411 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 411
Membre(s) : 0
Total :411

Administration


  Derniers Visiteurs

lalem : 5 jours
SelimIII : 7 jours
adian707 : 8 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Aller à la page Précédente  1, 2, 3 ... 11, 12, 13 ... 19, 20, 21  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 09 Mai 2016 1:11    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Reis sistemi

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 05 Mayıs 2016






Bu satırlar zorunlu olarak “Reis- Çırak” görüşmesinden önce kaleme alındığından, çırağın görevine Reis tarafından son verilip verilmediği henüz belli olmuş değildi.

Ama Başbakan’ın görevinin sona ermesi halinde bile bir kriz çıkmayacağı açıktır. Çünkü Başbakan’ın değişmesi halinde bile, sistemin işleyişinde bir aksaklık olmayacağından, “kriz”den söz etmeye kalkmanın anlamı yok.
AKP Merkez Yürütme Kurulu’nun partinin il ve ilçe başkanlarını atama yetkisini AKP Genel Başkanı sıfatını henüz resmen taşımakta olan Ahmet Davutoğlu’ndan alması üzerine patlak veren gelişmeler, önceki gün Davutoğlu’nun istifa konusunun da ucunu açık bırakan, hamasi “feda” konuşmasına neden olmuş, ardından da normal olarak bugün yapılması gereken Erdoğan - Davutoğlu görüşmesi düne alınmıştı. AKP MKYK toplantısında varılan örgüt başkanlarını atama yetkisini geri alma kararının ardında ise, Davutoğlu’nun 2018’de yapılması öngörülen Büyük Kongre’yi 2017’ye çekme hazırlıklarına yönelik olarak, il ve ilçe örgütlerinde kendi görüşü doğrultusunda değişiklikler yapmaya yeltenmesi yatıyordu.

Elli kişilik MKYK 47 olumlu oyla aldığı son kararı ile AKP’de örgütler konusundaki tasarruf yetkisinin partinin yasal Genel Başkanı Davutoğlu’nda değil, anayasa gereği artık parti ile hiçbir bağı kalmamış olan, fiili genel başkanı “Reis”te olduğunu bir kez daha teyit etmiştir.
Anlaşılan herkesin malumu olan bu gerçeğin “Başbakan”a bir kez daha hatırlatılması gerekmiştir.

***

Dünkü konuşmasına bakılırsa, “Çırak”, usta ile ilişkilerindeki yerini ve onun yanındaki yetkilerini anlamış bulunmaktadır.

Bu durum da kendisinin Başbakanlık ve AKP Genel Başkanlığı görevlerini bir süre daha götürebilme olasılığının önünü açmıştır.

Çünkü biliyorsunuz Davutoğlu’nun Başbakanlık ve AKP Genel Başkanlığı makamlarından ayrılması iki yolla mümkündür:

-Kendi kararıyla istifa etmesi.

-Reis (kim olduğunu belirtmeye gerek var mı?) tarafından azledilmesi.
Birinci olasılıkta Ahmet Bey’in tek taraflı bir irade beyanı yeterlidir.
İkinci olasılık için ise Reis’in irade beyanı gerekmektedir. Gerisini, yani “formalite”leri, Tayyip Bey’in emrindeki AKP’liler yerine getireceklerdir.
Şu anda, herhangi bir anayasal veya yasal dayanağı olmayan bu fiili durum yürürlüktedir. Bütün çabalar da, bu fiili duruma anayasal bir kılıf giydirmeye yöneliktir.

Fiili durumun, konmamış olsa da çoğu çevrede telaffuz edilen adı, “Reis Sistemi”dir.

Söz konusu sistemde adından da anlaşılacağı gibi, Reis anahtar kavramdır.
Bu anahtar her kilidi açar.

Halkın oyuyla seçildiği için yürütmenin başıdır.
Yürütmenin hâkimler ve savcılar üst kurulu aracılığıyla yargıyı her açıdan denetiminde tutması dolayısıyla, yargı da Reis’in sıkı denetimi altındadır. Rejim ülkede dileyenin göğsünü gere gere “Reis’in hâkimleri var” diyebilmelerini haklı kılar.

***

Yürütmeyi denetleme yetkisi olmayan, işlevi Reis’in ihtiyaç duyduğu ama illa da uymak zorunda da olmadığı, yasaları çıkarmak olan parlamento da, çoğunluk partisinin kontrolünü tamamıyla uhdesinde bulunduran ve dolayısıyla Meclis çoğunluğunun üye adaylarını atama yetkisine sahip olan Reis’in iradesine tabiidir.

Bugün fiilen uygulanmakta olan, yeni anayasa ile hukuki kılıfa kavuşturulmak istenen Reis sistemi budur.

Bu sistem içinde Ahmet Davutoğlu’nun işgal ettiği iki makam da siyasi olmaktan çok bürokratiktir.

Sanırım Reis sisteminin özünü kavrayınca, Davutoğlu’nun durumunun ne olursa olsun, neden kriz yaratmayacağı kolaylıkla anlaşılır.

Sistem, sandık iradesi Reis lehinde oldukça aksaksız sürer. Dayanaklarının hukuki olup olmaması fark etmez.

Nitekim bugün Türkiye gül gibi geçinip gitmiyor mu?

Peki, ya bir gün sandık “Reis” demezse ne olur?

Hah, işte o zaman herkes görür el mi yaman, bey mi yaman!

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 09 Mai 2016 1:16    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


‘Başbakan’ı ne yapmalı?

Ali Sirmen - 07 Mayıs 2016




Cumhurbaşkanı Başbakan’dan hoşnutsuzluğunu belli etti. Bunun üstüne, Ahmet Davutoğlu “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne çıktı ve her şey de görüşme günü randevunun gerçekleşmesinden üç saat önce kaleme aldığım “Reis sistemi” yazısında öngörüldüğü şekilde gerçekleşti. AKP’nin olağanüstü kongresinin 22 Mayıs’ta toplanacağı. Davutoğlu’nun genel başkanlığa aday olmayacağı açıklandı.
Gelişmelerin en civcivli yerinde merak ettim ve anayasa profesörü bir yakın dostuma telefon edip sordum:
-AKP ile Tayyip Erdoğan’ın ne ilişkisi var ki, görüşme sonrasında böyle bir açıklama yapılabiliyor?
Gerçekten de, anayasanın



101. maddesinin son fıkrası gereğince “Cumhurbaşkanı seçilenin varsa partisi ile ilişkisi kesilir ve Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeliği sona erer.”
Bir sonrakinin değişmiş olmasına karşın 101. madde hâlâ yürürlükte, öyleyse!..

Yakın dostumun yanıtı kısa ve netti:

-Sen eskiden böyle şaşkın değildin, bu tür saf sorular sormazdın...
Haklıydı, ben resmi, yasal Türkiye’den söz ediyordum. Dostum ise bana fiili Türkiye gerçeğini anlatıyordu.

***

Gerçekten de Türkiye realitesini kavramış olanlar bilirler ki, birbirleriyle çelişen
iki Türkiye vardır:
Yasal resmi Türkiye ve fiili gerçek Türkiye.

Fiili Türkiye resmi Türkiye’ye ve yasalarına uymak zorunda değildir. Tam tersine resmi Türkiye, fiili Türkiye’ye uymak zorundadır.
Peki uymazsa ne olur?

“Uysa da uymasa da yaptım!” olur. Her şey kitabına uydurulur, çıkan çatlak sesler susturulur.

Evet anayasanın 101. maddesi ne kadar yürürlükte olursa olsun, gerçek Türkiye’de egemen Reis sistemine göre, AKP dahil her konuda karar verme yetkisi Reis’e aittir.

Bu gerçeği ister istemez kabul ettikten sonra ortaya bir soru çıkıyor:
“Emanetçi başbakan olmadığını söyledikten hemen sonra, kendisinin yerine gelecek olanın da günü geldiğinde, emaneti bir başkasına devredeceğini söyleyen Ahmet Davutoğlu, acaba Türkiye’de parlamenter sistemin son başbakanı mıdır, yoksa Reis sisteminin ilk başbakanı mı?”

Ve istifa kararını açıkladıktan sonra Davutoğlu’nun konumu nedir?
Acaba onun konumu ikinci dönemini tamamlamak üzere, kasımda seçilmiş yeni Başkan’a görevi devretmeyi beklerken ocağa kadar Beyaz Saray’da oturmayı sürdüren eski Başkan’a yakıştırılan “topal ördek” sıfatını mı hak ediyor?

“Topal ördek” dilimizdeki başka bir deyişi “şaşkın ördek”i çağrıştırdığından yakışık almaz derim.

Artık Ahmet Davutoğlu geçmişte kaldığından, yukarıda sıraladığımız soruların pratikte önemi yok.

O bakımdan, “birikimi ve kimliği tarihe daha başka bir görüntü bırakmaya elverişliydi, yazık etti” diyerek Sayın Davutoğlu bahsini kapatalım.
Ama, yeni bir anayasa yapılmadan önce, Ahmet Bey’in yerine, yeni bir başbakan geleceği için şu soru önemini korumaktadır:

Bu yeni başbakanı ne yapacağız, nereye koyacağız?

Öyle ya? Her şeye karar verme yetkisi Reis’e ait olduğuna göre, bir “başbakan”a ne gerek var?

***

Bir de şu var: Bir yandan parlamenter 1982 Anayasası yürürlükteyken öte yandan resmi Türkiye’ye karşı fiili Türkiye’yi nasıl meşrulaştıracağız?

Bu defa da “aldırma uysa da yaptım uymasa da” deyip geçmek kolay değil, hele hele TCK’nin 309. maddesindeki “anayasayı ihlal” suçu orada dururken... Bakın ne diyor madde 309:

“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya veya bu düzen yerine başka düzen getirmeye veya bu düzenin fiilen uygulanmasını önlemeye teşebbüs edenler ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır.”

Gerçi maddede suçun oluşması için cebir şiddet kullanma koşulu da getirilmiş, ama kim bilir, bir de bakarsınız ki devlet erkini kullanarak, “uysa da yaptım uymasa da” diye diretmek manevi cebir unsuru olarak kabul ediliverir...

“Hiç öyle şey olur mu” dediğinizi şimdiden görür gibiyim.
Öyle demeyin! Hiç belli olmaz, bakarsın oluvermiş.

Burası Türkiye abicim, burada olmaz olmaz...

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 15 Mai 2016 1:14    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Korku ve ölüm imparatorluğu

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 08 Mayıs 2016



Cuma akşamüstü İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Can Dündar ve Erdem Gül hakkındaki kararlarını beklerken umutlu değildim. Çünkü yargının tarafsız olduğuna güvenim yok.

“Yargı bağımsız değil ki, tarafsız olsun. Bağımsız olmayan yargı, Cumhurbaşkanı’nın bedelini ödeyecekler dediği ve tavır alıp, taraflığını ilan ettiği bir davada nasıl adil karar versin” diye düşünmemek kolay mı?

Birden ulaşan bir haber, kararı ikinci plana itiverdi. Can Dündar kendisine “Vatan hainisin!” diye haykıran, sonradan adının Murat Şahin olduğu öğrenilen 40 yaşındaki işsiz birinin silahlı saldırısına uğramıştı.

Saldırgan, Can Dündar’ın açıkça ayaklarına doğru ateş ettiğine göre, öldürme kastı gütmüyor görünüyordu.

Amaç, susturmak ve sindirmek olduğuna göre, neden “susmazsan sinmezsen neler olur gör” yöntemiyle işe başlanmasındı ki?..

En az maliyetlisinden başlayarak, derece derece tırmanmak her zaman mümkündü.

Can Dündar saldırıdan sonra şunları söylüyordu:
-Saldırganı tanımıyorum, ama saldıranı kimin cesaretlendirdiği ve beni hedef haline getirdiğini, asıl onların suçlanması gerektiğini de biliyorum.

***

Can Dündar’ın bu sözleri ilk anda akla yaptıkları haberi vatana ihanet, casusluk suçu olarak niteleyen ve bedelini ağır ödeyecek uyarısını yapan, “Reis”i getiriyorsa da, ben “öyle demek isteseydi, açıkça söylerdi yok canım onu kastetmemiştir” derim. Hem, Reis’in Murat Şahin’e, “Sık şunun ayağına aklı başına gelsin, sesini kessin!” türünden haber gönderdiği veya herhangi bir ilişki içinde olduğu kanıtlanmadan böyle bir iddiada bulunulamayacağına göre...

Gerçi, devletin bir numarasının, vatandaşları kolaylıkla vatan ihanetiyle suçlayabildiği, insanların kendileri yandaşları, büyükleri gibi düşünmeyenleri, hele hele onlara muhalif olanları düşman gördükleri, düşman ile hainin katlinin vacip olduğunu kabul ettikleri bir toplumda, sabıka kaydı kabarık, işsiz, kişiliksiz kimselerin önde gelen büyüklerin, kanaat önderlerinin sözlerinden hareketle, durumdan vazife çıkarıp silaha davranmaları mümkündür.
Bu denli gergin toplumlarda insanlar konuşurken, suçlarken kolayca azmettirici durumuna düşebileceklerinin bilincinde olmalıdırlar.
Türkiye bundan dolayı bir korku toplumu oldu.

Korku toplumlarında, ifade ve basın özgürlüğünün önünde büyük engeller vardır.

Özgürlükleri kullanmak isteyen sindirilir, sinmeyenler cezalandırılır.
Bunun için çeşitli araçlar ve yöntemler vardır.

Hoşa gitmeyen basın organlarının yaşam damarlarını kesmek için yapılan ekonomik baskı yöntemlerini saymıyorum bile. Ama bunların yanı sıra, tutuklatıp içeri tıkarak, infaz, bağımlı yargıya mahkûm ettirerek sözde yargılı infaz, o da yetmez ise ayağına sıktırarak sindirmek, başına sıktırarak susturmak yöntemleri uygulanır ve bunların tümü birleşir devlet terörünü oluşturur.

İşsiz bırakmak gibi, “hafif” yöntemlere değinmedik dahi.

***

Böyle böyle Türkiye bütün vatandaşların, titreyerek kendine gelmesinin istendiği korku imparatorluğu haline getirilmeye çalışılıyor.

Üstüne üstlük, korku egemen kılınırken ölüm de kutsanarak, korku ve ölüm imparatorluğu oluşturuluyor.

Mersin’in Yenişehir ilçesinde anne E.K.’nin beş yaşındaki oğlu, Kutlu Doğum Haftası etkinliklerinin sürdüğü sırada Milli Eğitim’e bağlı yuvadan eve döndüğünde şunları söylüyor:

-Bugün okulda ilahiler, dualar okundu, insanlar günah işlemeden ölürlerse cennete giderlermiş, cennet çok güzel bir yermiş, ben ölmek istiyorum anne!

Bu Mersin’in Yenişehir İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü ile Müftülüğü’nün Kutlu Doğum Haftası etkinlikleri çerçevesinde, birlikte düzenledikleri programda devlet tarafından körpe dimağlara kazınan öğretilmiş, kutsanmış ölüm tutkusudur.

İşte “korku ve ölüm imparatorluğu”ndan insan manzaraları.

Yoksa dönülmez akşamın ufkunda mıyız?

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 15 Mai 2016 1:18    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Bağcı dövmek

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 10 Mayıs 2016


Politikada amaç, bağcı dövmek değil, üzüm yemektir. Hatta politikanın üzümü en düşük maliyete yemek veya üzümü yemenin önündeki engelleri kaldırmak olduğu bile söylenebilir.

Bizde ise siyasetin asıl amacının üzüm yemek olduğunu unutup bağcı dövmek olduğunu düşünenler hiç de az değildir ki, onlar uygulanan politikanın başarısını sağlanan kazanımlarla değil, çıkan gürültü ile ölçmektedirler...
Son zamanlarda, Tayyip Bey’in de, iç politikada yıllardır uyguladığı ortamı gergin tutma, sürekli meydan okuma yöntemini dış politikada da ısrarla uygulamaya koyduğu görülüyor.

PYD konusundaki görüşlerimize aldırmayan bu yöntemlerden vize muafiyetini yürürlüğe sokmak için Terörle Mücadele Yasası’nın değiştirilmesini isteyen ABD de, AB de nasiplerini alıyorlar bu meydan okumadan...

Ortaya çıkan, ABD ve AB dahil herkese kafa tutan, meydan okuyan Reis görüntüsüdür.

***

Reis de bu görüntünün pekiştirilmesini istiyor olmalı ki, ha bire altını çizip duruyor. Nitekim geçen gün de, meydan nutkunda, iftiharla ilan etti:
-Ben dünyaya meydan okurken, arkamda Türkiye var.

İslami hareketi, “ılımlı İslam” etiketiyle kapitalizm ve ABD’si, AB’si ile Batı ile bağdaştırıp uzlaştırmak için bir ortak yapım olarak dizayn edilmiş bir hareketin lideri olan Tayyip Bey son zamanlarda, “özellikle, ABD ve AB başta olmak üzere dünyaya meydan okuyan, bu yolda da halkının desteğini arkasına almış bulunan Reis” görüntüsüne bürünmüştür.

Hiçbir konuda uzlaşma kabul etmezken aynı anda mağduru da oynayıp karşı tarafı düşman ilan edip gerginlik politikasını uygulayan, bunun semeresini almayı da içeride çok iyi beceren Reis gerginlik yöntemini artık dış politikaya da sıçratmıştır.

Anketler de Reis’in amaçladığı algıyı yaratmayı başardığını gösteriyor.

O, artık halkını da arkasına alarak dünyaya kafa tutan bir önder, sanırsınız ki yeni bir Mustafa Kemal’dir.

Bu algı gerçekle ne kadar bağdaşıyor?

Tayyip Bey, 13 yıldır kişisel gücünü günbegün pekiştirerek, iktidarını sürdürdüğüne bu süre içinde kafasındaki rejime ve gönlündeki Türkiye modeline adım adım yaklaştığına göre, politikası kendi açısından başarılı olmuştur.

Ama ya ülke açısından durum nedir?

Bu sorunun yanıtını vermek için toplumsal kazanımların ne olup ne olmadığına bakmak gerek.

***

Konu gündeme geldiğinde hemen öne sürülenler, ekonomik kalkınma ve siyasal istikrar oluyor.

Uzatmadan yanıtlayalım, inşaat sektörüne ağırlık vererek, kalkınma modeli bir süre gittikten sonra orta gelir çıkmazına saplanmış ve yolsuzluğun Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde görülmemiş boyutlara vardığı, gelir dağılımındaki adaletsizliğin zirve yaptığı, bu kalkınma modelinin sosyal maliyeti dayanılmaz ölçüde yüksek olmuştur.

Siyasal istikrar konusuna gelince, Reis’in devri iktidarı süresince, hükümet bunalımlarının yaşanmadığı, ekonomik ve siyasal alanda kararların süratle alındığı bir gerçektir. Ancak Türkiye hiçbir zaman Tayyip Erdoğan’ın iktidar döneminde olduğu kadar demokrasiden uzaklaşıp derinden parçalanmamıştır.
Erdoğan dönemi Türkiye’nin en parçalanmış, en istikrarsız, en baskıcı dönemi olmuş, o iktidarın beceriksizliği, aymazlığı yüzünden Kürt sorunu iç savaş boyutuna varmıştır.

Dış politika alanına gelince, “dünyaya meydan okuma” söylencesi Türkiye’yi bölgedeki gelişmeler konusunda söz sahibi kılamadığı gibi, zaman içinde tüm kırmızı çizgilerinin de silinip gitmesine de engel olamamıştır.

Ne AB ile ilişkilerimizde, daha iyi bir konumdayız, ne de ABD nezdinde daha dikkate alınır durumdayız.

Bağcı dövmeye çalışmaktan üzüm yemeye fırsat bulamıyoruz.

Bağcı dövmek bahsine gelince: Kimin kimi dövdüğü de pek belli değil!

Bu durumda Ziya Paşa’nın şu beyti geliyor akla:
“Eyvah bu baçizede (oyunda) bizler yine yandık.
Zira ki ziyan ortada, bilmem ne kazandık?”



Dernière édition par murat_erpuyan le 02 Juin 2016 11:45; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13627
Localisation: Paris

MessagePosté le: 29 Mai 2016 0:16    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Ali Sirmen
cumhuriyet
Mayısın günleri

28 Mayıs 2016

Mayıs ayı yakın geçmişimizin, önemli tarihleriyle doludur. Onların simgeleri oldukları olayları dikkatle irdelersek, toplumsal yaşamımız hakkında fikir edinebiliriz.

Mayısın tarihimizdeki ilk önemli günü 1919 yılının 19 Mayıs’ıdır.

19 Mayıs 1919’un neyin simgesi olduğuna, onu unutturmak isteyenlerin gerçekte neye karşı olduklarını geçen gün burada anlatmaya çalıştığım için tekrar aynı konuya dönecek değilim. Yalnızca, uluslaşma ve dolayısıyla laikleşme sürecinin önemli dönemeci olduğunu anımsatmakla yetineceğim.
19 Mayıs 1919 yerellikten ulusallığa dönüşme dönemecinin köşe başı olduğu hareketi tarih içinde eşsiz kılan özelliklerinden biri de, ulus bilinciyle bağımsızlaşma eyleminin birbirine koşut gelişen sürecin, demokrasi zemininde yeşermiş olmasıdır. Bülent Tanör, “Kurtuluş-Kuruluş” adlı eserinde olayı “savaş demokrasisi” olarak niteler, normalde otoritarizmi ateşleyen savaşın bu kez hangi etkenlerle demokrasiyi doğurduğunu irdeler.

***

14 Mayıs 1950, savaş demokrasisi içinde boy atan hareketin Cumhuriyet’in ilanının üzerinden daha tam olarak 27 yıl bile geçmeden, herhangi bir toplumsal sarsıntıya yol açmadan, tek parti uygulamasından çok partililiğe geçişin, yani demokrasiye doğru yönelişin tarihidir.

Ancak, salt çok parti arasından iktidara gelecek olanı seçimle saptamak demokrasinin yeterli koşulu olarak görülmesi yanlıştır. Günümüzde herkes bilmektedir ki, seçim demokrasinin zorunlu koşuludur, fakat yeterli koşulu değildir. Geçmişte olduğu gibi, günümüzde de iktidarın başlangıçta seçimle belirlendiği, ama demokrasinin temel ilkeler ve kurumlarının çiğnendiği, adı demokrasi olup da özü otoriterden başlayıp totalitere kadar uzanan nitelikte rejimler mevcuttur.

Tabanında toprak reformuna karşı “dörtlü takrir” bulunan feodal kökenli DP hareketi de, maalesef büyük umutlarla başlayıp tedrici olarak demokrasiden uzaklaşarak, kuvvetler ayrılığı ilkesini hiçe sayıp, temel hak ve özgürlükleri çiğneyen bir yapıya bürünmüştü.

14 Mayıs 1950’de başlayan, demokrasi denemesi 10 yıl 13 gün sonra, 27 Mayıs darbesi ile sona ermiştir.

Mayıs ayının üçüncü önemli tarihi olan 27 Mayıs darbeler döneminin veya başka deyişle askeri vesayet devrinin başlangıcıdır.

***

Bu niteliği tartışma götürmeyen 27 Mayıs hakkında hemen herkesin temennisi sanırım aynıdır:
- Keşke 27 Mayıs olmasaydı.

Yalnız bu temenni tek başına bir anlam ifade etmez. Yani Türkiye 27 Mayıs’ı yaşamasaydı, 26 Mayıs 1960 koşulları kesintiye uğramadan sürseydi de yine demokrasi olmayacaktı.

27 Mayıs darbeydi ama demokrasiye karşı darbe olduğu söylenmezdi. Çünkü DP milletvekilleri arasından saptanmış kişilere yargı yetkisini veren “Tahkikat Encümeni” ve diğer anti - demokratik uygulamalarla demokrasi daha darbe gelmeden rafa kalkmıştı bile.

Bu durumda sivil vesayetin yerine askeri vesayeti getiren 27 Mayıs olmasaydı, demek tek başına anlam taşımıyor, doğrusu “27 Mayıs’a yol açan koşullar keşke olmasaydı” demek olmalı.

Demokrasimizin yalnızca askeri vesayetin tasallutunda olduğunu sanmak, onun önündeki en büyük engeldir.

Son olarak, 2016 yılında, mayısın simgesel günlerine, bir de 22 Mayıs katıldı.
22 Mayıs 2016, Cumhurbaşkanı “Reis”in mesajının bütün delegelerce “esas duruş”ta dinlendiği son AKP Kongresi’nin tarihidir. O gün, esas duruşun salt askere özgü olmadığı iyice anlaşılmıştır.

Değerli gazeteci yazar Kadri Gürsel 22 Mayıs Kongresi izlenimini şöyle özetlemişti:

“AKP’nin vücut dili, Nazizmin ruhu”

“Reis sistemi”nin başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz 22 Mayıs, bize kimi zaman sivil vesayetin askeri vesayetten de beter olabileceğini gösteriyor.
Hemen yeise kapılmanın da gereği yok. Daha önümüzde Allah’ın mayısı çok, kim bilir belki gelecekte, 19 Mayıs 1919’da başlayan öykünün 22 Mayıs 2016’da sonlanmadığını gösteren bir mayıs günü de yaşanır.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 02 Juin 2016 11:47    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


‘Destina’ kader olmasın da!

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 02 Haziran 2016





Son zamanlarda İstanbul yılın bir günü yeniden fethediliyor, kalan 364 günde de tekrar tekrar işgal ediliyor hep.
29 Mayıs 2016’da, Fatih Sultan Recep, Yenikapı’da bir haftada dikilen kartondan surları iman dolu, söylev darbeleriyle yer ile yeksan ederek

İstanbul’u tekrar fethedince sordum:
- Anladık “Fetih”in 563., peki işgalin kaçıncı yıldönümündeyiz?
Türklerin İstanbul’u fetihlerinin 29 Mayıs 1453 olduğu cümlenin malumudur da, işgallerinin tarihi konusunda rivayet muhteliftir.

Doğu Roma’ya, sonra da kimilerince onun devamı olan, Osmanlı’ya başkentlik etmiş olan İstanbul üç kere işgal edilmiştir. Bunlardan birincisi Dördüncü Haçlı seferi, kentin 1204’te Latinler tarafından işgali ile sonuçlanmıştır. 1261 yılına kadar süren bu ilk işgal döneminde, kent akıl almayacak ölçüde yağmalanmış, geride pek bir şey kalmamıştır.

İkinci işgal, itilaf devletleri güçlerince gerçekleştirilmiş, üç yıl süren bu dönemde, çeşitli taşkınlık ve rezalet meydana gelmiş, ama sonra işgal kuvvetleri çekip gidince, kent eski sakinlerine kalmıştır.

Son işgalin başlangıç tarihi tartışmalıdır. Tartışılmayan husus ise her anlamda yıkımın 4. Haçlıları aratmayacak boyutta olduğudur.

***

Korkarım, bu son işgalin failleri çekip gittiklerinde arkalarında İstanbul denebilecek bir şey de kalmayacaktır.

Ayıptır söylemesi ben halis muhlis İstanbulluyum. Eskiden bizler İstanbulluyduk. O sıralarda kentte bir de azınlıklar vardı. Sonra ikinci ve üçüncü işgal arasında ön nihai işgal döneminde meydana gelen üzücü olaylar neticesinde onlar gittiler.

Artık azınlık olarak, yalnız benim gibiler kaldık.

Çoktandır net olarak bilincine vardığım, olgunun adlandırılması 15 yıl önce oldu.

O sıralarda Cihangir civarında çalışan bir taksinin, aksanından Karadenizli olduğunu anladığım şoförü ile bir gün aramızda şöyle bir konuşma geçti:
- Abi nerelusun?
- İstanbulluyum.
- Onu anladuk da nere İstanbullusu yani?
- İstanbul İstanbullusuyum.
- O da nasil oliyi?
- Şöyle oluyor ki, benim ailem, vakıf kayıtlarına göre 300 yıldır İstanbullu.
- Ha anladum abi, sen Ermenusun!

Haklıydı! İstanbul artık onundu, ben azınlık olmuştum.

***

Benim İstanbulumun Doğu Roma dönemine kadar uzayan gelenekleri nağmeleri, davranış biçimleri, yapıtları, mimarisi vardı. Osmanlı’dan gelen tatları, şarkıları, Sinan gibi dâhileri, Mimar Kemalleddin ve Vedat Tek gibi Osmanlı ile Cumhuriyet arasında köprü olan mimarları, şairleri müzisyenleri, yazarları plastik sanatçıları, semtten semte değişen yaşam ve davranış biçimleriyle İstanbul, hem Doğu’yu, hem Batı’yı yansıtan biraz Doğulu biraz Batılı, ama tümüyle her ikisi de olmayan, zaman içinde belki melez ama kişiliksiz olmayan Yakup Kadri’nin deyişiyle eşsiz, bir “İstanbul kültürü”ne can vermişti.

Son işgal bütün bunları yağlamadı, kimliksiz, kişiliksiz, ortak dili yitirmiş, garip bir topluluğun birbirleriyle biteviye itişip kakıştığı, bir kent haline geldi İstanbul.

Bu durumda aklıma, hep Mine Kırıkkanat’ın 2008 yılında yayımlanan bilimkurgu romanı “Destina” geliyor. Bu öykü, Cumhuriyetin yıkılışından sonra Türklerin genetik kodlarını kaybettikleri, dillerinin yasaklandığı, İstanbul’un, uluslararası yönetime verildiği bir ortamda geçer.
Son zamanlarda “fetih” ve işgal arasında mekik dokuyan İstanbul’u gördükçe, “Destina kader olmasın da!” diyorum hep.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 20 Juin 2016 1:59    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Liseliler meşru müdafaada


Ali Sirmen - Cumhuriyet, 19 Haziran 2016




On yıl kadar oluyor. Her yıl haziranın ilk pazarında yapılan Galatasaray Pilav Günü’nde eski sınıf arkadaşlarımla sohbet ediyorduk. 191 Gündüz Can okuduğu dergileri sıralarken uyardım:

- O dergiye dikkat et! Hiç güvenilir değildir.

- Ben, diye yanıtladı dostum, Thompson’da okudum, söylenenleri aklımın süzgecinden geçiririm.

Haklıydı, biz yalnız Fransızlardan değil, Türk hocalarımızdan da, sorgulayıcı laik eğitim görmüştük.

Yalnız benim okuluma özgü bir durum değildi bu, Cumhuriyetin temelinde sorgulayıcı, laik eğitim vardı.

Geri kalmışlığa karşı eğitim seferberliği yalnız Cumhuriyetin değil, Osmanlı’nın da denediği bir yoldu. İttihatçılar da, eğitim seferberliğini yürüttüler, Abdülhamit de, okullaşmayı geliştirme yolunda hamleler yaptı.
Cumhuriyetin onlardan büyük farkı, 3 Mart 1924 tarihli Tevhid-i Tedrisat ile eğitim ikiliğini ortadan kaldırıp laik eğitimi temel haline getirmesiydi.
Kızlarla erkeklerin bir arada okudukları, laik karma eğitim demokrattı, sorgulayıcıydı, ezbere dayanmıyordu, Cumhuriyetin büyük eğitim seferberliğinin temelini oluşturan bu eğitim aynı zamanda aydınlanmacıydı.

***

Geri kalmışlığa karşı mücadele eden, çağdaş uygarlık düzeyini yakalamayı amaçlayan Cumhuriyet bunu aydınlanmacı, sorgulayıcı, karma laik eğitim yoluyla gerçekleştirmeyi amaçlıyordu.

Cumhuriyetin gerçek ordusu Milli Eğitim, Mustafa Kemal’in gerçek askerleri ise öğretmenlerdi.

Cumhuriyet devrimleri bu yolla yaygınlaştı ve kökleşti ülkede.
Köy Enstitüleri, köylü nüfusun çoğunlukta olduğu ülkede, bu hareketi tabana yayma hamlesiydi.

Laik Cumhuriyetin karşıtları bu gerçeği sezdiler, ona karşı ilk hamleleri ve örgütlenmeleri o alanda gerçekleştirdiler. Bunun için toprak ağalarının partisi DP’nin ünlü Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri’yi bile beklemelerine gerek kalmadı, bizzat CHP’nin Milli Eğitim Bakanı Reşat Şemsettin Sirer eliyle indirildi Köy Enstitülerine ilk darbe.

Ardından, birbiri ardından gelen sağcı iktidarlarla darbeler de birbirlerini izledi. Laik Cumhuriyet karşıtları laikliğin en büyük savaş meydanı, Milli Eğitim alanındaki savaşları birbiri ardına kaybettiler.

Bugün vasıl olduğumuz netice şudur:
PISA raporuna göre Türkiye 64 ülke arasında 45. sırayla, bütün OECD üyelerinin gerisinde kalmıştır. Türk öğrencileri eleştirel düşünce ve problem çözme becerisinde dünya ortalamasının beşte biri oranında başarılıdır. TEOG sınavlarında öğrencilerin en başarılı oldukları alan din bilgisi, en başarısız oldukları alan ise matematiktir.
Türkiye çağdaş uygarlık düzeyini imam hatipler ve din eğitimi ile mi yakalayacak?

***

Artık eğitim, biat kültürüne dayalı, ezberci, ötekileştirici dogmatik, ayırımcı, ırkçı bir niteliğe bürünmüştür. Bu politikanın mimarı, Milli Eğitim’dir.

Türkiye’nin varlığı ve bekası açısından en büyük tehdit odağı, bütün kaleleri zaptedilmiş olan “Milli Eğitim”dir.

Ders yılı biterken liselerimizde görülen ve çığ gibi büyüyen eylemler, işte bu “Milli Eğitim!”e karşı Cumhuriyetin kendini savunma girişimleridir.
Genç liseliler, gericiliğe, bağnazlığa, ırkçılığa, ayırımcılığa, bölücülüğe karşı laik Cumhuriyeti, başka bir deyişle bizzat kendi varlıklarını ve geleceklerini savunma gayreti içindedirler.

Gericiliğe, ırkçılığa, ayrımcılığa, bağnazlığa, despotluğa karşı verdikleri bu karanlıkları aydınlığa çıkarma savaşında liseli gençlere destek olmalıyız!



Dernière édition par murat_erpuyan le 23 Aoû 2016 23:19; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 18 Aoû 2016 22:47    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Gülen’in sağlığı

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 16 Ağustos 2016





Özgür Mumcu’nun “Barış Makinesi” ile Melih Gökçek’in deprem makinesinin, her ikisinin de ortaya çıkışı miladın 2016’ıncı yılına rastlıyor. Özgür’ün ilk romanı “Barış Makinesi” zekânın, acı mizahın, düş gücünün bir araya gelip, bir türlü rahat durmadıkları, fantastik, harikulade bir dünyaya götürüyor insanı, herkese salık veririm.

Melih Gökçek’in deprem makinesi, yolsuzluk, adam kayırma, rüşvet, kandırma kokan, bir zamanlar sorumluluğu cinlere yüklerken, şimdi Fethullah destekçiliğini ve diğer cümle tüm kötülükleri ABD’li hinlerin sırtına vuran bir kurnazlık abidesi. Bir zamanlar Gülen’in peşinden ayrılmayan, onunla içtikleri su bile ayrı gitmeyen, Ankara Belediyesi’nin bütün imkânlarını Fethullah Hocaefendi’ye sunan Melih Gökçek, 14 Ağustos günü, ABD’nin FETÖ’ye destek vermek üzere büyük bir Marmara depremi çıkaracağını iddia etti. Melih Gökçek’e göre ABD’nin bunu yapacak gücü, yani deprem makinesi var.

Melih Gökçek bu, söylüyor, artık yersen!

Artık Gülen ile ilgili olarak söylenenler, açıklamalar iç bulandırıcı hale gelmişken, Melih Gökçek deprem iddiasıyla, buna yeni boyut kattı.
Son zamanlarda Gülen ile ilgili açıklamaları izlerken şöyle bir izlenim ediniyor insan. Ülkemiz hepsi melek gibi pirüpak insanlardan oluşuyor, bir de bir şeytan var: Fethullah Gülen. Bir zamanlar onunla birlikte hareket etmiş olanların hepsi masum, bir tek o şeytan ve bütün kötülükler, ondan sadır oluyor, bir zamanlar çevresinde pervane gibi dolananlar, hep kandırılmış, saf masum kişiler.

***

Bir zamanlar, Fethullah ile birlikte hareket etmiş, onunla işbirliği yapmış olanlar, şimdi ondan hesap sormaya hazırlanıyorlar.

Ama Fethullah’tan hesap sormak netameli iş, çünkü hesap soranların da yapılanlarda sorumlulukları var. Onun için, hesap verme zorunda olmadan hesap soracak bir yöntem bulmalı.

Yöntem sonunda bulundu. Hesap sorulacak eylemler için bir milat konmalı. Bu öyle bir milat olmalı ki, hem Fethullah paralelcilikten suçlanmalı, hem de hesap soranlar da aynı şeyden hesap vermek zorunda olmamalı.
Sonunda aranan milat da bulunuyor, “17-25 Aralık”. O tarih, Fethullah ile “ne istediler de vermedik”çilerin arasının açıldığı, hesap soranların, Fethullah destekçiliğinden vazgeçtikleri tarihtir. Ondan sonraki her ilişkiden hesap sorulur, ondan öncekiler için ise “sayım suyum yok!” denirse, mesele kalmıyor

Bu sorun da böyle çözüldükten sonra, hesap sorabilmek için kalıyor geriye Fethullah Gülen’i ele geçirmek. Öyle ya, Fethullah şimdi ABD’de olduğuna göre, hesabın sorulabilmesi için ABD’nin Fethullah Gülen’i iade etmesi gerek.

Türkiye iade talebini daha ilk günden yaptı. Yalnız Washington, darbecilerin ardında Fethullah Gülen’in bulunduğuna dair kanıt istiyor. Türkiye’deki iktidara göre, bu konuda en ufak bir şüpheye bile mahal yok.

Ama ABD’de işler öyle yürümüyor, belirli süreçlere, belirli şekil şartlarına uymak gerek, Washington bu ayın 22’sinde, iade talebini görüşmek üzere heyet gönderiyor, 24’ünde ise Joe Biden gelecek.

***

Þimdiden görünen o ki, Fethullah Gülen’in iadesi Washington’u iyice zorlayacak, Türk-Amerikan ilişkilerini gerginleştirecek, ABD içinde, çeşitli güçler arasında alttan alta çekişmeler olacak.

Doğrusu durum güç. ABD, Fethullah Gülen’i verse bir türlü, vermese bir türlü. Hukuki mülahazalar ile siyasi kaygılar, ilan edilen Amerika ile gerçek Amerika’nın gerekleri birbirleriyle çelişmekte, hangisinin üstün geleceğini şimdiden kestirmek güç. İadenin lehindeki ve aleyhindeki gerekçelerin hepsinin de ortadan kalkması zor.

Tam bu noktada, kimi gözlemciler gibi ben de Fethullah Gülen’in sağlık durumunu merak ediyorum.

Başarsız darbenin yarattığı travma, Fethullah Hoca’nın sağlığını etkileyebilir pek de âlâ...



Dernière édition par murat_erpuyan le 20 Oct 2016 18:21; édité 2 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 23 Aoû 2016 23:18    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Şam’ı beklerken Gaziantep düştü!

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 23 Ağustos 2016




Türkiye şu anda yeryüzünün en sorunlu ülkelerinden biri, hatta belki de birincisi, Suriye’deki savaşa gırtlağına kadar batmış, işbaşındaki iktidarın mezhep gözlüklü politikası yüzünden, mezhep gerginliklerini çatışmaya dönüşmesi olasılığı güçlü; yargısı çökmüş, ordusu felç olmuş, istihbaratı iflas etmiş durumda.

PKK’nin eylemleri ülkenin bir bölümünde iç savaş yaşanmasına neden oluyor. Etnik kökenli terör örgütü, terör eylemlerini ülkenin dört bir yanına taşıyabilecek kapasitede ve zaman zaman da taşıyor.

Yani ülke her an her köşesini sarabilecek, zaten halen de Güneydoğu’sunda sürmekte olan iç savaşın tehdidi altında.
Her türlü terör örgütünün dört bir köşesinde at oynattığı ülke, İslami terör örgütü IŞİD’ın bir numaralı hedefi olmuş durumda.

IŞİD her an Türkiye’nin her yanında korkunç terör eylemleri sahneliyor.
İşin garibi Batı’daki genel resmi kanı Türkiye’deki yönetimin terör örgütlerine yardım ve yataklık ettiği merkezinde, Washington’da, Brüksel’de, Berlin’de, Türkiye’yi teröre destek veren ülke olarak görüyor. Tayyip Bey’in uluslararası yalnızlığı buradan kaynaklanıyor.

Türkiye’yi terör ile işbirliği yapmakla suçlayanların ellerinde iddialarını destekleyecek kanıtlar var. Devletin istihbarat örgütünün himayesinde teröre silah gönderdiği aşikâr olmuş.


***


Teröre destek olmakla suçlanan Türkiye, terörün baş kurbanlarından biri. Dört bir yanında yurttaşları terör eylemleriyle öldürülüyor. 2014 yılında turizm geliri, 35 milyar dolara ulaşmış olan Türkiye’nin turizmi son iki yılda büyük darbe almış, çıkmaza doğru sürükleniyor. Terör kökleştikçe turizmin yok oluşa doğru yöneldiği görülüyor. Bütün bunlara ek olarak, yıllardır geliyorum diyen büyük Marmara depremine karşı hiçbir hazırlık yok. Depreme karşı, bir önlem olarak sunulan, kentsel dönüşüm (kentsel dönüşüm yazılır, rantsal dönüşüm olarak okunur) depreme yönelik bir önlem olmaktan çok uzakta, hatta ona ters uygulamaların da konusu olmakta.

Oysa bütün uzmanların “geliyor, aman dikkat!” diye feryat ettikleri büyük Marmara depremi, Mine Kırıkkanat’ın mutlaka okunması gereken, “Bir Gün Gece” adlı kitabında da belirttiği gibi, bölgenin ekonomik önemi dolayısıyla, ülkenin bağımsızlığını yitirmesine kadar varacak sonuçlara yol açabilir. Bu dudak uçuklatacak tehlikeler karşısında ülke iyi yönetilmiyor.

Batı’nın büyük güçleri, ısrarla ileri sürdükleri İslami teröre destek savlarını delillerle desteklerken kendi içinde ikiye bölünüp, birbirine düşmüş olan iktidar, IŞİD’e karşı yeterli önlemleri ya kasten almıyor, ya da korktuğundan alamıyor.

Gaziantep’te 54 yurttaşın ölümüyle sonuçlanan terör eylemi, olayları biraz olsun izleyen kimseyi şaşırtmıyor.

Gaziantep’in Suriyeli mültecilerin ve IŞİD’in merkezi olduğu ne zamandır söyleniyor, görülüyor.

Buna rağmen kimse Gaziantep’teki IŞİD yuvalanmasına karşı bir şey yapamıyor.

Ankara’daki iktidar gözünü dikmiş Suriye’ye, Şam düşecek diye beklerken, Gaziantep düşüyor, IŞİD’in eline geçiyor, üssü haline geliyor.

***

Türkiye terörün baş hedeflerinden biri haline gelmişken Türkiye’deki iktidar, teröre karşı mücadele etmiyor. Ya kasten etmiyor ya da korkudan, çaresizlikten edemiyor ama sonuç değişmiyor, ikisi de neticede aynı kapıya çıkıyor. IŞİD Türkiye’de iktidarın, devletin himayesinde serpildi, şimdi çaresizliği ile güçleniyor.

Türkiye her geçen gün daha koyu bir yalnızlığa, daha kahredici bir çaresizliğe gömülüyor.

Terörü önlemekte çaresiz kalanlar, lanetlemekte bülbül kesiliyor:

- Terör başarılı olamayacak!

İnsanın sorası geliyor:
- Daha ne kadar başarılı olsunlar ki? Baksanıza siz Şam düşecek diye beklerken Gaziantep düştü bile!


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 25 Aoû 2016 16:19    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


PKK ile mücadelenin yolu bu değil

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 25 Ağustos 2016





Emre Kongar, dünkü yazısına içinde bulunduğumuz durumu özetleyen şu cümle ile başlıyordu: “Türkiye üç koldan terör saldırısı altında.” Bunların IŞİD, FETÖ ve PKK terörü olduklarını da, bunların üçüyle mücadelenin de doğru şekilde yapılmadığını belirtmeye de gerek yok sanırım. IŞİD ile mücadelenin layıkıyla yapılamadığını veya yapılmadığını daha önce yazmıştım. Öyle görünüyor ki,dünün FETÖ’cüleri, bugünün soruşturmacıları, koğuşturmacıları konumuna geldiklerine göre o konuda da durum farklı değil.

Güneydoğu’dan ve başka yerlerden gelen haberler PKK ile mücadele konusunda da yanlış yolun tutulduğunu gösteriyor.

Bir konuya açıklık getireyim: Çözüm sürecinin, çıkmaza sürüklenmesi ve yeniden kanlı çatışmalar dönemine girilmiş olmasının sorumluluğunu tek başına iktidara yükleyenlerden ve PKK’nin, uluslararası konjonktürden yararlanma hesaplarını da içeren, uzlaşmaz çatışmacı tavrını görmezden gelenlerden değilim. Tam tersine terör örgütü PKK’ye karşı, polisiye önlemlerin alınmasını ve bunun hiçbir koşulda savsaklanmaması zorunluluğunun farkında bir kişi olarak, iç içe girmiş Kürt sorunu ve PKK terörünün hem bir arada, hem de aynı anda ayrı ayrı ele alınmalarının tek geçerli yöntem olduğunu belirtmek isterim.

“Çözüm süreci”nde, PKK’nin terör eylemleri hazırlıklarına göz yumduğu için siyasal iktidarı eleştirenlerin, şimdi “Neden teröre karşı şiddet kullanıyorsun” demeleri zaten beklenemez.

***

Ancak teröre karşı kullanılan şiddetin orantılı olması, vatandaş ile teröristi elden geldiğince birbirinden ayırması zorunludur. Masa başında yazması çok kolay olan bu hususun, çatışma alanında hayata geçirilmesinin ne denli güç olduğunun farkındayım.

Ama bu yaşamsal zorunluluğa uyulmadığı takdirde de, vatandaşın ve onunla birlikte mücadelenin de kaybedileceğini de akıldan çıkarmamak gerek.

Vatandaşı PKK’nin yanından ayırmadan Kürt sorununun çözümü imkânsızdır.

Bunun için yapılması gereken, bir yandan PKK ile savaşı sürdürürken öte yandan demokratik önlemleri alarak, toplumsal mutabakatın koşullarını oluşturmak gerekir.

Toplumsal mutabakat Kürt sorununun çözümündeki anahtar düşüncedir ve o gerçekleşmedikçe, ne yaparsanız yapın sorun çözülmeyecektir.
Kendisini Kürt olarak tanımlayan vatandaşların, mümkün olan her fırsatta ve platformda, kendilerini ifade etmelerinin önünü açmak, daha da ötesi, bunu teşvik etmek ve Kürt sorununun dile getirilme platformlarının çeşitlendirilmesi, yüreklendirilmesi ile şiddetin geçerli bir ifade biçimi olmadığını, siyasi tartışmanın ve çözüm arayışının tek umar olduğunu göstermenin yolu herhalde, HDP’yi dışlamak, izole etmek ve daha fazla PKK’nin kucağına itmek olmasa gerek.

HDP veya kendini Kürt olarak tanımlayanların tüm gerçek siyasal örgütleriyle diyaloğu geliştirmek şarttır.

***

Şimdi pazar günkü Cumhuriyet’in manşetindeki Canan Coşkun’un haberine özetle bakalım:

İstanbul Esenyurt’taki Recep Tayyip Erdoğan Parkı’nda Kürtçe türkü söyleyen ikisi çocuk, 14 genç polis tarafından tekme, sille, tokat gözaltına alınıyor ve 2 çocuk serbest bırakılırken, 12 genç mahkemeye sevk ediliyor, yargıç gençlerin türkü söylediklerini kabullerini kısmi ikrar ve polis tutanağını da yeterli kanıt olarak kabul ederek, hepsini tutukluyor.
Parkta herhangi bir kamera görüntüsü olmadığı, gençlerin slogan attıklarına dair herhangi bir tanık ifadesinin bulunmadığı belirtilen haberde gençlerin poliste gördükleri şiddetin izlerinin götürüldükleri hastanenin doktoru tarafından “görülmediği”nin de altı çiziliyor.

Bu tüyler ürpertici haber, tam da Kürt sorununun çözümü için neler yapılmaması gerektiğini gösteriyor.

Herhalde toplumsal mutabakatın yolu baskıdan, sindirmeden, yıldırmadan geçmiyor. Toplumsal mutabakat olmadan da hiçbir etnik sorun çözülmüyor, tabii ki, ayrılık tercih edilmiyorsa eğer...

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13627
Localisation: Paris

MessagePosté le: 27 Aoû 2016 3:08    Sujet du message: Répondre en citant

Yukarida "Emre Kongar'in dunku yazisinda " diyor A. Sirmen.
Iste o yazi

Citation:

Emre Kongar
ekongar@cumhuriyet.com.tr



‘Kendin pişir kendin ye’ terörü!

23 Ağustos 2016 Salı

Türkiye üç koldan terör saldırısı altında!
“Üç koldan terör saldırısı” benim değil, bizzat kendilerinin söylemi.
Çok kişiden oluşan ama tek adam yönetiminin sesini yansıtan AKP iktidarı, 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri yaptığı gibi, her terör saldırısının arkasından üç terör örgütünün adını birlikte anıyor...
Bunların bağlantılı olduğunu, birbirlerinin taşeronluğunu yaptığını belirtiyor...
50’den fazla insanımızı yitirdiğimiz, bağıra bağıra “Geliyorum” diyen Gaziantep IŞİD katliamından sonra da aynı mesaj verildi:
1) Kürt ırkçılığına ve ayrılıkçılığına dayalı PKK terörü.
2) İslam Radikalizmine dayalı, Türkçe ismiyle Irak Şam İslam Devleti, IŞİD veya İngilizce adıyla Islamic State of Iraq and the Levant, ISIL, veya Arapça ismiyle DAEŞ veya DEAŞ terörü.
3) Devletin içine yuvalanmış “Paralel” cemaatçilerden oluşan Fethullah Gülen Terör Örgütü, FETÖ terörü.

***

Bu üç terör örgütüne yakından baktığımızda, hem nesnel verilerden hem de bizzat AKP iktidarının demeçlerinden hareketle neler görüyoruz:
1) AKP 2002 yılında iktidara geldiğinde, PKK terörünün aldığı canların sayısı tek rakamlı düzeye inmişti.
AKP iktidarında PKK terör eylemleri hızla tırmandı.
“Barış süreci” veya “Açılım süreci” denilen dönemde (bizzat kendi ifadelerine göre) AKP iktidarının göz yummasıyla PKK terör örgütü yığınak yaptı, güçlendi...
Ve Erdoğan’ın, başkanlık rejimine destek alamayacağını anlayıp bu süreci bitirmesiyle, yeniden çok şiddetli bir biçimde saldırıya geçti.
Yani PKK terörü açıkça, AKP iktidarı tarafından müsamaha gösterilerek, (bizzat kendilerinin belirttiğine göre) güçlenmişti.
(Siz buna, AKP’nin hem Allah’tan hem milletten af dilediği bir aldatılma olayı olarak da bakabilirsiniz elbette.)
2) IŞİD terörü diye bir olay AKP iktidara geldiğinde zaten yoktu.
Erdoğan’la Esad’ın, ortak kabine toplantısı ve ortak piknik yapacak kadar ileri olan dostluğu, yanlış politikalar sonunda, “Esed gitmelidir”, “Şam’da Emevi Camii’nde namaz kılacağız” biçiminde düşmanlığa dönüşünce, Esad’ı devirmek için Suriye’deki Sünni İslamcı güçlere verilen destek sırasında IŞİD ortaya çıktı ve güçlendi. A
yrıntıya girmeye gerek yok, bu ilişki de bizzat kendi beyanları ve hem ulusal hem de uluslararası medyaya yansıyan somut verilerle yeterince kanıtlanmıştır.
(Siz elbette bu olaya da AKP iktidarının, Allah’tan ve milletten af dilediği ikinci bir aldatılma olarak da bakabilirsiniz.)
3) FETÖ için fazla söze gerek yok; AKP, birlikte iktidara geldiği bu ortağına “Ne istedi de vermedi” ki!
AKP, FETÖ’yü doğrudan kendi elleriyle devletin içine yerleştirdi, besledi ve güçlendirdi. (Galiba Allah’tan ve milletten resmen af diledikleri tek aldatılma olayı da bu oldu.)

***

Bugün AKP iktidarının yakındığı her üç terör saldırısı da, yine kendi ifadelerine göre, bizzat kendileri tarafından uygulanan yanlış politikalar ile güçlendirilmiş örgütler tarafından yapılmaktadır!
Ve AKP “Kendin pişir kendin ye!” mantığıyla, “kendi yarattığı/büyüttüğü sorunlarla” mücadele için, seçmenden yeniden destek isteyecektir!


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
SelimIII
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 30 Aoû 2007
Messages: 3006
Localisation: Paris

MessagePosté le: 15 Sep 2016 20:27    Sujet du message: Répondre en citant

Murat Bey koymamis, bari ben paylasayim.

Citation:

Ali Sirmen

‘12 Eylül’ü sivilleştirmek


15 Eylül 2016 Perşembe


Ahmet ve Mehmet Altan kardeşler, bunca süredir bir kez bile nedamet getirmedikleri, insanları sahte belgeler, düzmece kanıtlar, yalancı tanıklarla, zulmün tutsağı etme komplosunun, destekçisi, teşvikçisi, suç ortağı olma günahını işlerken, “askeri vesayetin tasfiyesi”ni, mazeret olarak ileri sürmekteydiler.

12 Eylül 1980 darbesinin 36. yıldönümüne bir gün kala, darbe çağırışımıyla yüklü “sübliminal mesaj içeren söylemde bulundukları” gerekçesiyle gözaltına alınmış bulunan Altan kardeşler artık, düzenin zalimleri safından, mazlumları safına geçirilmişlerdir ve akıbetleri askeri vesayet sürecinin tasfiyesinin ne menem bir marifet olduğunu, ibret verici bir çarpıcılıkla, gözler önüne sermektedir.

Altan kardeşlerin, maruz kaldıkları muameleyi hiçbir nedenin mazur gösteremeyeceğini, buna demokrasiden yana olan herkesin karşı çıkmak zorunda olduğunu belirtmek bile gereksiz. Onların özgürlükleri, aklın havsalanın kabul etmeyeceği gerekçelerle çiğnenirken bütün topluma yönelik bir tehdidin oluştuğu yadsınamaz .

Ahmet ve Mehmet Altan’ın bir an önce özgürlüklerine kavuşmalarını dilerim.

***

Ahmet - Mehmet Altan kardeşlerin 12 Eylül’ün 36. yıldönümüne bir kala, çağdaş hiçbir toplumun havsalasının almayacağı bir gerekçeyle gözaltına alınmaları onlar ve onlar gibi nicelerinin şiddetle savundukları askeri vesayetin tasfiyesi sürecinin başarısızlıkla sonuçlandığının göstergesi midir?

Hayır!

Rejim üzerindeki askeri vesayet tasfiye edilmiş, okulları dağıtılan, kadroları tarumar edilen TSK parmağını kıpırdatamaz hale getirilmiştir.
Sanırım bu noktada biraz dikkatli olmak ve doğru saptamadan, yanlış çıkarımlarda bulunmaktan kaçınmak zorundayız.

Askeri vesayetin tasfiyesinin başarıyla sonuçlanması artık “12 Eylül”ün geride kaldığı anlamını taşımıyor. Tam tersine başlangıcının 36. yılında 12 Eylül bütün haşmet ve şiddetiyle sürmektedir.

Hatta Altan’ların gözaltına alınma nedenleri göz önünde bulundurulduğunda, 12 Eylül baskısının artarak sürdüğünü söylemek bile mümkündür. Öyle ya! 12 Eylül hiçbir zaman iki gazeteciyi, sübliminal mesaj verme gerekçesiyle gözaltına alacak kadar geniş ve yaratıcı hayal gücüne sahip olamamış, bireyi böylesine Frenklerin deyimiyle “sublime” bir cendere altına alamamıştır.

36. yılında 12 Eylül, hâlâ sürmektedir. Ama askeri vesayetin geride kalmasıyla birlikte, 12 Eylül’ün artık sivil dönemi açılmış bulunmaktadır.
Eğer sorun, diktatörlerin üniformalı olmayıp sivil giyinmeleri ise, her şey başarıyla sonuçlandırılmış, 12 Eylül’ün sivilleştirilmesi süreci tamamlanmıştır.

***

Baskı sürmektedir ama insanların tıkıldığı hapishaneler, askeri birlikler içindeki askeri hapishaneler değil, sivil hapishanelerdir, askeri mahkemeler artık yerlerini sivil mahkemelere bırakmış. Sıkıyönetimin yerini sivil olan OHAL almıştır.

Gerçi askeri mahkemelerin yerini sivil mahkemelerin almış olması, yargının iktidar karşısında bağımsız olmasını sağlayamamış, komutanlarla uyumlu askeri mahkemelerin yerini yürütmeyle uyumlu sivil yargının almasıyla sınırlı kalmıştır ama bu olgu yine de “sivilleşme!” sürecine engel olmamıştır.

12 Eylül’ün askeri aşaması ile sivil aşaması arasındaki önemli farklılıklardan biri de, birincinin otoriter buyurgan niteliğiyle, vatandaşı emirlere uyan bir otoriter cendere içinde tutmakla yetinirken, ikincinin bireyin yaşamını beşikten mezara her yönüyle denetim altında tutan totaliter bir niteliğe bürünmüş olmasıdır.

Özetle 36. yılında 12 Eylül otoriter aşamadan totaliter aşamaya geçişe koşut olarak üniforma yerine sivil giysiyle sürmektedir.
Böylelikle de askeri vesayet tasfiye edilmiş, 12 Eylül sivilleştirilmiştir.
Artık diktanın, postala, namluya, tanka, tüfeğe ihtiyacı kalmamıştır.

Haydi hayırlısı!


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/600338/_12_Eylul_u_sivillestirmek.html
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Oct 2016 17:43    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


BOP eşbaşkanı tabii Lozan’a karşı

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 01 Ekim 2016




Türkiye’nin de şu anda içinde debelenmekte olduğu Ortadoğu bataklığının bugünkü durumunun baş sorumlusu, 21. yüzyıl başında bölgeye BOP ile yeniden şekil vermek için, her yeri kan ve ateşe boğan ABD’dir.
İkinci Irak savaşını başlatan ve yürüten Başkan George W. Bush’un Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice, 7 Ağustos 2003’te Washington Post’ta yayımlanan makalesinde, BOP ile bölgede 22 ülkenin sınırlarının değişeceğini açıkça ilan ediyordu.

Irak savaşının nedeninin kitle imha silahları olmadığı çok söylendi, yazıldı.
Eski İngiliz Başbakanı Tony Blair, Irak savaşının asıl nedeninin bu ülkenin sahip olduğu kitle imha silahları olmadığını itiraf edip İngiliz kamuoyundan özür dilerken, bir anlamda tartışmalara da noktayı koyuyordu.

Evet, Irak savaşının nedeni bölgede Türkiye de dahil 22 ülkenin sınırlarını değiştirmeyi öngören ABD’nin dizayn ettiği BOP’u yaşama geçirmek azmiydi.

Condoleezza Rice, planı ifşa ettiği makalesinde “Ortadoğu’da dönüşüm hiç kolay olmayacak ve zaman alacak” diyordu.

Gerçekten de dönüşüm kolay olmadı ve zaman aldı, hâlâ da dönüşüm oluşmaya devam ediyor. Suriye’de şu anda sürmekte olan savaş da dönüşümün bir parçası.

***

Amerika Irak savaşına hazırlanırken, Türkiye’de başbakanlık koltuğunda Bülent Ecevit oturuyordu.

Tam bu sırada Washington’da George W. Bush ekibinden bir yetkili, Cengiz Çandar’a “Başkan seneye bu zamanlar, Irak’a müdahale edecek, şunu söyleyebilirim ki bu müdahale gerçekleştiğinde Türkiye’de iktidar koltuğunda Bülent Ecevit olmayacaktır” diyordu.

Sonra her şey, herkesin gözü önünde bir film şeridi gibi akıp gitti.
Birçok etkenin bir araya gelmesiyle, bir yandan Ecevit’in başkanlığındaki koalisyon hükümeti devrilirken, öte yandan da Erbakan Hoca’dan ayrılan ve onun Milli Görüş gömleğini çıkardığını ilan eden Tayyip Erdoğan başkanlığındaki AKP kuruluyordu.

Kapitalist sisteme uyum sağlamayı, ABD ve AB ile ilişkileri geliştirmeyi, küreselleşmeye eklemlenmeyi vaat eden AKP’nin önderi Tayyip Erdoğan, daha partinin kuruluş aşamasında ABD’ye davet ediliyor, devlet tarafından ağırlanıyor, Yahudi kuruluşlarından, cesaret madalyası alıyordu.
AKP 2002 seçimleriyle iktidara geldi. Ama TBMM’de yapılan 1 Mart 2003 tarihli tezkere oylamasında, Tayyip Erdoğan’ın tüm çabalarına karşın, yeterli nitelikli çoğunluğu sağlayamadığı için, Bush’un Irak savaşına vaat ettiği desteği veremedi.

Ancak ABD bu beceriksizliğe rağmen AKP’ye küsmedi, olayın faturasını TSK’ye kesti.

Faturada öngörülen bedel, yalnızca Türk Devleti’nin hiçbir resmi tepki vermediği, askerlerimizin başına çuval geçirme olayıyla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda, Balyoz ve Ergenekon davaları da 1 Mart olayının faturalarıydı.

Tayyip Bey, her iki davanın da savcısı olduğunu açıkça ilan etmişti.
1 Mart tezkere olayından sonra Tayyip Erdoğan, BOP’un eşbaşkanı olduğunu da açıklıyordu.

***

Bütün bunları anımsayıp, anımsatmamın nedeni, Tayyip Erdoğan’ın son muhtarlar toplantısında, Lozan’a karşı olduğunu açıklaması üzerine muhatap olduğum sorulardır.

Perşembe günü, Cumhurbaşkanı’nın Lozan’a karşı olduğunu açıklaması üzerine çok kişi olumsuz tepki gösterdi ve eşten dosttan, okurlardan gelen şu soruyla karşılaştım:

-Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli Lozan’a karşı olduğunu söylüyor. Ne dersin?

Bekledikleri tepkiyi göstermeyip olayı soğukkanlılıkla karşılamam, sanırım çoğunu düş kırıklığına uğrattı. Onlara verdiğim yanıt ise aynen şu olmuştu:

-Doğaldır. BOP’un eşbaşkanı olduğunu söyleyen kişi tabii ki Lozan’a karşı olacaktır.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 07 Oct 2016 0:19    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


F. Gülen yerli üründür

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 06 Ekim 2016



Eski başbakanlardan Mesut Yılmaz, 15 Temmuz darbe girişimini, dünyaya anlatmak misyonunu yüklendi son günlerde.

Konumu gereği, girişiminin dünyada yankı yapması beklenir ama iktidarın uygulamaları ona ne derece yardımcı olur bilemem.

Mesut Bey, Hürriyet’ten Cansu Çambel ile yaptığı söyleşide ise global görevi olduğunu belirttiği Fethullah Gülen hakkında şunları söylemiş:

- Bana göre Gülen milli değil, uluslararası bir projedir. 170 ülkeye el atması kendisine verilen global görevin gereğidir.

Fethullah Gülen’in, dünyanın dört bir yanına dağılmış okulları, Mesut Yılmaz’ın yukarıda ileri sürdüğü görüşlerin birçok kişi ve çevre tarafından da paylaşılmasına neden olmakta, Fethullah Gülen - CIA ilişkileri uzunca bir süredir dillendirilmiş bulunmakta.

Dünyanın neresinde “ılımlı İslam” etiketli bir hareket baş gösterse, ABD’nin CIA aracılığıyla, bunlarla ilgilenip ilişkiye girmesi, Fethullah Gülen’in kendisine Pensilvanya’yı ikametgâh seçmesi ve nihayet cemaatin evrensel emelleri, Gülen Hareketi’nin uluslararası proje olduğu savını güçlendiriyor.


***

Gerçekten de, Washington’ın, bütün dünyada ve özellikle ülkemizdeki “ılmlı İslam” akımları ile içli dışlı ilişkileri yukarıdaki savı destekler niteliktedir.
2. Dünya Savaşı ertesinde, ABD, Truman Doktrini ile Türkiye’yi kendi etki alanı içine alırken dinci akımlarla da, özellikle komünizm ile mücadele dernekleri aracılığıyla yakın ilişkiye girmiştir. 40 yıl içinde bir cemaatten bir imparatorluğa dönüşmüş olan Fethullah Gülen Hareketi’nin de ABD’nin bu ilgi ve desteği dışında kalması beklenemezdi.

Ancak Gülen Hareketi’nin filizlenip boyatmasında Türkiye’deki iç siyasal ortamın ılımlı İslamın (ılımlı İslam yazılır, ama uyumlu İslam olarak okunur) elverişli yapısını da görmezden gelmemekte yarar var.
Başka bir deyişle, Türkiye’nin, Stalin’in 2. Dünya Savaşı öncesi ve ertesinde Ankara’ya ilettiği taleplerinin de tetiklediği iç dinamiklerin itisi olmasaydı, salt ABD’nin ilgi ve desteği ne özelde Fethullah Gülen Hareketi’nin ne de genelde “ılımlı İslam”ın bu kadar gelişmesini sağlayabilirdi.

İç dinamiğin, İslamcı akımları güçlendiren etkenlerinin başında, yapısı gereği tutucu Anadolu sermayesi ile mahcup laik İstanbul sermayesi gelmekte.

Bunların siyasal arenadaki yansımalarının başında ise, laikliğin önemini asla kavrayamamış, laik düzeni, laik eğitimi bir türlü özümseyememiş, başlangıçta dinci siyaseti, kendine dayanak olarak görürken zamanla kendisi siyasal İslamın dayanak asası haline düşmüş sağ partiler gelmektedir.

Laikliği kendi varlık nedeni olarak görmek ve bu ilkeye inanmakla birlikte, çeşitli nedenlerin etkisiyle, “daha dindar görünmek” zorunluluğunu duyan 1947 sonrası CHP’si ve onun türevi mahcup laik siyasi partiler de, laik siyasetin, politik alanda sesini yeterince yükseltememesine neden olmuştur.

Cumhuriyetin ve laikliğin önemini bir türlü kavrayamayan bir kısım yeminli Mustafa Kemal karşıtı “sol” da dinci hareketleri ideolojik destekleriyle meşrulaştırma yolunu tutmuşlardır.

Genelde başlangıçtaki ılımlı görünme kaygısından, süratle vazgeçen “ılımlı İslam” da, özelde Gülen Hareketi ile benzerleri de, iktidarı kimse adına değil, bütünüyle kendi için istemektedirler ve kendilerini var eden koşullar sürdükçe de var olacaklardır.

Ve herkesin görmesi gerekir ki, Gülen Hareketi’ne can veren koşullar hâlâ canlılıklarını korumaktadırlar, her türlü “ılımlı İslam” hareketi sürdükçe de, kendi içinden Gülen benzeri hareketleri doğurmaya adaydır.
Gülen Hareketi’yle ne ılımlı İslam, ne siyasal İslamı baston olarak görüp sonra da kendisi onun bastonu haline gelen anti-laik sağ, ne mahcup laikler, ne de baş hedefleri Cumhuriyetin kazanımları olan yeminli Mustafa Kemal karşıtı “sol!” mücadele edebilir. Bu ancak laik siyasetin başarabileceği bir iştir ve kabul de etmek gerekir ki, bu ortamda onların da işi çok zordur.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11192
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 20 Oct 2016 18:26    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Amerikan kadını Türk kadını

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 15 Ekim 2016



Elli küsur yıl önce yaşadığım bir olayı anımsadıkça, hep gülerim. Oysa, olayda gülecek bir yan yok.

Erkek egemen toplumun şaşkın ve sapkın kafa yapısının en güzel örneklerinden biri olan olay sırasında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrenciydim.

Sınıfın elitleri arasında sayılabilecek, birkaç arkadaş sohbet ediyorduk. Laf döndü dolaştı, gruptaki dostlarımızdan birinin kız arkadaşına geldi. Herkesin saygı ve sevgi duyduğu hanım arkadaş ile ilgili takdirini gruptakilerden biri şöyle dile getirdi:

- Zaten kız dediğin, onun gibi erkek olmalı!

Bir iki kişi, söylemdeki çarpıklığı fark edip güldü. Ama çoğunluk, söylenenleri yadırgamadı, çarpıklığın farkına varmadı.
Oysa kadını kadın olduğu için küçümsemek veya aşağılamak, ne kadar utanılası bir çarpıklık ise onun takdir edilen, saygı duyulan yanını da “erkekliğine” bağlamak, o kadar utanılası çarpık bir davranıştı. Kadını kadın olduğu için aşağılamak gibi, hiç de müstahak olmadığı halde “erkek” diye ululamak arasında ne fark var ki?

Sonraki yıllarda erkek egemen toplumun hırtlarının, kadınlara nasıl kurtulma mücadelesi yapacaklarının dersini vermeye kalkmalarına çok tanık oldum.

İşin en garibi de kadınlara erkek doğruları üzerinden ders vermeye kalkan “eşitlikçi” beylerin yadırganmaması ve çoğu zaman kadınlardan ağızlarının paylarını almamalarıydı.

***

Kadın konusu dünyanın öte ucundaki bir maganda yüzünden, bir kez daha gündeme geldi. ABD başkanlık yarışının pek hırt, bir o kadar da maganda adayı Cumhuriyetçi Donald Trump’ın, kadınlar hakkındaki yakışıksız sözlerinin ortaya çıkması üzerine, Demokrat aday Hillary Clinton ile aralarındaki farkın daha da açıldığı, ABD’nin ilk kadın başkan adayının kasım ayındaki seçimleri kazanmasının neredeyse kesinleştiği bildiriliyor.
Bugünden seçimlere, daha epey süre olduğu, siyasette bir günde bile pek çok şey olabildiği göz önünde tutulunca, kesin konuşmak için her ne kadar erken olduğunu söylemek mümkün ise de Trump’ın kadınlara karşı tavrının kendisine epey pahalıya patladığını, bunun da çok sevindirici olduğunu söylemek mümkün.

Gerçi, hödüklüğünü erdemi sanan Trump’ın bunlardan hiç ders almadığı ve almayacağı da geçen gün Clinton ile çıktıkları son TV programında , kendi hırtlığının etkisini hafifletmek için, Hillary’yi kocası Bill’in münasebetsizlikleriyle sıkıştırmaya kalkmasından da belli olmuştur ama Amerika’nın kadının aşağılanmasına bigâne kalmayarak tepki göstermesi yine de sevindirici oldu.

Önceki gün, bir dostuma bu konudaki memnuniyetimi anlatırken, bütün sevincimi kursağımda bırakan bir soru ile karşılaştım:

- Peki ya aynı şey Türkiye’de yaşansaydı ne olurdu?

***

“Tabii, bizdeki erkek baskısı, erkek kafası....” falan diye bir şeyler geveleyecek olunca sözümü kesti:

- Þablonları bırakalım lütfen! Toplumumuzda kadının yerinden yalnız erkekler mi sorumlu?

Biraz durdu ve ekledi:
- Toplumumuzda kadının konumunda kadınların da hiç payı yok mu?
Sürdürdü:

- Kadını aşağılayan, ikinci sınıf gören, mahalle baskısıyla sindiren iktidar, yalnız erkeklerin değil, aynı zamanda kadınların da oyuyla ayakta durmuyor mu? Kadınlar “hayır” dese bu zihniyet üç günde yıkılır.

Coşmuştu, noktayı koydu:

- Her toplumda kadınlar layık oldukları yerdedirler. Amerikan kadını da Trump’a oylarıyla cevap verecek, bilinç ve gelişmişlikte, örgütlülükte olduğu için orada.

Erkek baskısından ve magandalığından kadını sorumlu tutmadaki çarpıklığa rağmen, söylediklerinin hepsinin de yabana atılır cinsten olmadığını da kabul etmezlik edemedim.

- Ama böyle sürmeyecek, kadınlarımız bir gün oylarıyla bu düzeni devirecekler, dedim.

Kuşkucu ve müstehzi bir gülüşle yanıtladı:

- İnşallah! İnşallah da, bizler o günleri görebilir miyiz dersin?


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3 ... 11, 12, 13 ... 19, 20, 21  Suivante
Page 12 sur 21

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.