189 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 189
Membre(s) : 0
Total :189

Administration


  Derniers Visiteurs

cengiz-han : 02h42:50
SelimIII : 16h22:45
murat_erpuyan : 1 jour, 04h49:57
vickii : 4 jours
duygu : 5 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Aller à la page 1, 2, 3 ... 19, 20, 21  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 17 Mai 2009 23:06    Sujet du message: A. Sirmen'den enfes irdelemeler Répondre en citant

İneklik ile Domuzluğun Yaptırımları Yok
ALİ SİRMEN
Cumhuriyet 14.05.2009


İneğin biri, bir yerde bir ineklik yapsa, çakalın biri gazeteci olsa ve bunu haber haline getirse, ne cümbüş olur ne cümbüş, değil mi?
Nitekim öyle de olmuş.
Malatya’nın Yeşilyurt ilçesinin Kadirkuşağı köyünden Gülsüm, ilköğretim okulunun bahçesindeki Atatürk büstünü kırmış. Soruşturma hemen başlatılmış.
Haberin ilginç yönü, Gülsüm’ün inek oluşu.
Haberin diğer bir ilginç yönü de, Atatürk’ün eserini yolgeçen hanı haline getiren yönetimin ineğin fiili üzerine, hemen soruşturma başlatması.
Bir ineğin büstü devirip kırmasının soruşturması mı olurmuş?..
Ben bu soruşturmanın nasıl yapıldığını çok merak ediyorum.
İlk araştırılacak şey, ineğin cürmi kastı olup olmadığı. Bu nasıl soruşturulacak?
Yani ineğe şöyle mi sorulacak:
- Gülsüm kızım neden kırdın büstü?..
-Mööö?..
- Efendim anlamadım?..
- Mööö,
-Haaa yani Mööö.. yaz oğlum, kazayla çarptım kırıldı, herhangi bir kastım yoktur...
Bilmiyorum soruşturma böyle mi oldu, yoksa inek Gülsüm dile gelip şöyle mi dedi:
- O ne çirkin, estetikten yoksun Atatürk büstüydü... Görünce tepem attı, ‘Hangi inek yapmış bunu?’ dedim ve daha iyisi yapılsın diye kırdım.
***
Neler neler oluyor, Milli Eğitim’de ve ilköğretimde, devlet hiçbirine aldırmıyor da, neden birden Mardin’in köyündeki ineğin büst kırmasında böylesine hassaslaşıyor?..
Bu soruya yanıt vermek doğrusu güçtür.
Olayın bir başka gülünç yönü de, soruşturma karşısında, Gülsüm’ün sahibi Gül Kılınç’ın ineğini İnekpınarı köyünden akrabasına değerinin çok altında satması.
Belli ki, Gül Kılınç’ın dünyadan haberi yok. Yahu Atatürk’e veya simgelerine saldıran inekler şimdilerde çok makbul.
Dünyanın parasına her yere okutabilirdi Gülsüm’ü.
Gazi büstünü devirirken hafifçe yara alıp, önce gazi, sonra sürülüp niyazi olan Gülsüm’ün ağzı biraz iyi “möö” yapıyorsa söyledikleri teybe alınır, son tartışmalara taraf olmak üzere transfer edilirdi. Ya da bu sureti haktan görünerek “putu yıkmış olan” Gülsüm zaman içinde layık olduğu yeri alırdı.
Hatta Gülsüm, “şeyinin şeyini şey ettiğimin” kuruluşuna gönderilseydi, orada kontenjandan kendisine seçkin bir yer verilir, bu sayede, işlevi devam ettiği sürece, hatta daha sonra da kıyak emekliliğiyle sahipleri Gül ve Ömer Kılınç’a bile bakardı.
Gerçi, Gülsüm, oraya gidip kontenjandan seçkin bir yer edinince, artık kendini sağdırmaz ve şöylesine bir nutuk atardı:
- Þimdiye kadar, beni çok sağdınız asil ineğiniz olarak, şimdi de ben vekiliniz olup, siz asil sahiplerimi vekâleten sağayım izninizle...
Bu durumda, Gülsüm’ün sahipleri avuçlarını yalarlardı, ama hiç değilse, “Bizim köyden Gülsüm şimdi nerelerde biliyon mu gız” diye el âleme caka satarlardı.
***
Türkiye garip bir ülke, Atatürk’ün eserlerinin, düşüncelerinin, kurduğu kurumların dokunulmazlığı yok da, heykellerinin dokunulmazlığı var. Eskiden bir deyim vardı; “Gardırop Atatürkçlüğü”. Bu çağdaş kılık giymiş, çıkarcı çağdışı kafayı simgelerdi. Kenan Evren sağ olsun, sayesinde yeni bir deyim çıktı: Heykel Atatürkçlüğü. Bu da, her tarafa heykellerini dikip, onlara selam dururken Atatürk’ün yaptıklarını yıkan kafayı simgeliyor.
Evren’den bu yana da değişen bir şey yok, her şey o minval üzere devam ediyor.
Gülsüm’ün zavallı sahibi Gül Hanım’ın, sevgili ineğini satmasına neden olan korkusuna da gülmemek elde değil.
Gül Hanım hiç merak etmesin, Türkiye’de inekliğin de, “devletin malı ve kadrosu deniz, yemeyen, talan etmeyen domuz” diyen domuzların domuzluklarının da yaptırımı yok.
Onlara ceza verilmez, onlar baş tacı edilirler, özellikle de Milli Eğitim söz konusu olunca...
Bu durumda garip Gül Kılınç neden bu kadar korkmuş ki?..

asirmen@cumhuriyet.com.tr


Dernière édition par murat_erpuyan le 05 Jan 2017 16:21; édité 2 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 27 Jan 2010 13:02    Sujet du message: Répondre en citant

Budalalık mı Daha Beter, Ahmaklık mı?
Ali SİRMEN - Cumhuriyet 10.01.2010

Sevgili,
Dün sabah güne Melih Aşık’ın “Açık Penceresi”nden bakarken Cicero’nun şu tümcesini görünce çok güldüm:
- Ayrı ayrı bakınca değer vermediğimiz kimselere, bir araya geldiklerinde değer vermekten daha büyük budalalık olur mu?
Bu bana önce bir bedahet gibi geldi. “Öyle ya dedim, değersizin sayısı çoğalınca değerli olur mu? Kemiyet (nicelik) keyfiyeti (nitelik) değiştirir mi ki?”
Sonra birden zınk diye durdum. Bize diyalektiği belletirken nicel değişimin bir noktadan sonra nitel değişikliğe dönüştüğünü söylememişler miydi?
Bu durumda, kuşkusuz diyalektiği bilmeyen Cicero’nun tarifindeki budala nitelemesi yerine oturuyor muydu, yoksa onun düşüncesinin kendisi mi budalacaydı?
Sonra değerli dostum Fazıl Sağlam’ın çok bilmiş ham ervah takımıyla ilgili sözlerini anımsadım.
- Bunlar, derdi Fazıl, münferiden (tek olarak) ukala müçtemiyen (bir arada) budala olurlar.
Ardından “değişim”den, “budalalığın” kendisine kaydı aklım. Hemen sözlüğü açıp, baktım.
Fazıl’ın tanımını haklı çıkaran bir durumla karşılaştım. Budala zaten bedil’in çoğuluydu ve zekâca geri: yani zeki olmayan anlamına geliyordu.
Tabii bu açıklama bir şeyi çözmüyor, önce zekinin veya zekânın tarifini gerektiriyordu. O da çok güç, zamana, mekâna ve daha başka değişkenlere göre biçimlenen bir şeydi.
***
Kısacası, budalanın tanımından bir şey anlamadım. Bana siyahı “beyazın tersi” diye anlatmaya benziyormuş gibi geldi. Bu tanımlama da bir şeyi çözmüyor, çünkü bu açıklamayla ortaya beyazın tarifi çıkıyor, sonunda çıkmaza saplanıyorsun, zira renkler tanımlanamaz.
Ardından şu soru takıldı aklıma:
- Acaba hangisi daha beter, budalalık mı, ahmaklık mı?
Tekrar sözlüğün sayfalarını çevirdim ve ahmaklığın tarifini buldum: “Aklını gereği gibi kullanamayan.”
İlk bakışta, budalalık ahmaklıktan daha beter gibi görünüyordu. Öyle ya aklını gereği gibi kullanmayana ahmak dendiğine göre, onda bir nebzecik de olsa akıl vardı da yeterince kullanamıyordu. Oysa budalada zekâ hepten yoktu.
Fransızca sözcüklere baktım, ahmak karşılığında, borne, stupite, bete, imbecile, sol nigaud yazıyordu. Bu okumadan ilk çıkardığım sonuç, Fransız dilinin ahmaklığın tanımı açısından bizim dilimizden daha zengin olduğuydu.
Biz ahmaklık konusunda iki sözcük bulabilmiştik ancak; biri kendisi, biri de eski dilde kullanılan hamakat. Bir gün, eski olan hamakat sözcüğünü yazılarımda neden sıkça kullandığımı sormuştu bir hanım okurum. Anında yanıtladım:
- Nezaketten hanımefendi! Alenen ahmak demek ayıp oluyor, bu ise pek anlaşılamıyor da ondan.

***

Budalalığın ise Fransızcadaki karşıtı “idiotsie” idi ve yer yer zekâ geriliğinin en ileri şekli olarak tanımlanıyordu.
Bu küçük araştırma, budalalığın ahmaklıktan daha beter olduğunu ortaya çıkardı ama ikisinin de tam anlamıyla ne oldukları yine belli olmadı.
Hatta üzerinde biraz düşündüğümde, kendi yanlışlarımdan birini de buldum.
Zar zor kurulduktan hemen sonra, popülizme sapmaları yüzünden kuruluşunu bile tamamlamadan, önce yavaştan, mediokrasi, ardından hızla idiokrasi batağına sürüklenen demokrasilerin konumlarını betimleyen kavramları anlatırken ben, Fransızca olan idioteratie sözcüğünü Türkçeye “ahmakrasi” diye çevirmiştim.
Oysa, şimdi görüyordum ki: idioteratie sözcüğünün karşılığı “ahmakrasi değil budalakrasi” olmalıydı.
Þimdi ben bu yanlışla acaba ahmaklığın mı tuzağına düşmüştüm, yoksa budalalığın mı?
İznik Gölü’ne bakan pencerenin önünde bunları yazarken, biraz önce yüzünü göstermiş olan güneş batmak üzereydi.
O sırada, balkondan Mine’nin sesi geldi:
- Ali, ne yapıyorsun?
- Yazı yazmaya çalışıyorum.
- Ahmaklığı bırak da balkona gel! Bak güneş ne güzel batıyor...
Onu dinledim balkona seğirttim; bilmiyorum ahmaklığım yazı masasının başında mı kaldı, yoksa peşim sıra beni takip mi etti?
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13614
Localisation: Paris

MessagePosté le: 08 Fév 2010 1:02    Sujet du message: Répondre en citant

Ben de Sirmen'i çok tutarim. Bir de benden.
Irdeleme diye buna denir :
Bülent Arınç’ı kabinenin diğer bakanlarından ayıran tek husus, hayali bir tehlikenin derman bulmaz korkusunun pençesinde “beni öldürmek istiyorlar” diye kıvranması ya da olmayan hayali bir suikastın afisiyle orada burada caka satmasında Crying or Very sad

Cumhuriyet 04.02.2010

ALİ SİRMEN
Yasamaya Arınç
Saldırısı
Önce, yumruklaşmaya ve daha da vahimi, yasamaya yürütme tasallutuna kadar varan gerginliğe yol açan, genel kurulda eski Sağlık Bakanı Osman Durmuş tarafından dile getirilen olaya değinmek istiyorum.
Bir süre önce, GATA’da yatan Nejat Uygur’u Başbakan’ın eşi Emine Hanım’ın ziyaret etmek istemesi ve başının örtülü olması nedeniyle buna karşı çıkılması doğrusu kabul edilebilecek bir şey değil.
Emine Hanım’ın da Başbakan’ın da türbanı kamu alanına sokmak istediklerini, irticaya karşı olmadıklarını, hatta kimilerince ona kol kanat germek anlamına gelen davranışları sergilediklerini söyleyebilir, buna karşı çıkabiliriz.
Bunu söylemek de ona karşı çıkmak da salt bu nedenle dahi olsa (tabii başkaları da var) Emine Hanım’ın eşinin iktidardan düşürülmesini (merak etmeyin demokratik yolları kastediyorum) istemek de nasıl bizim en doğal hakkımız ise Emine Erdoğan’ın da özel yaşamında istediği gibi giyinmesi ve başını örtmesi onun en tabii hakkıdır.
Bir vatandaşımızın GATA’da kamu hizmeti verir konumundayken dinsel inançlarının simgelerini herkesin gözüne sokarcasına o alana taşıması ne denli kabul edilemez ise o vatandaşımızın hizmet alan veya hizmet alanın ziyaretçisi olarak, dilediği kıyafet içinde olma hakkının çiğnenmesi de o derecede kabul edilemezdir.
***
Osman Durmuş’un bu olayı Meclis’e taşıyış şeklini onaylamadığımı, Başbakan’ın tepkisine de hak verdiğimi baştan söylemek isterim.
Bu arada Sayın Durmuş’un tavrını, ucuz muhalefetin bir örneği olarak niteleyecek olanlara karşı çıkmak pek mümkün görünmüyor.
İçinde bulunduğumuz şu ortamda Türkiye’de gerçekten sarsıcı demokratik muhalefetin koşulları mevcuttur. Akıllı ve çalışkan muhalefet partileri bunun yolunu yöntemini bulmakta güçlükle karşılaşmazlar.
Ama Meclis’te veya basın önündeki kelime oyunlu, yalnızca karşısındakinin güya “ağzının payını vermeye” yönelik, kayıkçı kavgası misali muhalefetin ise artık can sıkmaya başladığını söylemek isterim.
Bu gerçeklerin altını ısrarla çizerek dile getirdikten sonra, geçen gün parlamentoda meydana gelen olayların en vahim yönüne, Bülent Arınç’ın Meclis Başkanvekili Güldal Mumcu’ya saldırısına gelmek istiyorum.
Bülent Arınç, şu anda yürütmenin bir üyesi.
Bülent Arınç’ı kabinenin diğer bakanlarından ayıran tek husus, hayali bir tehlikenin derman bulmaz korkusunun pençesinde “beni öldürmek istiyorlar” diye kıvranması ya da olmayan hayali bir suikastın afisiyle orada burada caka satmasında değil, ama aynı zamanda bir önceki dönemde, protokolün cumhurbaşkanından sonraki en yüksek basamağı olan TBMM Başkanlığı görevini yürütmüş olmasında yatmaktadır.
Eğer Arınç, gerçekten kasaba politikacısının çapını aşabilmiş olsaydı, geçmişteki görevi dolayısıyla, diğer kabine arkadaşlarına da yasamaya saygı konusunda örnek olacak kişi konumuna gelebilirdi.
***
Ama o öyle yapmamış, kavga patlak verdiği sırada oturumu yöneten Meclis Başkanvekili Güldal Mumcu’nun odasını basarak “Böyle Meclis mi yönetilir?” diye sözlü saldırıda bulunmuştur.
Bülent Arınç, o makamda bulunan kişinin Meclis’in nasıl yönetileceğini bir bakandan öğrenmeyeceğini, böyle bir girişimin, yasamaya saygısızlık anlamını taşıyacağını bilmeliydi.
Arınç eğer biraz yaşadıklarından ders almış olsaydı, bunca yıllık siyaset ona birazcık insanları tanıma yetisi kazandırmış bulunsaydı, Güldal Mumcu’nun bu gürültüye pabuç bırakmayacağını, kendisinin ağzının payını vereceğini önceden kestirirdi.
Nitekim öyle de olmuş, Mumcu olayı kürsüden açıklarken bunun yürütmenin yasama üzerinde baskı kurma girişiminin ikinci tezahürü olduğunu belirtmiştir.
Bu arada mütecaviz edayla, TBMM Başkanvekili’nin odasına terbiyesizce bağırıp çağırarak giren Mustafa Elitaş’ı da orada bulunanlar engellemişlerdir.
Arınç da Elitaş da çok çetin bir kayaya çatmışlardır; yıllar yılı saldırılar, tehditler, baskılar karşısında eşi Uğur Mumcu ile birlikte göğüs geren, eşini havaya uçuran bomba olayı karşısında kaya gibi dimdik durup kimsenin önünde gözyaşı dökmeyen Güldal Mumcu kendilerine gerekli yanıtı anında verirdi ve vermiştir.
Arınç olayının en kınanası tarafı, bir yürütme mensubunun yasamaya gösterdiği bu saygısızlık ve baskı girişimi mi, yoksa, bir taşra politikacısı üslubuyla sergilediği terbiyesiz tavır mı? Takdir sizin.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 21 Fév 2010 18:24    Sujet du message: Répondre en citant

Akıl Yenik Düşünce
Ali SİRMEN - Cumhuriyet 21.02.2010

Sevgili,

Doğan Hasol iyi bir mimar, usta bir yönetici, akıcı üsluplu bir yazar, akıllı bir adam.

Bu yüzdendir ki, cumartesi günkü “Bir Öneri: Ali Sami Yen Parkı” yazısına güldüm.

Doğan, Galatasaray’dan TOKİ’ye geçip yıkılacak olan Ali Sami Yen Stadı’nın yerine bir park yapılmasını öneriyor.

Mesleği mimarlık olan, arazi değerini bilen, Galatasaray’da yöneticilik yapmış, Ali Sami Yen’in konumunun bilincinde, yöneticilik deneyimi geniş, rantın ne denli önemli olduğunun farkında bir adam, TOKİ Başkanı’nın “İstanbul’un en değerli arsası olduğunu” söylediği bir yere, Türkiye gibi bir ülke için tekliflerin en olmazını getiriyor ve Ali Sami Yen Parkı yapılmasını öneriyor.

Daha önce de, kimi aklı evveller, iki adım ötedeki eski Þişli Tramvay

Deposu’nun yeşil alana dönüştürülmesini önermişler, kimi safları da peşlerinden sürüklemişlerdi.

Orası tabii ki yeşil alana dönüşmedi, Cevahir Alışveriş Merkezi oldu.
Kentlerimizde, alışveriş merkezlerinin yanında, yeşilin ya da kutsalın lafı mı olur?!..

Bu gerçek yalnız İstanbul’a has değil, Anadolu için de geçerli. Olayın ayırdında olan cami yaptırma merkezleri, ibadet ile alışverişi gayet güzel telif etmişler, tüm camilerin altını dükkâna, mağazaya çevirmişler.

***

TOKİ Başkanı’nın İstanbul’un en değerli arsası dediği yer için Hasol da burada İstanbul’un en yüksek binasının yapılabileceğini belirtiyor.

Bu durumda TOKİ, buraya park yapılmasına göz yumar mı?
Arazi TOKİ’nin değil, Belediye’nin eline geçseydi de pek bir şey değişmeyecekti. Nitekim şimdi Cevahir Alışveriş Merkezi olan yer daha önce Þişli Belediyesi’ne geçmişti.

Hangi belediye o kadar büyük rantın bir kenara bırakılıp, halk için, çocuklar için yeşil alan yapılmasına kalkışabilir, ya da böyle bir şeyi aklına getirmeye cüret edebilir?

Belediye dediğimiz, eskilerin deyimiyle “Hilâl-i Ahmer” (Kızılay) mı?

Hangi belediye halkına hizmeti rantın önüne geçirebilir, hangi halkın kendisi böyle bir talebi dile getirmeyi, yani kendisini ranttan üstün görmeyi düşleyebilir ki?

Böyle bir isteği değil ortaya atmak, telaffuz etmeye bile kalksanız, alacağınız yanıt hazırdır:

- Abi o kadar değerli arsa park olur mu? Sen enayi misin?
Bizim toplumda enayi kurnazın karşıtıdır. Aynı şekilde akıllı da kurnaz anlamına gelmediği için o da enayiye yakın bir kavramdır.
Hatta kurnazlığın egemen olduğu toplumlarda, enayilik ile akıllılık eşanlamlıdırlar.

***

Bu durumda Hasol’un dünkü yazısında ileri sürdüğü şu hususlara bir daha bakalım:

“Görüldüğü gibi, zaten yeterince yüklenmiş olan bölgeye aşırı bir yapılaşma ve yoğunluk getiriliyor. Bütüncül bir planlama anlayışı yerine parsel bazında uygulamalara geçildiğinde ,rastlantısal biçimlenmeler şehir için kader oluyor...”

Þimdi bu satırları nasıl niteleyeceğiz?

Þehircilikten bir nebze nasibini almış kişiler için, bu uyarılar aklın sesidir.
Ama kendi yaşamlarının küçük köşelerini dönerken, toplumu sürekli büyük bir çıkmaza itenlere göre ise kutsal ranta karşı koyan bu satırlar enayilik ifadesidir.

Evet, onlara göre, bütüncül planlama gibi kimi zaman rantı kamu çıkarının gerisine iten ve bir anlamda maazallah komünistlikle eşdeğer olan bir zihniyet, her görüldüğü yerde ezilmelidir.

Doğan Hasol’un görmediği gerçek, parsel bazında uygulamaların rastlantısal biçimlenmeler değil, rantsal biçimlenmelere yol açtığıdır ki, böyle bir biçimlenme temeli avanta ve talana dayanan toplumlarda kutsaldır.

Temeli avanta ve ranta dayanan toplumlar, bu rant kutsallarıyla insanların küçük köşeleri dönüp, koca çıkmazın duvarlarında suratlarını parçaladıkları, çöp içinde gezip, bok içinde yüzerken, büyük alışveriş merkezlerinden, ödenemeyen kredi kartlarıyla alışveriş ettikleri binalar ve kargacık burgacık sokaklar topluluğu İstanbul benzeri diyarlar yaratırlar.

Bu durumda, “Doğan Hasol Ali Sami Yen Parkı önerisini neden ortaya atıyor” sorusunun yanıtı da otomatik olarak şu olacaktır:

- İyi mimar, çağdaş hemşehri, akıllı adam da ondan!..

Ama unutmayın bu yanıt aklı başında toplumlar için geçerlidir.
Yoksa aklın kurnazlığa, toplumun ranta yenik düştüğü diyarlarda bu önerinin karşılığı tek sözcükle “enayilik”tir.
İlahi Doğan!..
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 04 Mar 2010 23:51    Sujet du message: Répondre en citant

Yukaridaki Sirmen'in yazisinin devami oldugu için Dogan Hasol'un yazisini buraya koymakta yarar gordum :

Cumhuriyet 04.03.2010
GÖRÜÞ / DOÐAN HASOL

Ali Sami Yen Parkı Ütopya mı?


“Bir hayalim var” diye başlayan bir yazıydı. Mecidiyeköy’deki Ali Sami Yen Stadı arsası ile hemen yanı başındaki TEKEL Likör Fabrikası arsasının bir parka dönüştürülmesini düşlediğimi yazmıştım. Ayrıca fabrika binasının korunması gerekli bir mimarlık yapıtı olduğunu da vurgulamıştım. Yazının ardından çok duyarlı, ilginç görüşler geldi.

Bilindiği gibi TEKEL arsası daha önce özelleştirme kapsamında satılmıştı. Bu kez TOKİ, stadın arsasını satmak istiyor. Burası için hazırladığı planı askıya çıkardı; plana itiraz gelmezse, arsayı satın alacak şirket orada otel, rezidans, büro, alışveriş ve eğlence merkezi türünden yapılar inşa edebilecekmiş. Böylece zaten çok sıkışık durumda olan Mecidiyeköy’e çok yoğun bir yapılaşma eklenecek. Sonuçta bölgede zaten ölçü dışı olan insan ve araç trafiği tam çözümsüz hale gelecek.

İşte, böyle bir yoğun yapılaşma yerine, Þişli ve Mecidiyeköy’ün çok gereksinim duyduğu bir parkın yapılmasını önermiştim.

Ali Sirmen pazar yazısını bu konuya ayırmıştı. ‘Akıl Yenik Düşünce’ başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Þehircilikten bir nebze nasibini almış kişiler için, bu uyarılar aklın sesidir. Ama kendi yaşamlarının küçük köşelerini dönerken, toplumu sürekli büyük bir çıkmaza itenlere göre ise kutsal rantlara karşı koyan bu satırlar enayilik ifadesidir.”

Prof. Dr. Taner Derbentli, ‘Bir Öneri: Ali Sami Yen Parkı’ başlıklı yazınızı ve Ali Sirmen’in yine bu konuya değinen yazısını ilgiyle okudum. Öneri yerinde; gerçekleşmesi zor belki ama ben bu yazıyı İstanbul’daki insanlar için daha yaşanabilir ortamların özlemini çekenlerin bir ‘dilekçesi’ olarak algıladım. Size ortak yakarışımızı yazıya döktüğünüz için teşekkür ederim. Ancak “Bırakın yeni parklar yapmayı, var olan parklarımızı bile koruyamıyoruz” dedikten sonra, yitirilen parklara ve kaldırımların perişan durumuna değiniyor: “Kaldırımlar ne yazık ki araçların işgali altındadır...”

Makine Mühendisi Erdem Saatçioğlu’nun mesajı şöyleydi: “Hayalinizi gönülden destekliyorum. Keşke gerçekleşse. Ben de aynı hayali İETT arazisi için kurmuştum. Yurtdışında şehirlerdeki parkları görünce özeniyorum. Keşke biz de böyle parkları şehirlerimize kazandırabilecek yöneticileri başımıza getirebilsek.”

Þişli eski DSP İlçe Başkanı Oğuz Tolga da duyarlılık gösterenler arasında. “Yazınızı büyük bir acıyla okudum” dedikten sonra, “Merhum Prof. Aykut Barka ile yaptığımız deprem konulu iki konferanstan ders çıkartarak, deprem olsa Þişli’de çadır kuracak alan yok” gibi bir uyarıda bulunmuştum… Acaba şimdi “Þişli’de böyle bir Merkez Park yapılamaz mı? New York’un göbeğinde olan park İstanbul’da neden olmasın? ”

Vaktiyle Mecidiyeköy’deki eski otobüs garajı yerinin parka dönüştürülmesi söz konusuydu. Olmadı… Orası büyük bir alışveriş merkezine dönüştürüldü. Þehircilik ilkelerine göre bu tür alışveriş yerleri, şehir merkezlerinde yer almazmış! Kim dinler? Hedef para olunca akan sular duruyor.

Gelin, bu kez kent toprağını satıp spekülasyona açma girişiminden vazgeçelim ve İstanbul için doğru olanı yapalım. Parkın adı, isterseniz, ‘İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti ASY Parkı’ olsun. Kültür başkentinde yaşama kültürüne verilen değeri ortaya koyması bakımından da ‘park’ çözümü, etkileyici bir örnek oluşturacaktır. TOKİ bu fırsatı kaçırmamalı. Bir ütopya mı bu? Ne dersiniz?
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Avr 2010 23:29    Sujet du message: Répondre en citant

Kaderin Hazin Cilvesi
Ali SİRMEN - Cumhuriyet 26.03.2010


Tayyip Bey’in, Kenan Evren’i anayasa referandumu paketine rüşvet pazarlığı ögesi olarak eklemesi doğrusu kaderin hazin bir cilvesidir.
28 yıl önce Kenan Evren de hazırlattığı anayasa paketinin yanına kendi cumhurbaşkanlığını da ekleyerek oylatmış ve böylelikle darbe yoluyla geldiği devlet başkanlığından, cumhurbaşkanlığına anayasal bir yatay geçiş yapmıştı.

Þimdi Kenan Paşa’nın artık kevgire dönmüş 1982 Anayasası’na kendisini ve avenesini korumak için koydurttuğu 15. maddenin kaldırılması, anayasa değişiklik paketine dahil edilmiş bulunuyor.

Bu olayları izlerken hep hapishanede tanıdığım bir Evrenzede gelir aklıma.

- Allah ona uzun ömür versin, diyerek volta atardı adamcağız hep.

Bir gün dayanamayıp sordum:

- Hem onun yüzünden özgürlüğünden olup, haksız yere hapis yatıyorsun hem de ona uzun ömürler diliyorsun, bu ne iştir?

Gülerek yanıtladı:

- Yaşasın da başına gelecekleri görsün, ona en büyük ceza budur.

Meğer hapishane arkadaşım haklıymış. Kenan Evren gerçi yaptıklarının hukuksal karşılığını görmedi ama uğradığı bunca aşağılama, isminin çevresinde oluşan nefret çemberini yaşayıp görmek, ilahi bir ceza olarak nitelenemez mi?

***

Kenan Paşa’nın kaderin garip cilvesiyle yargılanıp, yargılanamayacağı da kesin değildir.

Çünkü yargılanmasının önünde zamanaşımı engeli olup olmadığı konusunda hukukçular fikir birliğine varmış değil. Bir görüşe göre Evren’in işlediği suçun zamanaşımı süresi dolmuştur; başka bir görüşe göre ise zamanaşımı, 1982 Anayasası’nın geçici 15. maddesinin kalkmasıyla işlemeye başlayacağı için, yargılanması mümkündür. Bir üçüncü görüşe göreyse, 12 Eylül cuntacıları hakkında daha önce açılmış olan davanın salt açılmış olması bile zamanaşımını kesmiştir.

Bu tartışmalara başkalarını da eklemek mümkün.

Anayasa değişikliği referandumunda, geçici 15. maddenin kaldırılmasını da içeren bir evet çıkması halinde Kenan Evren yargılanırsa bu milli iradenin sonucu olacaktır.

Peki 2010’daki milli irade, 1983’deki milli iradeyi ortadan kaldıracak mıdır?
Eğer öyle olursa, yaptıkları darbenin ürünü anayasası halk tarafından hem de yüzde 90’lar düzeyinde onay görmüş olan insanlar hangi mantıkla yargılanacaklardır?

Öte yandan, toplumun başına hangi kaya düşmüştür de, 1983’te cumhurbaşkanlığına layık gördüğü insana, 2010’da aynı efali dolayısıyla hapisliği layık görmektedir?

12 Eylülcülerin girişimlerinin suç oluşturduğu bir kez tebeyyün ettikten sonra onların yaptıkları yasalar, çıkardıkları yönetmeliklere göre yapılan düzenlemelerin hukuki geçerlilikleri ne olacaktır?

Bu ve bunun gibi daha bir sürü soru, 12 Kenan Paşa’nın yargılanması halinde gündeme gelecektir.

***

Evren’in yargılanması Evrenzedelerin uğradıkları zararların giderilmesini sağlayacak mıdır?

Olaya salt intikam açısından bakarak, “Bana çektirdi kendisi de çeksin oh olsun!” demenin bir anlamı yoktur. İnsanlar tarihleriyle intikam için hesaplaşmazlar, intikam duyguları toplumları bir yere götürmez.

Kaldı ki, 12 Eylül döneminin doğurduğu tarifsiz acıların müsebbipleri yalnızca darbenin önde gelenleri değildir ki?

Hukuku çiğneyerek insanları mağdur eden devlet görevlileri, yargıçlar ne olacaklar?

Yargılamalar kaybolan yılları geri getirecek mi?

Suçlar cezalandırıldıktan sonra, uğranılan haksızlıklar için tazminat davası açılsa bu tazminatı kimler ödeyecek?

Devlet ödeyecekse, 12 Eylül’ü, toplumun tümü mü tazmin edecek?
Haksızlığın müsebbipleri, işkenceciler, “başüstüne efendim”ci, yargıçlar tevlit ettikleri zararı kendileri tazmin edecek olurlarsa bu bir anlam taşır. Ama böyle bir çözüme de mevzuat elvermediği için darbecilere yargı yolunun açılmasının özde fazla bir anlam taşıyıp taşımadığı sorusunun yanıtını takdirinize bırakırım.

Üstelik de bu yargılamalardan toplumsal bir ayıp da doğabilir.

Öyle ya!

Darbeyi kışkırtıp, sonra da bizim oğlanlar becerdiler diye zil takıp oynayanlardan hesap soramayanların, onların aleti olmuş doksan küsur yaşındaki bir ihtiyarı sigaya çekmeleri biraz ayıp olmayacak mı?
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Juin 2010 15:00    Sujet du message: Répondre en citant

Kazananı Olmayan Aşiret Politikası mı?
Ali SİRMEN - Cumhuriyet 01.06.2010



Eğer ortada on ölü ve yerle bir olmuş bir devlet itibarı söz konusu olmasa, olayı yanlışlıklar komedyası olarak nitelemek mümkün olabilirdi

Ama işler artık o nitelemeyi de aşacak bir raddeye gelip dayanmıştır.

Bir yandan İsrail devleti, Somalili korsanlarınkini andıran ancak eşkıyaya yakışır davranışıyla Türkiye Cumhuriyeti devletinin bayrağını taşıyan gemiye uluslararası sularda saldırmış, on kişiyi öldürmüştür.

Bu davranış tek kelimeyle korsanlıktır. Başka türlü nitelenmesine imkân da yoktur.

Devlet sıfatına layık bir hiçbir devlet böyle bir davranışı basit, sıradan bir protesto ile geçiştiremez. Üstelik Türk bandıralı gemiler uluslararası sularda saldırıya uğramıştır.

Evet, devlet sıfatına layık hiçbir devlet böyle bir davranışı karşılıksız bırakamaz, ama aynı zamanda her devlet böyle bir olaya meydan vermeyecek önlemleri de alır.

Gazze’ye gönderilen “insani yardım malzemesi dolu” geminin uluslararası sularda değilse bile İsrail karasularında durdurulacağını Türkiye Dışişleri Bakanlığı bilmiyor muydu?

Kimin inisiyatifiyle yola çıkarıldığı herkesin malumu olan konvoyun basit bir propaganda manevrası olarak yola çıkarılmasındaki sakıncaları kimse düşünmedi mi?

Hangi devlet böyle bir girişimin doğuracağı sonuçları düşünmeden, böylesine bir sefere yeşil ışık yakar?

Türkiye bu kadar sahipsiz, bu kadar çaresiz, dış politikası böylesine her tehlikeye yelken açabilecek kadar rotasız bir ülke mi?

***

Basiretsizliğiyle şaşkın dış politikasına propaganda malzemesi oluşturma peşinde koşarken skandala zemin hazırlayan hükümet sorumludur.

Bakalım kendi bandırasını taşıyan bir geminin kaçırılması karşısında, “One Minute Tayyip Bey” ne tepki gösterecek?

Herhalde “Siz gemi kaçırmayı, masum öldürmeyi, insani yardıma el koymayı çok iyi bilirsiniz!” demek böyle bir olay karşısında yeterli olmayacaktır.

Þimdi bu olaya seyirci kalmak ne kadar yetersiz ise bu organizasyonun eninde sonunda İsrail tarafından getirilip buralara dayanacağını görmemek de o denli basiretsiz bir davranıştı.

Birileri Türkiye ile İsrail’in ilişkilerini geri dönülmez noktaya getirip dayamayı mı düşündü? Öyle ise bunlar kimlerdi?

Ve devlet bu komploya bilerek mi düştü, yoksa bilmeyerek mi?

Bilerek düştü ise böyle bir manevradan beklediği yarar neydi?

Türkiye’nin gemisinin kaçırılması, uyruklarının öldürülmesi karşısında seyirci kalmakla ne elde edeceğini umdu Recep Tayyip Erdoğan Hükümeti?

İsrail’in gözü dönmüşlerinin bu girişime seyirci kalmayacağını bilenler, buna karşı devlet sıfatına yaraşır hangi tepkiyi göstermeyi düşünmektedirler.

Bu olay üzerine, “Türkiye gemileri uluslararası sularda, uçakları uluslararası semalarda yoldan çevrilecek bir devlet değildir” diye göğsümüzü gere gere dolaşabilir miyiz?

***

Hükümet kendi bandırası altında uluslararası sularda seyreden gemilerinin kaçırılmasına, insanlarının öldürülmesine bakalım ne yapacak?

Bakalım, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler bu durumda uluslararası alanda protesto ile mi yetinecek?

Bakalım Türk kamuoyu şu soruyu ülkeyi yönetenlere soracak mı:

Mademki, Türkiye’nin insani yardım gemilerini uluslararası sularda koruyamayacaktın, neden bu organizasyona karıştın ve ülkemizin itibarını beş paralık ettin?

- Hesap ver efendi, demeyecek mi acaba kimse Tayyip Bey’e.

İsrail’e gelince:

O bir korsan devlettir. Bu gerçeği şimdiye kadar görmemiş olmak yanlıştır.

Türkiye ile İsrail ilişkileri artık bir daha eski durumuna gelmeyecektir, Siyonist devlet tutumunu değiştirmedikçe.

Ama ilişkiler eski durumuna gelse ne olur, gelmese ne olur; Ankara’da, yapılanların hesabını soracak bir iktidar olmadıktan sonra?..
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Raskolnikoff
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 09 Oct 2007
Messages: 3474
Localisation: Somewhere in the world

MessagePosté le: 01 Juin 2010 15:27    Sujet du message: Répondre en citant

Hayır Sayın Sirmen hiç mi hiç hemfikir değiliz, bir yandan Türkiye yıllardır terorist saldırı altında mağdur olduğunu kanıtlamaya çalışacak, bir yandan da teroristliği kanıtlanmış, sicilli Hamas terorist köktendincilerinin gasbettiği Gazza şeridine sözde insani yardım kisvesi altında provokasyon amacıyla gemiler yollayacak, halen başbakanlık makamındaki zata yakın çevrelerce donatılmış gemiler....Bile bile lâdes....
İsrail, devlet otoritesine karşı gelenlerin akıbetinin ne olacağını çok iyi gösterdi, karşıdakiler ise gemide 1 yaşında çocuk olduğunu temcit pilavı gibi tekrarlıyor..Okul yaşında çocuklara Filistin'de ya da Diyarbakır'da taş attırıp alçakça onların ardına sığınan zavallı zihniyet. Yıkamadığı orduların, yenemediği ulusların bayrağıni yakan zavallı küçük, cüce kahramanlar...Atatürk, İzmir'e girerken 9 Eylül'de ayakları altına serilen yunan bayrağının üstüne basmadı, zavallı arapçıkların ve onların kafasındaki zavallıların büyük Ata'mızdan almaları gereken çok ders var ama..nato mermer nato kafa..bu kafayla daha çok duvar döverler...

_________________
Родион Романович Раскольников
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 19 Juin 2010 17:55    Sujet du message: Répondre en citant

Bugunku yasananlari anlamaya uygun bir makale :



Açılım Fiyaskosu
Ali SİRMEN - Cumhuriyet 19.06.2010


Sekiz ay önce alayıvala ile ilan edilen Kürt açılımını (sonradan demokratik açılım haline geldi) birçok noktadan eleştirmiştik.

Aslında sorunu sosyal, ekonomik, politik, kültürel, hatta psikolojik yönleriyle ele alan gerçek bir açılım değildi söz konusu olan.

Girişimin ardında yatan etken, ABD’nin Irak’tan çekilirken, bölgede tek başına ve dolayısıyla korumasız kalacak olan Kürt yönetiminin himayesini Türkiye’ye bırakmak istemesi dolayısıyla, PKK’ye buradan gelecek desteğin kesilmesi için bazı düzenlemeler yapılması gerekliliğinin doğmuş olmasıydı.

Başka bir deyişle, açılımın ardında bir Amerikan planı yatmaktaydı.

Bu hususun belirtilmesi, bunun illa baştan tümüyle reddedilmesini talep etmek anlamını taşımıyor.

Türkiye ile ABD’nin ve Kuzey Irak’taki Kürt yönetiminin çıkarları bağdaşabilir ve böylelikle sorunun çözümü için bir zemin oluşturulabilir. Bu durumda, bu fırsatı geri tepmek tabii ki gerekmez.

Ama Ekim 2009 girişimi, iyi tanımlanmış bir çözümü öngörmüyordu.

Daha ziyade, PKK’ye Kuzey Irak’tan verilecek desteği kesmek üzere kimi bölük pörçük önlemleri içermekteydi.

***

Alınan önlemler ile amaçlanan hedeflere varılıp varılmayacağı da kuşku götürüyordu.

Abdullah Öcalan’ı devreden çıkaracak bir çözüme onun ve örgütünün evet demesi güçtü.

Ayrıca Silopi’de kurulan sahra mahkemelerinde, yapılan göstermelik yargılamalar doğrusu çok kötü bir görüntü yaratmakta, silah bırakıp Mahmur’dan geldiğini söyleyen, yeni uzlaşmanın öncüleri olarak görülenler, neredeyse üniformalarla gelmekte, resmi geçit yapmakta, hiç de pişman görünmemekte, yargı önünde pişmanlık ifade eden herhangi bir beyanda bulunmaktan da imtina etmekteydi.

Seyyar mahkemeler, yargının bağımsızlığı ilkesini zedelemekte, talep üzerine alelacele kurulmuş ısmarlama mahkemelerde hiç de nedamet göstermeyen “gerillalar”ı yargıçların pişman varsaymaları eleştirilere, kimi zaman da mizahi yorumlara yol açmaktaydı.

Yalapşap hazırlanmış “Kürt açılımı”nı Tayyip Bey büyük bir politik reform olarak sundu, herkesi buna katılmaya çağırdı. Muhalefet haklı olarak çağrıyı ciddiye almadı, açılımı eleştirdi.

Oynanan oyun kamuoyunu da rahatsız etti.

Kürt açılımı, her iki tarafın da karşılıklı yanlışları yüzünden ölü doğdu.

Daha sonra da, hükümet artık ondan bahsetmez oldu.

***

Önceki gün Diyarbakır’da, Habur’dan geliş sırasında yapılan gösteriler ve söylenen sözlerle ilgili olarak açılan dava ve burada istenen cezalar ile yapılan tutuklamalar, ölü doğmuş olan Kürt açılımının bu yönünün artık herkesçe kabul edildiğini göstermektedir. Söz konusu davada Kandil’den gelenler için yirmişer yıl, Mahmur’dan gelenler için ise on beşer yıl hapis istenmekte ve üç kişi hakkında da, kaçacakları şüphesi bulunduğu gerekçesiyle tutuklama kararı verilmiş bulunmaktadır.

Tutuklama kararları konusunda bir noktayı vurgulamak istiyorum.

Bu sanıklar, avukatlarının da söyledikleri gibi, sekiz aydır buradadır, kendileri teslim olmuşlardır ve kaçmak isteselerdi kaçarlardı ama buna rağmen kaçmamışlardır.

Bu durumda bu sanıkların da tutuklu yargılanmalarında isabet olmadığını, pek de âlâ tutuksuz yargılanmalarının mümkün olduğunu söyleyebiliriz.

Doğrusu, Habur’da gösterilen, gereksiz ve usule aykırı hoşgörünün yanı sıra, sekiz ay sonra Diyarbakır’da gösterilen tersi yöndeki tutum BDP’li Kışanak’ın çıkışını haklı görmemeyi ve sorduğu soruya katılmamayı imkânsız kılıyor.

Bakın ne diyordu Kışanak:

- Habur’da serbest bırakılma kararını veren aynı mahkeme. Diyarbakır Mahkemesi bugün barış elçilerine tutuklama kararı verdi. Peki ne değişti? Bir şey değişmiş olabilir. AKP’den aldıkları talimat.

Bu sözlere katılmamak mümkün değil.

İfrat ile tefrit arasında kalan bir iktidarın ciddi bir politika uygulaması beklenemez.

AKP, bu sorunu çözemeyecek, gittikçe ağzına yüzüne bulaştıracaktır.

Diyarbakır duruşmalarıyla ve Kuzey Irak operasyonuyla birlikte, Kürt açılımı bitmiştir demek doğru değil.

Biten bir şey yok, çünkü sözde açılım zaten ölü doğmuştu.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 31 Juil 2010 11:26    Sujet du message: Répondre en citant

Öz 35. Maddede Değil.
Ali SİRMEN - Cumhuriyet 31.07.2010



Hocanın dediğini yap, yaptığını yapma, derler.

Son zamanlarda hep düşünüyorum, bu sözdeki hikmetin Süleyman Demirel’den daha somut bir kanıtı olabilir mi?

Politikayı Çankaya’da yaptığı son yıllardan başlayarak, sanki bir siyaset bilgesi, sağduyunun simgesi, demokrasiyi içselleştirmiş, çoğulculuğu şiar edinmiş, yani ne söylesen az, öyle bir demokrasi kâbesi.

Buna mukabil yaptıklarına bakın!

Başımızdaki hangi melanetin içinde sorumluluğu yok? Bir sorun söyleyin ki çıkışında ya da karmaşıklaşışında, Demirel’in dahli olmasın.

Türk siyasetinin kroniklik çarpıklıklarından birini söyleyin ki Demirel o çorbada da tuzu olmasın.

Kısacası Demirel’in dediğini yap ama yaptığını yapma!

CHP ile AKP arasındaki 35. madde tartışması çıktığı zaman, Süleyman Demirel hemen tavrını koydu doğru tarafta. İki darbe yemiş olan Süleyman Bey sorununun esas kaynağının orası olmadığını gayet iyi biliyordu ve o yüzden de, olayın nereden kaynaklandığım tespit etti. Ama tabii, gerçeği dile getirirken, o kadar da açık sözlü olamadı.

***

Gerçekten de bu pek sevdiğimiz demokrasimizin ikide bir tacizden, taciz de ne söz, düpedüz tecavüzden kurtulamamasının kaynağını nerede arayacağız?

Bize tek suçlu olarak, hep aynı üniformalı hedefi gösterdiler.

Artık yeter!

Ne olur hep aynı nakaratı yemeyelim, hep aynı teraneye kanmayalım.

Türk demokrasisine yönelen tehlikenin özü TSK’den kaynaklanmıyor.

Demokrasi için tehlike ve tehdit bizzat necip Türk milletidir.

Demokrasi perisi ne zaman, postalların ayağı dibine düşse, zaten safiyetini ve bekâretini çoktan çarıkların altında yitirmiştir bile.

Türk demokrasisindeki en büyük eksik kamil demokrasi kültürü, uzlaşma alışkanlığı, gerçek bir hoşgörü ve gerçeğin her zaman yalnız illa da bizim sandığımız gibi olmayabileceğini kabul etme haslettir.

Bir ulusu diğerlerinden ayıran nitelikler, onun insanlarının doğuştan getirdikleri hasletlerden değil, tarihi deneyimlerinden, sosyal edinimlerinden kaynaklanır.

Türkiye’de toplumun bir türlü gelişmiş bir demokratik kültüre sahip olmamasının tarihi koşullarının üzerinde başka bir yazıda dururuz.

Ama artık görelim, Türkiye’de demokrasinin bir türlü oturamamasının nedeni, ikide bir üniformalıların “eyvah Cumhuriyet yine tehlikeye düştü, hadi hep birlikte, emir komuta zinciri içinde şunu bir koruyup kollayalım” diyerek, ayaklanmaları değil. Söyler misiniz, askerin gıkının çıkmadığı dönemlerin hangisinde Türkiye’de, kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun, çoğulcu gerçek bir demokrasi yaşanmıştır? “Yeter Söz Milletindir” diyerek iktidara gelen DP ve de ondan sonraki sivil hükümetlerin hangisi gerçekten demokrasiyi uyguladı? Askeri darbelere bakın!

Hangi askeri darbede, sivillerin sorumluluğu asgari, askerlerinki kadar değildi? Þu yaşadığımız döneme bakın!

Etrafı tozu dumana katıp, olmayan, şu anda olmasına olanak da bulunmayan askeri darbelerin çığırtkanlığını yapanlara karşın, artık Türkiye’de de tıpkı İspanya, Latin Amerika vb. gibi askeri darbelerin döneminin geçtiği gerçeğini aklı başında herkes biliyor ve görüyor.

Ama askeri darbe tehlikesinin esamisinin okunmadığı şu sırada ortada demokrasi var mı?

Türkiye’de zaten tam var olmayan demokrasinin olan kadarı da çok büyük bir tehdit altında değil mi?

Bu tehdit, sivil AKP iktidarının bizzat kendisinden gelmiyor mu? Bütün yaşadıklarımız bize, demokrasiye yönelen tehdidin askerden çok sivilden geldiğini, işin özünün İç Hizmet Kanunu’nu 35. maddesinden kaynaklanmadığını hâlâ göstermedi mi? O zaman söyler misiniz bu 35. madde mavrası nereden çıkıyor?
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 14 Sep 2010 23:31    Sujet du message: Répondre en citant

12 Dev Adam ve Referandum Sonucu

Ali SİRMEN - Cumhuriyet 14/09/2010

Dünya Basketbol Þampiyonası finaliyle anayasa referandumu aynı güne rastladı.

Sanırım herkes, bu şampiyonanın en büyük zaferinin sahibinin Türkiye olduğu konusunda birleşmiş durumda.

Ortada kolektif, toplumsal bir başarı var. Basketbol otoriteleri de Türkiye’yi dünya ikinciliğine kadar çıkaran başarının özünde, sadece rakipleri yıldıran agresif savunmanın değil, ama aynı zamanda 12 Dev Adam’ın takım olmakta büyük becerisinin, kenetlenmekteki hünerinin birbirleriyle uyumlarının etkisi olduğunu belirtiyorlar. Bunun yanı sıra Tanjeviç’in büyük özverisi ve altı yıldır süren çabalardan sonra, takımı oturtmayı başarması, Turgay Demirel’in koça ve takıma güvenerek sabretmesi, takımın büyük azmi ve oyuncularla kamuoyunun bu şampiyonada finali istemelerinin (tabii istemek, aynı zamanda gereğini yapmayı da içeriyor) derece derece rolleri var.

Azim ve disiplinin yanı sıra, sabrın da başarıdaki payını görmezden gelmemek gerek. Unutmayalım 12 Dev Adam projesi de dünün işi değil. Bu proje ile kaç yıldır hazırlanıyor Türkiye.

Ülkemizde, başarıların mucizevi sırrı aranır hep.

Oysa başarıda mucize yoktur. Ya da başka bir deyişle; sabır, disiplin, çalışma, azim, inanmak ve istemektir mucizenin sırrı.

***

Anayasa referandumunda büyük bir yenilgiye uğramış olan “Yürütmenin yargıya müdahalesine hayır” cephesinin, 12 Dev Adam olayından alacağı dersler var.

Hemen belirtelim, referandumda koşullar onların aleyhineydi; iktidar medyayı ve devlet imkânlarını yasaları zorlayarak, tehdit ve sindirmeyle kendi yararına kullandı.

Ayrıca evet oyu veren seçmenlerin, değişiklikleri tam olarak inceleyip yeterince fikir edindikleri konusunda ciddi şüpheler var. Yapılan araştırmalar, “evet” cephesinin yeterince bilgi sahibi olmadığı yönünde.
Ama sonucu bunlara bağlanarak yorumlamak, gelecekte de aynı ya da benzeri sonuçlara mahkûm olmayı getirir.

Muhalefet kendi iradesinin sınırları içinde olan faktörleri değiştirmek zorundadır.

Yani kendi sabrını, azmini, çalışmasını, iradesini, disiplinini geliştirmektir muhalefetin işi.

Burada muhalefetten söz ederken, son olayda, MHP’nin tabanının önemli bir bölümünün “evet” oyu verdiğini, parti yönetiminin çizdiği yolu izlemediğini görüyoruz.

Bu sonucun beni şaşırtmadığını okurlarım sanıyorum bilirler. Türkiye’nin gelecekte demokrasiye doğru yönelmesinde MHP’nin oynayacağı bir rol yoktur. Bu tür hesapları yapanlar, tabanında AKP’ye çok yakın olan bu partiyi okuyamamışlar demektir.

DP ise tarihi ve folklorik bir figür olduğunu, gelecekte Türk siyasetinde önemli bir rol oynayamayacağını son olayda bir kez daha kanıtlamış olmaktadır.

***

Bu durumda, “hayır” oylarının yüzde 42 çıkmasında, CHP’nin Kemal Kılıçdaroğlu ile yakaladığı ivmenin rolü olduğu söylenebilir. Nitekim Kılıçdaroğlu’nun miting meydanlarında gördüğü ilgi de bu olgunun kanıtıdır.
Ama bu ivmenin yetersiz olduğunu görüyoruz.

Çünkü CHP’nin sorunu bir genel başkanın gidip bir başkasının gelmesi değildi. Evet Kılıçdaroğlu’nun halk ile ilişki kurmakta büyük bir becerisi olduğu yadsınamaz.

Ama sorun yalnızca bu etkene indirgenemez.

CHP’nin sorunu örgütlenme modelindeydi. 1973 yılında, dağa taşa “Başbakan Ecevit” yazarak, Karaoğlan’a iktidar yolunu açan dinamik parti kadrosundan çok uzakta olan bugünkü CHP, otuz yıl önceki dinamizmini yakalayıp aşmak zorundadır.

Bunun da yepyeni bir örgütlenme modeliyle olacağı açıktır.
12 Dev Adam’ın başarıları kadro başarısıydı, bir ya da iki kişinin başarısı değil.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun oy verememesi olayında da görüldüğü gibi, örgüt yeterince dinamik değil, kimilerinin azmi ve disiplini genele yansımıyor.
Oysa bunu sağlayacak ve kolektif başarıyı yakalayacak, ortak aklı oluşturacak kadrolara ihtiyaç var.

Bugünden gelecek seçimlere kadar geçecek zaman çok az da olsa Kılıçdaroğlu ve ekibi bunu başarmak zorundalar.
CHP’nin sorunu liderlik değil kadro sorunu.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 17 Sep 2010 23:30    Sujet du message: Répondre en citant

Mazide Saklananlar
Ali SİRMEN - Cumhuriyet 17.09.2010

Bilmiyorum, Tuncay Özkan, Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Fatih Hilmioğlu ve onlarla aynı kaderi paylaşan arkadaşlar, bu son olaylar karşısında neler hissediyorlar, neler söylüyorlar?

Ama ben hödüklüğün bu kadarı karşısında “vallahi pes!” diyorum.

Bir sürü adam, şu anda işlenen cinayetlere, şu anda yaşanan insan hakları ihlallerine zerrece aldırmadan, büyük birer kahraman edasıyla, 30 yıl öncenin hesabını sormak üzere mahkemelere başvuruyor.

Bunlar nafile başvurulardır.

Mevzuat, 12 Eylül kasaplarının yargılanmasına izin vermiyor.

Verse bile neyin hesabını kimden nasıl nereye kadar soracak, sorabileceksin?

Ben 12 Eylül’de, tutukluluk kurumunun yargısız infaza dönüştürülmesiyle hiç mahkûmiyetim olmadan yattığım 38 ayın hesabını kimden soracağım?

Doğru dürüst gerekçesi bile olmayan, keyfi tutukluluğu uzatan askeri yargıçlardan mı?

Mahkûmiyet kararlarını bozduğu halde tahliyeye karar vermeyip, “yine de yatsınlar” diye aldırmayan Askeri Yargıtay’dan mı?

Hakkımda, “bu Muammer Aksoy ile Avrupa’daki komünistlerin başıdır” içerikli MİT raporunu imzalayıp, hâkimlere kanaat, savcılara delil olsun diye dava dosyasına koyduran Nurettin Ersin’den mi?

Her duruşmanın arifesinde, mahkeme heyetine, televizyon aracılığıyla selam gönderen, bu konuda Askeri Yargıtay’ı da es geçmeyen Kenan Evren’den mi?

***

Þimdi 30 yıl aradan sonra, benimle aynı yöntemle yatırılan, dolayısıyla aynı kaderi paylaşan insanların acısına bigâne kalarak, kendi geçmişime ağlayarak ya da şu anda, gözlerimin önünde işlenmekte olan cinayeti görmezden gelip, geçmiş cinayetin hesabını sorarak mı vicdanımın sesini susturacağım?

İşlenmiş cinayetin hesabını sormak iyidir ama maktulü geri getirmez. Oysa işlenmekte olan cinayeti engellerseniz bir ölümün de önüne geçersiniz.

Kimse “12 Eylül’ün hesabı sorulmasın, biz de sormayalım” demiyor.

Ama sivil faşizmin halihazırda işlediği cinayetleri görmezden gelip, eski cinayetlerin hesabının peşine düşerek, adalet ve özgürlük aradığını söylemek büyük sahtekârlıktır.

Silivri Kampusu’nu görmeden, Diyarbakır, Metris, Mamak cezaevlerinden bahsetmek, kalpazanlıktır.

“Askeri faşizme de, askeri vesayete de hayır, sivil faşizme, sivil vesayete de hayır” demeyenler korkaklıklarını askeri diktanın arkasına gizleyenlerdir.

İçinde yaşadığı faşizmi görmeyip, geçmiş faşizme hayır diyenler, mazide saklanan daltabanlardır.

Onların ağababaları da, çöpçü olarak çalışmak için Avusturya’ya giriş vizesi alamayan yurttaşlarımızın çaresizliği karşısında, geçmişte iki kez Viyana kapılarına dayandığımızı söyleyerek maziye kaçarlardı.

***

Þimdiki sefaletinin nedenlerini irdelemek ve gidermek yerine maziye kaçanların öyküsü hazindir ve ne yazık ki son elli yılımızın heba olmasının sebebi bunlar olmuşlardır.

Sağdaki, “bir zamanlar Osmanlı’ya bak ne kadar görkemliydik,” perişanlığı, zaman içinde aynı kafa yapısındaki solcularda, yaşamakta olduğu faşizm ile kol kola girip, artık tehlikesi kalmamış mazinin faşizmine direnmek şeklinde tezahür ediyor şimdi.

Müruru zamana (zamanaşımına) uğramış sol, yürürlükte olan faşizmle kol kola kadük olmuş faşizmden hesap soruyor.

Daha doğrusu, geçmiş faşizmin sorumlularından hesap sorduğunu ileri sürerek, bizi aldatıyor.

O Kenan’lar, o Nurettin’ler, o Tahsin’ler, sahnede görünen kuklalardır. Onlardan hesap sormaya kalkmak biçareliktir. Bu biçarelere seslenmek gerekir:

-Sıkıysa kukla yerine kuklacıdan hesap sorsanıza!

Ama boşuna nefesini yormayın. Onlar bu hesabı soramazlar.

Çünkü kuklacı, aslında geçmişin askeri faşizmi gibi bugünün sivil faşizminin iplerini de elinde tutmaktadır.

Kuklacı otuz yıldan beri değişmiyor. Değişen kuklalar.

Hatta otuz yıl öncesinden farklı olarak, kuklacı, o zamanın kimi solcularını da koleksiyonuna kattı.

Maziye kaçıp saklananlar da işte onlar!
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 16 Nov 2010 1:11    Sujet du message: Répondre en citant

Üç Büyükelçi
Ali SİRMEN - Cumhuriyet 13.11.2010

Türkiye’nin Avusturya Büyükelçisi, Kadri Ecvet Tezcan, bir gazeteye verdiği demeçle iki ülke arasında krizin eşiğine gelen gerginliğe yol açtığı için, önümüzdeki günlerde merkeze çekilecek.

Avusturya Büyükelçisi Tezcan’ın Die Presse gazetesine verdiği demeçte, Türklerin fiilen gettolarda yaşamaya mahkûm edildikleri yolundaki açıklaması, ülke makamlarını kızdırmış.

Hakça konuşmak gerekirse, Büyükelçi Tezcan, çoğu Avrupa ülkesi için geçerli olan bir gerçeği dile getirmiş.

Son yıllarda, Avrupa ülkelerinde ırkçılık tehlikeli boyutlara tırmanmış bulunmaktadır ve ufukta bu tehlikenin azalacağını gösteren belirtiler de görülmemektedir.

Bu ortamda, ırkçılığını tarihinde bile kanıtlamış ve ısrarla günümüze kadar sürüklemiş Avusturya’da yabancı ve özellikle Türk düşmanlığının ulaştığı boyutları kolaylıkla anlayabilirsiniz.

***

Doğrusu, AB ülkelerindeki Türk nüfusun uyum sorunları yaşadıkları, içinde bulundukları toplumlara entegre olmakta güçlük çektikleri yadsınamaz bir gerçek.

Burada, söz konusu olan asimilasyon değil, o toplumun değer yargıları ile kendininkileri uzlaştırarak bir uyum sağlamaktır ki, göçmen kardeşlerimiz bu konuda da çok başarılı ve gayretli değillerdir.

Hiçbir toplumsal sorunun tek bir nedeni olmadığı ve sorumluluğunun tümüyle taraflardan birine yüklenemeyeceği olgusu da göz önünde bulundurulunca, bazılarını kızdıran bu tatsız gerçeği belirtmek zorunlu oluyor.

Yine de göçmenin entegrasyonu için büyük sorumluluk ev sahibi ülkeye düşmektedir.

Entegrasyonu kolaylaştırıcı koşulları sağlamak onun, yani olayımızda Avusturya’nın görevidir. Oysa onlar bunu yapacak yerde, Türkleri gettolaşmaya itmektedirler.

Bu durumda izan sahibi herkes Türk Büyükelçisi’nin gerçeği ifade ettiğini görebilir.

Ne var ki, diplomaside gerçeği açıkça söylemek her zaman makbul değildir.

“Persona non grata” (istenmeyen kişi) ilan edilmenin eşiğinden dönmüş olan büyükelçi şimdi, bu kurala uymamanın ceremesini çekiyor.

***

Avusturya Dışişleri Bakanı Spindilleger, Tezcan’ın persona non grata ilan edilmeyeceğini, Davutoğlu’nun onu merkeze alacakları konusunda güvence verdiğini söylemiş.

Viyana’da olanlar, bana biri Osmanlı’nın, ikincisi Cumhuriyetin iki büyükelçisinin tavırlarını anımsattı.

Birinci olay 1914’te Washington’da geçiyor, kahramanı da Ahmet Rüstem. Müslüman olmuş Polonyalı bir baba ile İngiliz bir annenin çocuğu Ahmet Rüstem Bey, Washington’da Büyükelçilik görevini sürdürürken, Ermeni propagandasına karşı, Washington Star gazetesine verdiği bir demeçte, ülkemizde gerçekte neler cereyan etmekte olduğunu açıklamış, bu açıklaması sırasında Filipinler’deki su işkencelerine ve ABD’deki zencilerin konumuna değindiği için persona non grata ilan edilmekle tehdit edilmişti.

A. Rüstem’in buna yanıtı net oldu:

- Hiç zahmet etmeyin, durumu İstanbul’a bildirdim, 2 güne kadar kendim dönüyorum.

Daha sonra Ahmet Rüstem’i Sivas Kongresi ile 1. Meclis’te Mustafa Kemal’in yanında görüyoruz.

İkinci olay ise 1971’de Paris’te cereyan eder, Ermenilerin Marsilya’da “soykırım” anıtı dikme amaçlarını engellemeye çalışan Fransa’daki Türk Büyükelçisi Hasan Esat Işık, Fransız yetkili makamlarının anıta izin vermeleri üzerine, şapkasını alıp, Ankara’ya döner.

Hasan Esat Işık ödünsüz bir kişiydi. Daha önce de, sıkıyönetimin isteğiyle bazı vatandaşlarımızın pasaportlarının uzatılmaması yolundaki bakanlık yazısına şu ret yanıtını vermişti:

-Fransa’da sıkıyönetim yok.

Dış politikamızda Osmanlı özleminin dorukta olduğu şu dönemde iki diplomat örneğini hatırlatmakta yarar gördüm.


Not :
Soz konusu demeç için : http://minu.me/3b2j
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 12 Juin 2011 0:22    Sujet du message: Répondre en citant

‘The Economist’ Kimi Neden Destekliyor?
Ali Sirmen - Cumhuriyet 07.06.2011



İngiltere’de yayımlanan ve ABD’deki okur sayısı, anavatınındakini ikiye katlayan ünlü Economist dergisi, Türk seçmene, bu seçimlerde oyunu CHP’ye vermesini tavsiye etmiş.

İyi halt etmiş!

Tabii aklı başında hiç kimse, bu derginin böylesine küstahlığını ciddiye alarak sandık başına da gitmez, hele hele buna cevap vermeye de hiç kalkmaz.

Üstelik söz konusu yayın organının daha önce de başka ülke seçmenlerine, oy vereceği, parti ya da kişi konusunda tavsiyede bulunmak küstahlığını sık sık tekrarladığı bilinen bir gerçek.

Başbakan Tayyip Erdoğan, Economist’e güya çok kızmış, ayrıca yazıyı da kendi icraatının Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda olduğunun bir kanıtı olarak göstermeye çalışmış.

Doğrusu, yabancı nasihatçılara kulak vermeye alışmamış olanların, tümü gibi ben de Economist’in yayını altında başka niyetler aradım.

***

Tayyip Bey’in dikta yönetimine yönelmesi korkusu mu, Economist’i rahatsız ediyor?

Sanmıyorum.

Erdoğan’ın bu yönelimini, olayları irdelemesini bilenler, daha önce de özellikle 2007 seçimleri sırasında elde edilecek çoğunlukla, önce Çankaya’ya bir yandaş çıkaracaklarını (çıkardılar) daha sonra; YÖK vasıtasıyla üniversiteleri ele geçireceklerini, (geçirdiler) kendilerine yandaş olmayan muhalif ya da ortada görünen medyayı, çeşitli yöntemlerle sindirerek, etkisizleştirileceklerini (bunu da yaptılar) açıklıkla dile getirmişlerdi.

2010, 12 Eylül referandumun amacının da, askerlerin yaptığı anayasadan kurtulmak olmayıp, tam tersine, o anayasaya bile rahmet okutacak düzenlemelerle, HSYK’nin kompozisyonunu değiştirip, yargıyı yürütmenin vesayeti altına sokarak yüksek mahkemeleri ve ardından tüm yargıyı denetim altına alarak dikta sürecinin tamamlanması olduğu açıklıkla söyleyip yazılmıştı.

Yaşananlar bu öngörülerin hepsinin doğru olduğunu kanıtladı.

Peki söylerlenirken her şeyi bildiğini sanan tipik Avrupalı benmerkezciliğinin budala kibrinden burnunun ucunu göremeyen The Economist ne yapıyordu?

Ne yapacak, AKP’yi reform ve demokrasi şampiyonu olarak gösterip destekliyordu.

“Economist” ve benzerlerinin o sıralarda en büyük düşmanları ise Kemalist laiklerdi.

***

Bunları gördükten sonra, Economist’in tavsiyelerinin altında çapanoğlu aramamak için ya ahmak ya da yabancıların bizim hakkımızdaki her sözü ve yargısında hikmet arayacak kadar, aşağılık kompleksine kapılmış olmak gerek.

Economist’in iyi niyetle hareket edip, (olacak şey değil ya ama olur diyelim,) gerçekten Türkiye’nin çıkarlarını herşeyin üstene çıkarıp (bu da onlar için budalalık demek olur) yargıya varmaya çalıştığını bir an düşünelim. O zaman da şu soru geliyor gündeme:

-2007 ve 2010’da yanıldığını gördüğüme, 2011’de güvenmek aptallık değil mi?

AB ve ABD’nin çıkarlarının sözcülüğünü yapar The Economist’in Tayyip Bey’in beklediklerinin tersine “ılımlı İslam”dan değil, “radikal İslam”dan yana olduğunu, farkına varıp da ayıldığını sanmayın sakın! Yoksa büyük yanılgıya düşersiniz.

Çünkü ABD ve AB’nin Tayyip Bey’in ılımlı mı, radikal mi, olduğunun hiç önemi yoktur.

Zaten, o çevrelerin “ılımlı İslam” derken, aslında “uyumlu İslam”ı kastettiğini yani cami ile uluslararası finans borsalarının uyumunu ön planda tuttuğunu bilmek gerek.

Özelleştirme sünnet, yabancı sermayenin serbestliği farz olduğu sürece, o çevreler için istenen uyumlu İslamın şartları yerine gelmiş demektir.

Bu ölçütlere vararak olaylara bakınca, The Economist ile arkasındaki çevrelerin geçmişte, Tayyip Bey’i neden destekledikleri, buna karşılık Ahmedinejad’ı neden yerden yere vurdukları daha kolay anlaşılır.

Bu koşullarda, temelde bir değişiklik olmadığı halde, The Economist’in AKP’yi destekleme talimatını neden geri aldığını anlamış değilim.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11167
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 18 Juin 2011 1:42    Sujet du message: Répondre en citant

‘Hâlâ Yazıyor musun?’
Ali Sirmen - Cumhuriyet 18.06.2011

Yukarıdaki soru şu anlama gelebilir:

- Neden boşuna uğraşıyorsun? Nasıl olsa çoğunluk gerçeği görmüyor. Yazık!

Ama şu anlamda da söylenmiş olabilir:

- Ne anlayışsız adamsın birader! Çoğunluk bin kez beynine çaktı, hâlâ haksız ve yanlış olduğunu kabul etmemekte direniyor ve utanmadan yazıyorsun.

Köşelerinde yazdıklarından anladığıma göre, benimle aynı ya da yakın veya benzer çizgide olan kimi arkadaş ve dostlarıma bu son söylemi kullananlar olmuş.

Hangi bağlamda söylenmiş olursa olsun, soru kipindeki bu çıkış yanlıştır.

Her şeyden önce, demokrasilerde, tek gerçek yoktur. Tek gerçek olmayınca da kimin gerçeği gördüğü, kimin yanıldığı konusunda karar vermek mümkün değildir.

Daha doğrusu, neyin salt doğru, neyin salt yanlış olduğunu saptamak hak ve yetkisine sahip bir merci demokrasilerde yoktur ve olamaz da.

Demokrasilerde herkes kendi doğrusunu aramak, savunmak hakkına sahiptir. Bunu herhangi bir baskı ve kısıtlamayla karşılaşmadan yapabilmesinin yollarını da demokrasinin evrensel kuralları belirlemiş, anayasalar ve de onlara, uygun olarak çıkarılan yasaları da normlaştırmışlardır.

Bu yüzdendir ki, mutlak doğru gibi mutlak yanlış da yoktur demokrasilerde, yalnızca yasal olanla olmayan vardır, bunlar da özgürlüklerin önünü tıkamayacak şekilde düzenlenmek durumundadırlar.

***

Bütün bu gerçekler göz önünde bulundurulduğunda, 12 Haziran seçimlerinde AKP’ye oy veren her iki kişiden biri de kendi gerçeklerinden hareketle doğru yapmıştır, AKP’ye oy vermeyen her iki kişiden biri de...

Zaten aksini düşünmek, diktayı demokrasi diye yutturmaya çalışmaktır.

Düşünsenize aksini söylemek toplumun bir yarısının doğru, öbür yarısının yanlış olduğu hükmüne varılmasına yol açar ki, en kötüsü de bu olur.

Þu yanılgıya da asla düşmemek gerekir:

- Çoğunluk ne diyorsa o doğrudur. Aksini iddia etmek ihanettir.

Kimi zaman bir tek kişi, tek başına yalnız bütün bir topluma karşı görüşünü savunabilir.

Eugene Ionesco’nın fantastik oyunu Gergedan, birden insanların gergedana dönüştükleri bir toplumun öyküsünü anlatır. Oyunun sonunda, sahnede insan olarak, bir tek, piyesin kahramanı Beranger kalır. O da, herkes gibi gergedanlaşmayı beklemektedir ki, birden bilinci ışıldar ve haykırır.

- Hayır ben insanım ve sonuna kadar insan kalacağım!

Son üç sözcük ise, insanlığın evrensel dramını dile getirir:

- Vay direnen insanın haline!

İnsanlıkta direnen Beranger azınlıkta kaldığı için haksız ve yanlış mıdır?

Onun için hangi amaçla olursa olsun başlıktaki soruyu yöneltenlere yanıtım açık:

- Evet, hâlâ yazıyorum!
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page 1, 2, 3 ... 19, 20, 21  Suivante
Page 1 sur 21

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.