mi kötü oluyor?

- Amerikan emperyalizmi tarafından getirilen bir iktidar, paşa paşa, pardon sivil sivil gelip otururken gıkı çıkmayanlar, o iktidar yine beceriksizliği yüzünden seçimle aynı güç tarafından yıkılırken, birden antiemperyalist kesilip, iktidara destek verirken, kimi kandırıyorlar?

Şimdilerde “ama iktidar şu anda emperyalizmle savaşıyor, destek vermek gerek!” diyen çevrelerin bir zamanlar “ama vesayetle mücadele ediyorlar destekleyelim!” diyerek hukukun ve adaletin, “yetmez ama evet!” diyerek demokrasinin ırzına geçme suçuna ortak oldukları ne çabuk unutuluyor.

Bu Biden zırvaları gerçekten insanı bayıyor. Yıllar yılı iktidarların Amerikan yapımı askeri ve de sivil darbelerle yıkılmasına sessizce seyirci kalanların, şimdi Biden olanları söze dökünce yeri göğü birbirine katmaları biraz komik kaçmıyor mu?

Ne yani yaparken bir şey olmuyor da söyleyince mi kıyamet kopuyor?

Tıpkı Neyzen Tevfik’in dediği gibi:

“Tuhaftır şu insanoğlu,

her lafı kaldırmaz,

‘canım’ dersin kızar da

öpersin aldırmaz.”


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Sep 2020 17:51    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Öğretmeni imamlaştırmak

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 25 Ağustos 2020



Maliye Bakanlığı’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na 5 bin yeni kadro verdiği haberi geçen hafta basında çıktı. Bu beş bin yeni kadronun 3 bin 500’ü imamlara ayrılmış olduğundan 3 bin 500 yeni imam atanmasına da onay çıkmış bulunuyor. Yeni imam atamaları yapılırken Türkiye’de 460 bin öğretmen atama bekliyor. Okulların şu andaki öğretmen eksiği ise 144 bin.

Bu boşluğun doldurulması için herhangi bir girişim yok.

Bu durum rastlantı değil, bilinçli bir tercihin sonucudur.

Aydınlanmacı laik Cumhuriyeti ortadan kaldırmak isteyenlerin formülü basittir: Okulun yerine medreseyi ve camiyi, öğretmenin yerine de imamı getirmek.

Okulu medreseleştirip, öğretmeni imamlaştırma operasyonları aşağıdaki şekillerde yürütülmektedir:

- İmam hatip okulları sayısını artırarak, öğrencileri oraya yönlendirmek.

2017 - 2018 eğitim öğretim yılından 2018 - 2019 yılına geçerken 607 yeni imam hatip lisesi eklenmiş bulunmaktadır.

Şu anda dini eğitim alan ve Dini Öğretim Genel Müdürlüğü’ne bağlı 5 bin 380 okuldaki toplam 1.3 milyon öğrencinin dökümü şöyledir:

Anadolu imam hatip lisesi 525 bin 52, imam hatip ortaokulu 713 bin 521, açıköğretim imam hatip lisesi 120 bin 248, yatılı imam hatip 90 bin.

Buna karşılık sosyal bilimler ve Anadolu fen liselerinin bağlı olduğu Ortaöğretim Genel Müdürlüğü’ne bağlı okul sayısı ise 3 bin 71’dir.

***

Milli Eğitim Bakanlığı, öğrencileri resmen imam hatiplere yönlendirmektedir. Bunun için de iki yöntem uygulanmaktadır. Var olan Anadolu sosyal bilimler ve fen liselerini, imam hatibe çevirmek veya bölgede imam hatip dışında yeni okul açmayarak öğrencileri buralara yöneltmeye zorlamak.

Öğrenciler ve velileri bu durumdan şikâyetçi olmalarına karşın, Milli Eğitim Bakanlığı dayatmasından vazgeçmemektedir.

- Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden imam hatiplere, sivil okullara oranla daha fazla pay ayrılmaktadır.

- Anadolu liseleri ve fen liseleri kadrolarının başına da imam hatip kökenli müdürler atanmak yoluyla da imamlaştırma operasyonu yürütülmektedir.

- Müfredat düzenlemesi yoluyla sivil liseler imamlaştırılmaktadır.

Bugün imam hatip statüsünde olmayan okullarda da yukarıda yöntemlerin de kullanılmasıyla eğitim imamlaştırılmaktadır.

- Nihayet, okullar tarikatların kuşatılmaları altına sokularak eğitim imamlaştırılmaktadır.

Türkiye’de laik, aydınlanmacı Cumhuriyet, laik okul ve öğretmenin egemenliğinde Atatürk’ün önderliğinde Mustafa Necati, Hasan Âli Yücel, Tonguç gibi eğitim askerlerinin komutasında oturmuştur.

Cumhuriyet ve onun onsuz olmazı laiklikle hesaplaşmak isteyenler de devrimi aynı yerden geri çevirmeye başladılar.

Laik eğitimin darbelenmesi olayının dış destekçisi Türkiye’yi askeri ve sivil darbeleri sıkı sıkıya denetim altında tutan ABD’dir.

***

Bugün, öğretim birliği ilkesi imamlaştırılma şemsiyesi altında gerçekleştirilmekte, laik eğitim adım adım geriletilerek ortadan kaldırılma yoluna sokulmuş bulunmaktadır.

Bu genel gidişin sonucu olarak eğitimin düzeyi de dibe vurmuştur. Pisa sonuçları Türkiye’nin acıklı gidişatını çok güzel göstermektedir.

Özdemir İnce cuma günü köşesinde Fransa’daki eğitim ile Türkiye’deki eğitim ve sınav sistemlerini kıyaslayan enfes bir yazı yayımladı. Okuyamamış olanlara okumalarını tavsiye ederim.

Cumhuriyetin temelinde laik Milli Eğitim vardı. Sağ iktidarların gevşemeyen gayretleri ve uzun uğraşları sonucunda artık onun yerini dinci eğitim aldı. Bugünkü dinci eğitim sistemiyle Türkiye hiçbir yere varamayacak, sorunlarının hiçbirine çözüm bulamayacak ve çağdaş uygarlık düzenini yakalayamayacaktır.

Dünyanın hiçbir yerinde öğretmenin yerine imamı koyarak gelişme sağlanamamıştır.

Eğitimi düzgün olmayan ülkelerde petrol ve doğalgaz yatakları da havagazıdır.




Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3 ... 18, 19, 20, 21  Suivante
Page 19 sur 21

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.