320 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 320
Membre(s) : 0
Total :320

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 12h32:20
murat_erpuyan : 12h34:44
SelimIII : 1 jour, 01h59:16
Salih_Bozok : 3 jours
cengiz-han : 3 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Biliyor muydunuz ?
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

Biliyor muydunuz ?
Aller à la page Précédente  1, 2, 3  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 19 Juil 2010 2:28    Sujet du message: Répondre en citant

Sümer Hanim, her iki kategoriden de insanimiz var, her millette her toplumda oldugu gibi...

Ama bence en onemlisi futbolcumuzdan gurur duyariz da bu bilimadamlarindan hiç mi hiç haberimiz olmaz...
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 13 Sep 2010 17:58    Sujet du message: Répondre en citant

14’üncü dev

Yilmaz ÖZDIL - Hürriyet 12/09/2010

Yarı final maçı henüz oynanmadan yazıyorum bu satırları... Çünkü, yenseler de, yenilseler de, tarihe geçtiler, rüyamızda bile göremeyeceğimiz seviyeye çıktılar, gururumuz oldular.

*
12 dev adam...
13üncü Tanjeviç.
*
Peki ya, 14üncü dev?
*
Tek tek hepsini yazmak isterdim, yerimiz dar... Kaptan’ı yazayım, Hidayet Türkoğlunu... Gariban bi ailenin çocuğuyken, NBA’e gitmeyi başaran, dolar milyoneri olan, şımarmayan, aksine, ismi büyüdükçe ego’su küçülen, takım arkadaşlarına “kardeşim” diye hitap eden, savaşçı ruhuna rağmen gerek kalmadıkça başrole çıkmayan, geri planda duran, arkadaşlarını yücelten, iyi yürekli, çok iyi aile babası... Zeki, çevik, ahlaklı; onur duyuyoruz onunla.
*
Kim keşfetti Hidayet’i?
Kim yetiştirdi?
Kimdir borçlu olduğumuz insan?
Kimdir 14’üncü dev?
*
Kemal ile Leyla...
*
Başlayalım anlatmaya...
*
Özel Çavuşoğlu Koleji vardı İstanbul’da, efsaneydi, ekonomik kriz nedeniyle battı, kapandı, trajedisi bununla bitmedi, sahibi taa Nijerya’da trafik kazasında hayatını kaybetti. Kolej’in en önemli özelliği, spordu... Yetenekli çocukları toplayıp, ABD’de olduğu gibi eğitim bursu veriyor, bedava okutuyordu... Kemal Çalışkan, bu Kolej’in basketbol antrenörüydü.
*
İstanbul’un tüm ilkokullarını taramış, 10-11 yaşındaki birbirinden pırıltılı 12 çocuğu seçmiş, aileleriyle konuşmuş, ikna etmiş, Kolej’e yazdırmıştı Kemal... Biri Hidayet’ti. Hatta biri de Kerem Tunçeri’ydi. Þu anda 2 metre 8 santim ve 100 kiloluk bir dev olan Hidayet, o zamanlar 1.78 ve cılızdı. Ham mermeri şaheser heykele dönüştürür gibi işledi Hidayet’i Kemal... NBA koçlarını bile hayrete düşüren, 2 metrenin üstündeki boyuna rağmen oyun kurucu gibi top sürme becerisini Kemal’den öğrendi Hidayet... Aklını kullanmayı, pozisyon almayı, doğru zamanda doğru yerde durmayı, liderliği, Kemal Koç’tan öğrendi; stilini o şekillendirdi.
*
Tabii diğer çocukların da... Türkiye’de rakip tanımadılar, iki defa dünya finali oynadılar, Liselerarası Dünya Þampiyonu oldular. Ardından, Hidayet henüz 16 yaşındayken, komple Efes Pilsen’e geçtiler, Avrupa’ya damga vurdular; Hidayet yıktı duvarları NBA’e gitti.
*
Adana doğumlu Kemal Çalışkan... Annesi, İncirlik’te görevli Amerikalı’ydı, babası Türk... Ama babası, bir başkasıyla evliydi. Yani, evlilik dışı çocuktu. Annesinin görev süresi bitti, ABD’ye dönerken, babası vermedi onu... Üstelik, evlilik dışı çocuk olduğu için, babasının ailesi de istemiyordu Kemal’i... Yatılı okula verdiler. İlkokuldayken, annesi vefat etti, anneannesiyle dedesi geldi, “Lütfen verin bize” diye yalvardılar, kadere bak, gene vermedi babası... Alakasız bi aileye evlatlık verdi iyi mi! Kemal’i evlatlık alan aile, tam cennetlikti, çok iyi büyüttüler, çok iyi davrandılar, nüfuslarına aldılar, öğretmen yaptılar.
*
Dramı bundan ibaret değildi Kemal’in... İçinde bir “kadın” yaşıyordu.
*
“Eşcinsel değildim” diyor, “Kadındım, öyle hissediyordum, erkek gibiymiş gibi yapmak istemiyordum, ahdım vardı, erkek olarak ölmeyecektim.”
*
Çocukluğundan beri hissettiği kimliğine, 22 yaşında kavuştu. Ameliyat oldu, kadın oldu.
*
Leyla adını aldı.
Leyla Çalışkan oldu.
*
Tabii burası Türkiye... Cinsel tercihi nedeniyle zulme uğradı, işinden atıldı, horlandı, dışlandı, aylarca işsiz, parasız, ekmeksiz kaldı; namusundan ödün vermedi.
*
Ama, burası da Türkiye... Hak yerini buldu, dangozların alkol malkol diye yasaklamaya çalıştığı Efes Pilsen, kapılarını açtı, çağırdı, gel işinin başına geç... Altyapıyı teslim etti.
*
Öbür gizli kahramanlar darılmasın, Türkiye’nin en önemli altyapı antrenörü, Türkiye’nin en öngörülü yetenek avcısıdır Leyla... Ve, bugün aktif şekilde Hidayet’ler yetiştiriyor hâlâ.
*
“O olmasaydı, bu mevkiye gelemezdim” diyor Hidayet... “Başarımı ona borçluyum, başta ben, milli takımın pek çok sporcusunun üzerinde inanılmaz emeği vardır.”
*
Tanımıyorsunuz Leyla’yı, normal... Þöhret merakı yok çünkü... Televizyonlardan gelen teklifleri kabul etmiyor, dizi teklifleri var, reddediyor. Huzurlu, mütevazı bir yaşam sürüyor.
*
Sadece işini yapıyor...
Memlekete hizmet ediyor.
*
14’üncü dev o.
*
Sen istemesen de, Türkiye kiminle gurur duyacağını bilsin istedim Leyla...
*
Diş geçiremedikleri kadınları yaratık, konsomatris diye aşağılayarak, erkek olduklarını zanneden tipler okusun istedim.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 14 Sep 2010 23:25    Sujet du message: Répondre en citant

Kemal & Leyla'ya devam :

http://minu.me/2yig
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Nov 2014 12:15    Sujet du message: Répondre en citant

Tam 4 yillik bir katkiyi sahneye çikardim sizinle
"Alman ilaç şirketi Bayer’in kimyagerlerinden Dr. Felix Hoffman 21 Ağustos 1897 tarihinde morfini sentezleyerek ‘eroini’ bulmuştur. Çok iyi bir ağrı kesici özelliği olan ilaç; kanser ve tüberküloz hastaları üzerinde, savaşta yaralanan askerlerde ve hatta soğuk algınlığı etkilerini azaltmak için hiçbir yan etkisi olmadığı belirtilerek uzunca bir süre piyasada kalmıştır"
konusu ve bu kapsamda Osmanlidan bu yana Turkiye'nin yerini...

Istanbul'daki eroin fabrikalarindan haberdar olmak istiyorsaniz :

http://bit.ly/1tL6pif
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 05 Jan 2015 0:52    Sujet du message: Répondre en citant

murat_erpuyan a écrit:
Önlüğün Vedası





http://bit.ly/1Hvp9rh

.


Dernière édition par murat_erpuyan le 26 Mai 2017 19:53; édité 3 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 05 Jan 2015 1:07    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:

Adı Agop…Soyadı Dilaçar…

“Dilaçar” adını ona Atatürk vermişti.

Türkçe’nin bilinen en önemli uzmanlarından biriydi. Atatürk dönemini yaşamış bir cumhuriyet kuşağıydı. Kendisi, Ermeni kökenli bir Türkiye yurttaşıydı. Türk Dili’nin tam bir tutkunu ve belki de dilin en iyi bileniydi. Atatürk Agop’u ta Birinci Dünya Savaşı günlerinden tanıyordu. Bu tanışmanın da ilginç bir öyküsü vardı:

Türkiye’de 1930’larda başlayan Dil Devrimi’nin en önemli öncülerindendi.
Gelin bu önemli kişiyi biraz daha yakından tanımaya çalışalım:

Kayserili bir Ermeni ailenin çocuğuydu. 1895 tarihinde İstanbul’da doğunca ailesi ona “Agop” adını vermişti… Aile adıyla birlikte artık O Agop Martanyan’dı.

Aile ortamında Ermenice öğrendi. İstanbul’da yaşayan bir çocuk olarak Türkçe’yi de biliyordu. Gittiği okullarda İngilizce’yi de öğrendi. Eğitime başladığında, lise yıllarına dek Rumca ve İspanyolca’yı da tanımıştı. Sonra Amerikan Kolejine gitti. Gittiği okul, neredeyse Osmanlı ülkesinde yaşayan öteki azınlıkların çocuklarının buluştuğu bir okul gibiydi. Gerek aldığı derslerle ve gerekse okuldaki azınlık çocuklarından da edindikleriyle Almanca, Yunanca, Rusça ve Bulgarca öğrendi.

Okulunun neredeyse bütün seçmeli derslerini alacak kadar meraklı bir kişiliği vardı.

Derken, Tevfik Fikret’in öğrencisi oldu.

Bu yiğit Türk şair; Abdülhamit Devri’nin istibdadına karşı dilde ve edebiyatta sanki bayrak açmış gibiydi. Türkçe’ye de büyük bir ilgi duyan Agop; Tevfik Fikret’in devrimci kişiliğinden son derece etkilendi. Bu koleji O, 1915 yılında Newyork Bilim Ödülü’nü alarak bitirmişti.

Okulu bitirdiği yıl, Osmanlı Devleti en zorlu günlerini yaşıyordu. Çok yerde savaş ve yokluk vardı. Okulu bitirdiğinin ikinci gününde, genç Agop yedek subay olarak askere alındı.

Önce Diyarbakır’a, oradan da Kafkas cephesine gitti… Ruslar’a karşı savaşırken yaralandı. Devlet onu, üstün özverisinden dolayı madalya ile ödüllendirdi.

Askerde, Türk subayların yanı sıra Alman subaylar da vardı. Bunlar Türkçe öğrenmek istediklerinde, Türkçe’yi çok iyi bilen ve kullanan Agop’tan yardım alıyorlardı. O da canı kadar tutkun olduğu Türkçe’yi öğretmek için elinden gelen her şeyi yapıyordu. Bunun karşılığında da o, Almanca yazılmış gramer kitapları ediniyor ve dillerin teknik yönleri üzerine okumalar yapıyordu.

1917 Sovyet Devrimi’nden sonra, Osmanlı Ordusu’ndan da azınlık subaylarının firar olayları ortaya çıkmıştı. Bu nedenle Osmanlı Hükümeti aldığı bir kararla, azınlık kökenli Osmanlı subaylarını güney cephesine gönderdi. Gönderilenler arasında O da vardı.

Yanına bir kaç er verilen Agop; Halep’e geldi. Ancak buraya geldiklerinde yanındaki erler ortalıktan yitiverdiler. O arada, Halep’te 7. Ordu Komutanlığı vardı. Bu ordunun komutanı da Mustafa Kemal Paşa’ydı.
Agop, öteki askerler gibi kaçmayı hiç düşünmedi.

Doğruca ordu karargahına giderek, tek başına teslim oldu.
Elinde tabancası, ilmühaberi ve bir kitabı vardı. Onu karşılayan ordudaki subaylar; öteki askerlerin kaçma öyküsünü dinleyince ondan kuşkulandılar. Pek çok dil bilen bu garip adamın, bir casus olabileceği sanıyla, ordu komutanının karşısına çıkardılar. Gazi’nin karşısına çıkarılan Agop, onu getiren askerlerin süngeleri kendine yönelmiş bir halde bulunuyordu. Mustafa Kemal Paşa Agop’a sordu:

-“Sen niye kaçmadın?”

Agop, bu soruya fena halde sinirlendi:

-“Niçin kaçayım? Ben bu vatan için kan döktüm. Madalyam da var… Kafkas Cephesinden kaçmadım ki; Þam sokaklarından kaçayım! İzin verin şu süngüleri çıkarsınlar…”Bu tepki Mustafa Kemal Paşa’yı çok etkiledi.

Sonra Agop, üzerinde bulunan eşyalarını bir masanın üzerine koydu. Kemal Paşa’nın masaya konulan kitap ilgisini çekti. Kitap Latin harfleriyle yazılmıştı ve Türkçe’den söz ediyordu. Türkçe anlatılırken, Türkçe cümle ve tümceler Latin harfleriyle yazılmıştı.

Derken savaş bitti.

Agop, savaştan sonra Sofya Üniversitesi’nden bir davet aldı.

O arada evlendiği Meline Hanım’la Sofya’ya gitti…

Aradan yıllar geçti.

Agop hala Türkçe üzerine ilginç yazılar yazıyor ve İstanbul’daki bir Ermeni gazetesine gönderiyordu.

Derken Türkiye bir ulusal savaşa girmiş ve cumhuriyet ilan edilmişti. İlerleyen süreç içinde Atatürk, dil ve tarih konularında bilimsel çalışmalar yapma zamanının geldiğini düşünüyordu.

Agop’un Türkçe üzerine yazdığı yazılardan haberdar edildiğinde, bunları Türkçe’ye çevirisini yaptırdı…

Agop’un tezlerini okudukça, bu kişiyle ilgili olarak belleğinde onu tanıdığına ilişkin ilk anımsamalar başladı.

Evet, Gazi Agop’u anımsamıştı.

O arada Birinci Türk Dil Kurultayı için hazırlıklar yapılıyordu. Derhal bir emir vererek, Agop’un kongre için çağrılmasını istedi. Türkiye’ye gelen Agop, kongrede son derece etkileyici bir de bildiri sundu. Atatürk ondan İstanbul’da kalmasını ve Türkçe çalışmalarına katılmasını istedi.
Agop derhal bu isteği kabul etti.

Dolmabahçe sarayında Atatürk’ün önünde yapılan uzun dil tartışmalarına katıldı. Bir yandan da Türk Dil Kurumu’nun baş uzmanlığına getirilmişti…
Yeni görevi için 1934 yılında Ankara’ya taşındı.

Artık her gün Türk Dil Kurumu’ndaki görevine gidiyor; Atatürk’ün Çankaya’da yaptığı dil toplantılarına katılıyordu.

Katıldığı bu toplantılarda O, Türkiye’deki dil çalışmalarında üzerinde durulan konular üzerine son derece yetkin bilimsel açıklamalar yapıyor; sözcüklerin köklerine ve anlamlarına ilişkin son derece değerli bilgiler veriyordu.

Atatürk bu toplantıları kimi zaman İstanbul’da yaptığında erinmiyor; bu kez Ankara’dan kalkıyor, uzun tren yolculuğu yaparak İstanbul’a gidiyor ve toplantılara katılıyordu.

Soyadı Devrimi yapılırken, pek çok kişiye olduğu gibi Agop’a da soyadını Atatürk verdi:
-“Dilaçar”…

Agop Martanyan artık Agop Dilaçar’dı.

Gazi Mustafa Kemal Paşa’ya “Atatürk” adının verilmesini öneren oydu.

Ona sonradan ikinci bir görev daha verildi:

1936 yılında Ankara’da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi açılmış ve orada “Genel Dilbilim” anabilim dalı açılmıştı.

Agop orada dil ve Türkçe üzerine dersler verecekti.

Artık hem Türk Dil Kurumu hem de yeni açılan fakültedeki çalışmalarına büyük bir tutkuyla devam ediyordu.

Onu tanıyan öğrencileri; bir insana ne ölçüde değer verilebileceğini Agop Dilaçar’dan öğreniyorlardı.

Çünkü karşılarında dünyanın en kibar, nazik ve tam bir entelektüelini buluyorlardı.

Derken, 1938 yılında Atatürk öldü.

Dilaçar; Atatürk’ün ölümüyle büyük bir acı yaşadı. Ancak Atatürk’ün manevi ağırlığı hep üzerindeydi… Ona sözü vardı.

Bu nedenle Agop Dilaçar; görevlerine daha bir tutkuyla sarıldı…
Türk Dil Kurumu’nun bütün çalışmalarında en yetkin kişilerin başında yer alarak yer aldı. Pek çok bilimsel etkinliğin düzenlenmesine öncülük etti. Türk Ansiklopedisi’nin danışmanlığını yaptı. Sayısız kitap yazarak, Türkçe’nin öncü bayraklarından biri oldu.

O Ermeni bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıydı.

Ve büyük bir yurtseverdi.

O kendisini tanıyanlara sık sık şunu söylüyordu:

-“Yaşamım burada, Türk Dil Kurumu’ndaki masamda bitsin isterim”.
Ancak böyle olmadı:

1979 yılında dinlenmek için gittiği İstanbul’da 84 yaşında öldü…

O, Türk Dilinin gelişmesine bir ömür vermiş ve bu dilin gücüne inanmıştı.
Þu sıralarda Türkçe bir bilim dili olur mu olmaz mı tartışmaları anımsandığında Agop Dilaçar’ı kişiliği, düşünceleri ve yaptıkları ile çok önemli bir yere koymamız gerekmiyor mu?

Evet; Agop tam bir yurtseverdi…

Çünkü yurdunun ortak dilinin gücüne inanıyor, onu kutsuyor ve geliştirmeyi bir görev biliyordu.

Anımsar mısınız?

-“Türkçe Felsefe yapılamıyor” düşüncesi ortaya atıldığında, ona da en keskin karşı duruşu bir Rum kökenli bir felsefeci-bilim insanımız, Türk Felsefe Kurumu İoanna Kuçuradi koymuş ve şunu demişti:

-“Biz Türkçe felsefe yapıyoruz, yayınlarımız da var. Türkçe bugün felsefe yapmaya çok elverişli bir dil. Kullanılan terimler, Batı dillerindeki gibi yüklü değil. Bu da Türkçe felsefe metinlerinin okura ulaşmasını kolaylaştırıyor”

Ne dersiniz?

Çok şeyi yeniden düşünmemiz gerekmiyor mu?



A.Abt

Fransizca için voir
http://fr.wikipedia.org/wiki/Agop_Dila%C3%A7ar
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 21 Sep 2015 23:13    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


IG NOBEL ÖDÜLLERİ

17 Eylül 2015’te Nobel ödülleri töreni yapılmış ve ödül kazananlar ilan edilmiş. Edebiyattan fiziğe, tıptan kimyaya 10 bilim dalında birden. Ancak bu Nobeller bildiklerimizden farklı. Zaten adı “IG NOBEL”. Ayrıca İsveç’te değil de, Amerika’da Harvard Üniversitesi’nde verilmiş. Bunda her yıl tekrarlanan bir gelenek söz konusu. 25 yıldır devam ediyor. Düzenleyen mizah nitelikli bir bilim dergisi: Annals of Improbable Research (AIR). Ödül saygın bilim dergilerinde yayımlanmış garip, soyut, giderek anlamsız araştırmaların sahiplerine veriliyor.

Törene, ödül kazananların yanında ünlü kişiler de davet ediliyor. Hatta ödülleri sahiplerine gerçek Nobel ödülünü kazanmış kişiler veriyor. Örneğin aşağıdaki resimde, 2009’daki törene gelen Orhan Pamuk (ortada), Paul Krugman (sağda) ve Wolfgang Ketterle (solda) görülüyor. Ödül kazanmış olan Dr. Elena Bodnar ile birlikteler. Bodnar’ın başarısı şu: bir sutyen geliştirmiş, aşırı hava kirliliğinde ya da zehirli bir ortamda bunu bir acele maskeye dönüştürüp kendinizi koruyorsunuz.


http://www.improbable.com/ig/winners/#ig2009


İyi güzel de, buradaki “IG” ne oluyor? Bunun İngilizcedeki “ignoble” sözcüğünden geldiği söyleniyor. Buna Türkçede “rezil”, pespaye” denebilirdi. Ama ben “ipsiz sapsız” demeyi seçtim. Çünkü bu ödülleri tanıtırken şöyle diyorlar: “Bu bilimsel araştırmalar sizi önce güldürecek, ama sonra düşündürecek. Çünkü en ilgisiz ve gülünç düşüncelerden bir gerçek doğabilir.” Yani, sanki pespayelikten çok akıl dışı bir nitelik taşıyorlar, “Bu kadarı da olamaz!” dedirtiyorlar.

İşin ilginç tarafı ödül kazananlardan çoğu törene gelip ödüllerini alıyorlarmış. Dalga geçilebileceklerini bildikleri halde. Törenden sonraki günlerde MIT Üniversitesi’nde halka açık toplantılar düzenleniyor ve ödül kazananlar neyi niye yaptıklarını açıklıyor ve sorulara yanıt veriyorlar.

Ödül töreninde üniversitenin öğrencileri bin kişilik büyük salonu dolduruyorlar ve büyük bir neşeyle kâğıt uçak uçuruyorlar.



Gelelim, kısaca bu yılın ödüllerine. Konuları verip hangi ülkeden olduklarını vurgulayarak.

Kimya (Avustralya). Yumurtayı kaynatmadan pişirmeye yarayan kimyasal bir sıvı geliştirilmiş.

Fizik (ABD). Ağırlığı 3 kilodan fazla olan memeli hayvanların davranışları videolarla incelenmiş ve bunların mesanelerini aşağı yukarı 21 saniyede boşalttıkları saptanmış. Araştırmada fare, keçi, inek, fil gibi değişik hayvanlar ele alınmış.

Edebiyat (Hollanda). Þaşırdığımız, bir şeyi anlamadığımız zaman “Ha?” deriz. Bu ses bütün dillerde varmış ve hep bu anlamda kullanılırmış.

İşletme - yönetim (Singapur). İş dünyasının liderleri çoğunlukla, çocukluklarında zelzele, büyük yangın, tsunami gibi felaketler yaşamışlar, ama onlara bir şey olmamış. Bu da onlarda risk alma duygusunu geliştirmiş.

Ekonomi (Tayland). Rüşvet almayı kabul etmeyen polise idarenin prim verip ek ödeme yapması iyi sonuç yaratıyor.

Tıp (Aynı konuyu ayrı ayrı incelemiş iki çalışma. Biri Japonya’dan, öteki Slovakya’dan). Heyecanlı öpüşmenin ve benzeri ikili ilişkilerin biyomedikal fayda ve sonuçları nedir?

Matematik (Avusturya). 1697 ile 1727 arasında Fas İmparatoru olan Molla İsmail nasıl oldu da 888 çocuk sahibi oldu? Bu mümkün mü? Matematik modeller kurarak bu soruların yanıtını aramak.

Biyoloji (Þili). Bir tavuğun arkasına bir çubuk bağlarsanız ve buna bir yük eklerseniz tavuk bir dinozor gibi yürümeye başlar. Bu da bize o tür yaratıkların nasıl hareket edip, çevrelerine nasıl davranmış olduklarını kavrama fırsatı sağlar.

Tıbbi teşhis (İngiltere). Bazı sokak ve caddelere araçların hızını kesmek için hafif yükseltiler yerleştirilir. Araç bunların üzerinden geçerken sarsılır. Bu zıplama bir kişide acı yaratıyorsa acaba bu kimsenin ilerlemiş apandisiti mi vardır?

Fizyoloji (ABD). Arı sokması bedenin neresinde şiddetli acı yaratır, neresinde acı çok hafiftir? Araştırmacı bunu kendi bedeninde denemiş; bir bal arısına kendini sokturmuş. En hafif acı yerleri: kafa, orta parmağın ucu ve kolun üst kısmı. Þiddetli acı yerleri: burun deliği, üst dudak ve penis.



A. A.

merakinizi çekerse :
http://www.improbable.com/ig/

Wink
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 29 Fév 2016 21:01    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:

"Öyle bir aşk ki !..."
Uğur Dündar, Sözcü 28/02/2016


Babasının vefatından sonra, başarılı iş kadınının yükü iyice artmıştı. Neredeyse geceli gündüzlü çalışırken, sağlık sorunları yaşamaya başlayınca, doktorlara kimi zaman sesinin kısıldığını ve bazı hareketleri yaparken zorlandığını söyledi. Türkiye’deki tetkiklerde bir teşhis konulamaması üzerine 1998 yılında ABD’ye gitti. Houston’daki Methodist Hastanesi doktorları, merkezi sinir sistemi hastalığı olan ALS teşhisini koydular…


* * *

Artık yaşamında zorluklarla dolu bir süreç başlamıştı. Giderek konuşma ve yazma yetilerini yitirdiğini fark ediyor, ama mücadeleden vazgeçmiyordu. Hızla ilerleyen hastalık nedeniyle güçlükle nefes alıyordu. Öyle ki, 2000 yılında ansızın gelen bir krizde, kendisini hiç yalnız bırakmayan eşi, hastaneye son anda yetiştirebilmişti.

Krizi atlatınca eşinin elini sımsıkı tutarak “Senden bir isteğim var. Biliyorum ki beni yakında makineye bağlayarak yaşatacaklar. O gün gelip sana sorduklarında ‘Hayır, izin vermiyorum’ demeni istiyorum. Çünkü ben makineye bağlı bir yaşamı reddediyorum” dedi!..

* * *

Eşi ne diyeceğini bilememiş, o anda adeta dünyalar başına yıkılmıştı! Kızıyla birlikte bu isteği kabul etmemeye karar verdiler. Genç kız yataktaki annesine sımsıkı sarılarak “Anneciğim, senden bir şey isteyeceğim” dedi, “Ben daha çok gencim, sana öylesine ihtiyacım var ki, anlatamam. Þirketteki görevlerini hastalık nedeniyle bitirmiş olabilirsin. Ama bana olan görevlerin henüz bitmedi. Beni liseden mezun edeceksin, üniversiteye sokacaksın, evlendireceksin. Ne olur beni ve babamı yalnız bırakma. Lütfen, evet lütfen bunu bizim için yapar mısın?..” diye yalvardı.
Günlerdir konuşmayan annesi suskunluğunu bozup kızına “Tamam” dedi. “Sen ve baban için yaşayacağım!..”

Bunları söylerken iki damla yaş, yorgun gözlerinden süzülüyordu…


* * *


Kızıyla konuşması, hastada adeta tonik etkisi yaratmıştı.
15 gün ömür biçilmesine karşın, 4 ay sonra, hastaneden evine çıktı…

* * *

Eşi ve kızının filmlere, romanlara konu olabilecek sevgisiyle 16 yıldır yaşam mücadelesini sürdürüyor.

Bu öyle bir sevgi ve ilgi ki, eşi neredeyse hastaneyi eve taşımış durumda. Ayrıca tek kelime konuşamayan, hiç hareket yapamayan ama gözleriyle her şeyi anlayıp anlatabilen hayat arkadaşını yurt içi ve yurt dışı gezilere, müze ziyaretlerine ve konserlere götürerek, yaşamdan kopmamasını sağlıyor.

Kendisinin uğraşıp özel olarak geliştirdiği makaralı, kaldıraçlı, boyun yastıklı, hamaklı sistemlerle, yaz aylarında havuzda veya denizde serinlemesini sağlıyor, düzeneklerin yetersiz kaldığı durumlarda da kucağında taşıyarak yüzdürüyor. Yine kendisinin geliştirdiği kızaklı, rampalı özel araçlarla dilediği yere götürüyor.

Ayrıca her akşam hiç bıkmadan saatlerce konuşup, yurtta ve dünyada olup bitenlerden, yaşadığı ilginç olaylardan haberdar ediyor.
Her şeyi gözlerinin içine sevgiyle bakarak anlatıyor.

O da bu sevgi ve ilgi karşısında sadece yaşamakla kalmıyor, ülkesine ve insanımıza eğitim, kültür, sanat, bilim alanlarında alkışa değer katkılar sağlamaya, azimle devam ediyor…


* * *

Onlar, 30 yılı aşkın bir süredir Türkiye’nin eğitimine, kültürüne, bilimine ve sanatına verdikleri destekle ülkelerine hizmette sınır tanımayan, kelimenin tam anlamıyla örnek alınması gereken Suna ve İnan Kıraç çifti…

Yaptıkları hizmetlerin anlatılmasından hoşlanmıyorlar ama ben yeri gelmişken bazılarına değinmek istiyorum:

Örneğin Galatasaray Eğitim Vakfı…

İnan Kıraç bu vakfın kurulmasında en büyük desteği yine Suna Hanım’dan alıyor.

Kendisine kulüp başkanlığı teklif edilince eşi karşı çıkıyor ve “Madem Galatasaray için bir şeyler yapmak istiyorsun, o halde önce okuluna ve eğitime destek ol” diyor.

Bunun üzerine kolları sıvayan İnan Kıraç, Galatasaray’a gönül vermiş bir grup eğitim sevdalısıyla birlikte Galatasaray Eğitim Vakfı’nı kuruyor (1981). Halen başkanı olduğu bu vakıf, kuruluşundan günümüze en büyük maddi manevi desteği Suna Kıraç’tan alıyor. Böylece Vakıf eliyle, o yıldan bu yana Galatasaray İlköğretim Okulu, Galatasaray Lisesi ve Galatasaray Üniversitesi gibi ülkenin önde gelen eğitim kurumlarına, 300 milyon dolar civarında bir yatırım yapılıyor.


* * *

Bir başka büyük hizmet ise Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV)…
Günümüzün Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen’in yıllar önce, merhum Vehbi Koç’a, “Bakın Vehbi Bey, Koç bayileri artık kendi bölgelerinde zengin olmaya başladı. Fakat bu insanlar, o mıntıka içindeki çeşitli cemaatlerin tesiri altında kalıyorlar. Gelin biz Cumhuriyet’in temel ilkeleriyle uyumlu eğitim çalışmaları başlatalım” demesiyle, TEGV fikri yeşeriyor.

Eğitimin ülkenin en önemli sorunu olduğunun bilincindeki Suna Kıraç, eşi İnan Kıraç’ın yanı sıra, o dönemin Koç yöneticilerinden Cengiz Solakoğlu’nu da yanına alarak, projeye dört elle sarılıyor. Böylece eğitimin her şeyin başı olduğuna yürekten inanan sanayici, yönetici ve akademisyenlerin de katkılarıyla “Devletin verdiği temel eğitime destek olmak” amacıyla Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı kuruluyor.

TEGV, geride bıraktığı 20 yılda, 60.000 gönüllüyle, 2 milyonu aşkın çocuğa “okul dışı eğitim desteği” veriyor.


* * *


17 Ocak 1969’da Vehbi Koç tarafından kurulan Vehbi Koç Vakfı, bugün mal varlığı ve değer olarak Türkiye’nin en büyük vakıflarından biri olmuş durumda…

Suna-İnan Kıraç çiftinin, Vehbi Koç Vakfı bünyesindeki Koç İlköğretim Okulu, Koç Lisesi ve Koç Üniversitesi’nin kurulmasında ve bugünlere gelmesinde de, çok büyük rolü bulunuyor..

Bu gayretler sonucunda Koç Üniversitesi, aradan geçen yirmi yıl içerisinde Türkiye’nin en gözde üniversitelerinden biri konumuna geliyor. Koç Üniversitesi 22 lisans, 31 yüksek lisans ve 16 doktora programı ile Türkiye’de ve dünyada bilimin gelişmesine çok önemli katkılar veriyor. Suna ve İnan Kıraç Vakfı, Koç Üniversitesi’nde, her yıl 75 öğrenciyi okutuyor. Karşılığında ise öğrencilerden sadece okul yaşamları boyunca başarılarını sürdürmelerini ve ileride onların da bir öğrenciyi burslu okutmalarını istiyorlar.


* * *

Suna- İnan Kıraç çifti yanlarına kızları İpek’i de alarak 2003 yılında, eğitim, sağlık, kültür ve sanat alanlarında hizmet vermek amacıyla Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nı kuruyorlar. Kıraç ailesi Vakıf üzerinden, bu alanlara yılda 10 milyon TL.’yi aşkın bir yatırımda bulunuyor.

Bu kapsamda vakıf bünyesinde ve geniş ölçekli kültür-sanat hizmeti vermek amacıyla özel Pera Müzesi 8 Haziran 2005’te açılıyor. Kıraç çifti şahsi koleksiyonlarından çok değerli sanat eserlerini vakfa bağışlayarak bu alanda da örnek bir davranış sergiliyorlar.

Pera Müzesi yetkilileri, düzenledikleri kültür ve sanat etkinliklerinin yanı sıra, dünyanın birçok usta sanatçısının eserlerini bugüne kadar 1.5 milyonu aşan ziyaretçiyle buluşturmanın gururunu yaşıyor.


* * *

Vehbi Koç Vakfı bünyesinde yer alan Suna ve İnan Kıraç Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü, Antalya ve çevresinin tarihi, arkeolojik, etnografik ve kültürel değerlerinin araştırılması, belgelenmesi, korunması ve onarılmasıyla ilgili bilimsel çalışmalara ve araştırmalara destek sağlıyor.

Enstitü bugüne kadar 180’i aşkın lisans, yüksek lisans ve doktora öğrencilerine burslar veriyor kazı, onarım ve yüzey araştırma projeleri ve bilimsel çalışmalara maddi katkı sağlıyor.
Sonuçta, Suna, İnan ve İpek Kıraç, tüm bu çalışmalar için her yıl 15 milyon lirayı aşkın bir kaynağı toplumun hizmetine sunuyor.


* * *

Sevgili okurlarım,

Kıraçların bilime, eğitime, kültür ve sanata yaptığı katkıların tümünü anlatmaya kalksam, sayfalar yetmez.

16 yıldır konuşamayan, hareket edemeyen Nazım Hikmet hayranı ve Cumhuriyet sevdalısı Suna Kıraç’ı hiç kuşkunuz olmasın ki, insanlığa adanmış o yüce hizmet aşkı yaşatıyor.

Bir de kızına ve eşine, onların da kendisine duyduğu sevgi, hatta aşk…
Kıraç çiftinin aşkları öyle bir aşk ki, umutsuz hastada mucizevi iksir etkisi yaratarak, nice çalışkan ve yetenekli gence umut dolu dünyaların kapısını açabiliyor…

Ve o nedenledir ki Suna Kıraç hastalığında yazılan kitabına “Ömrümden Uzun İdeallerim Var” adını verebiliyor…

O idealler, bu öyküyü bilenlere gönülden “Sen çok yaşa Suna Kıraç” dedirtiyor…

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
lalem
Advanced
Advanced


Inscrit le: 20 Oct 2014
Messages: 118

MessagePosté le: 14 Juin 2016 15:09    Sujet du message: Répondre en citant


Posta kutuma KARINCADAN bir ileti gelmiş, Paylaşmak isterim:
Sevgili ev sahipleri.......

Biliyoruz ki bizleri istemiyorsunuz. Eğer ki bizleri gerçekten
evinizde istemiyorsanız lütfen BİZİ ÖLDÜRMEYİN.

Ben salatalık kabuğundan nefret ederim. Girdiğim yerleri takip ederek salatalık kabuğu koyarsanız ben anlarım
ki beni istemiyorsunuz ve ben evinize girmem.

Kireç veya sıradan bir okul tebeşirle yolu çizerseniz ben o çizgiyi asla geçmem.

Eğer limonu küçük küçük keser ve gireceğimiz yerlere koyarsanız biz anlarız ve girmeyiz.

Ayrıca rahatsız olmaz iseniz cam kenarlarına sarımsak
sürebilirsiniz. Biz sarımsak kokusu duyduğumuz yere girmeyiz.

Ama lütfen bebek pudrası dökmeyin. ONLAR BİZİ ÖLDÜRÜR pudra nefes yollarımızı tıkar ve ölürüz.

Eğer bunları yaparsanız bizler sizi hiç rahatsız etmeyiz.

Ama unutmayın içeri almazsanız bile KAPINIZIN ÖNÜNE bir kap içerisinde SU BIRAKIRSANIZ, tüm küçük dostlarım adına size minnettar olurum...

KARINCA...


Smile
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 31 Aoû 2016 18:01    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:

(...)

Bugünlerde Paris’te olduğumuzu düşünelim. Metroya ya da banliyö trenine bindik. Tıkış tıkış olmayan bir saatte. Sakin sakin gidiyoruz. Bir durakta birden içeriye bir genç kız giriyor. Uçak hostesleri gibi giyinmiş. Gülümsüyor sevimli sevimli. Ve bizlere bir konuşma yapmaya başlıyor. Uçaklarda yolculuğun başında hosteslerin yaptığı gibi: “Sizden bir ricamız var. Lütfen birkaç dakika için kulak verin söyleyeceklerime. Ulaşım şebekesindeki yolculuğunuzun güvenliği için bazı önlemler anlatacağım.” (Not: Hemen irkilmeyin. Bunun terörizmle, bombalarla ilişkisi yok.)


Yolculara metroya, trenlere binerken istasyonlarda, ya da araçların içinde dikkat etmeleri gereken şeyleri anlatıyor genç kız. Daha doğrusu genç kızlar… Birçok araca ve birçok vagona dağılmış olarak. Ama bütün bunları bir şov yapar gibi anlatıyorlar. Yolcular da bu gösterimden hoşlanıyorlar.


“Ne oluyor” demeyin. İlgisiz birileri matraklık olsun, gırgır geçmek için yapmıyor bunu. Hepsi de ulaşım şirketi RATP’nin görevlisi. Öyleyse niye?


RATP’nin derdinin kaynağında şu olgular var: Her gün 7 milyon kişi taşıyorlar. Yılda 2,5 milyar yolcu. Bunun yanında her yıl yolcuların neden olduğu 400 kadar kaza yaşanıyor. Ölenler, yaralananlar oluyor. Seferler aksıyor. Bazen saatlerce. Basit hatalar, enayice dikkatsizlikler yüzünden.


Ne gibi şeyler mi? Trene yetişeceğim derken merdivenlerden düşmek… Elinden kaçırdığı cep telefonunu almak için rayların arasına inmek… Bekleme platformlarında kayak yapmak… Hareket halindeki trenin camından kol çıkarmak… Ve diğerleri. Kazaların kimi büyük, kimi küçük. Ama ölümler de oluyor. RATP “Halka yüzde yüz güvenli bir ulaşım olanağı sağlamak hedefimiz olmalı” diye düşünmüş ve bu kampanyayı başlatmış.


Bu girişimde onlara esin kaynağı olmuş başka bir şey var. 2012’de Melbourne (Avustralya) metrosunun oluşturduğu kampanya ve bunda kullandıkları video: “Salakça Ölmenin Yolları!” (Dump Ways to Die) 3 dakikalık bir video bu. Akıl almaz bir başarı kazanmış kampanya. Metrodaki kazalar %30 azalmış. Video ise bugüne kadar 137 milyon tıklama almış.


“Ben de bir göz atayım” derseniz buraya tıklayın : https://www.youtube.com/watch?v=IJNR2EpS0jw . Melbourne’daki bu girişimin girdisini çıktısını okumak isterseniz ek bilgiye ulaşabilirsiniz : https://en.wikipedia.org/wiki/Dumb_Ways_to_Die .

Yani efendim demek ki, insan dediğin kişiye seçkin, kaliteli ve insanca “hizmet sunmayı” dert edinmişsen bunun yolları var. “Otoyol, köprü falan filan yapıverdim” diye kasılmaktan, ya da “Tıkıştır metroya koyun sürülerini ve taşı” demekten öte.



A.A.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 10 Oct 2016 23:39    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Afro Türk

Yilmaz ÖZDIL, Sözcü 09/10/2016


1880'li yıllar… Kenya'nın Kikuyu kabilesine mensup yerliler, çamaşır yıkamak için, köylerine yürüme mesafesindeki Hint Okyanusu'nun sahiline inmişlerdi. Gözalabildiğine uzanan kumsal, Avrupalı denizciler arasında “köle kıyısı” olarak tanınıyordu.

*

Korsanların saldırısına uğradılar. Kaçmaya çalışırken öldürülenler oldu. Zincire vuruldular, zorla gemiye bindirildiler, kamçılana kamçılana ambara indirildiler. Kadın, erkek, çocuk, 100 kadar talihsiz vardı. İbrahim onlardan biriydi. Eşi ve henüz iki yaşındaki oğlu Ahmet'le birlikte yakalanmıştı.

*

Köle olarak satılmak üzere meçhule doğru yola çıktılar. Kaç gün, kaç gece gittiklerini bilmiyorlardı, sadece su ve kuru ekmek veriliyordu, karanlık, küf ve idrar kokulu ambarda, ayaklarında pranga, birbirlerine sarılarak hayatta kalmaya gayret ediyorlardı.

*

Girit'e vardılar. Her şeye rağmen, diğerlerine göre şanslı sayılırlardı, çünkü ayırmadılar, ailece sattılar. Resmo'da çiftlik sahibi olan, zengin bir Osmanlı ailesinin malı olmuşlardı. Yıllarca çok kötü şartlarda yaşadılar, en pis, en ağır işlerde boğaz tokluğuna kölelik ettiler.

*

İbrahim 20 yıl kadar dayanabildi, yorgun ve kırgın kalbi durdu, rahmetli oldu. Ahmet büyümüştü, bir başka köle kızcağızla evlendirdiler.

*
Takvimler 1908'i gösterirken, Yunanistan Girit'i ilhak etti, çarşı karıştı. Resmo'daki Kandiye'deki çiftlik sahipleri, kölelerini ufak ufak elden çıkarmaya, İstanbul'a satmaya başladılar. Ahmet hariç… Sahipleri son ana kadar ondan vazgeçmedi.

*

1923… Ahmet'in kızı oldu. Henüz kırkı çıkmamış, adı konmamışken, Lozan antlaşması gereğince mübadele başladı, ailesiyle gemiye bindi, Girit'teki Türklerle beraber anavatana geçti, Ayvalık'a ayak bastı.

*

Osmanlı kölesi Ahmet… Atatürk Cumhuriyeti'nde eşit yurttaş oldu.

*
En ufak bir ayrım yapmayan genç Türkiye Cumhuriyeti, sadece bağrına basmakla kalmadı, Ayvalık'ta başını sokabileceği bir ev, geçinebilmesi için zeytin ağaçları da verdi.

*

Özgür insan Ahmet… Mustafa Kemal'e hissettiği sevgiyi, çocuğuna yansıttı, kırk günlük bebiş kızına “Kemale” adını verdi.

*

Yıllar yılları kovaladı… Yoksulluk nedeniyle ilkokulu yarıda bırakan Kemale, aile bütçesine katkı için terzinin yanında çalışmaya başladı, meslek edindi. Büyüdü serpildi, mahallenin delikanlısı Mehmet'e gönlünü kaptırdı. Mehmet de Resmo doğumlu, mübadil bir ailenin çocuğuydu. Kemale siyahken, Mehmet sarışın, mavi gözlüydü. Önceleri konu komşuyu boşver, kendi aileleri için bile yadırgatıcı bulundu ama, aşk kardeşim, önünde durabilmek mümkün mü, üç gün üç gece düğünle evlendiler. Boy boy, dokuz çocukları oldu.

*

1953… Kemale dört kızdan sonra beşinci çocuğunu dünyaya getirdi, erkekti, gene Mustafa Kemal'den yola çıkarak, Mustafa adını verdiler. Minik Mustafa, sarışın babasına değil, annesine çekmişti, dedesi Ahmet'in adeta genetik kopyasıydı, siyahtı.

*

Sokakta arkadaşlarıyla oynarken, kimse ona sen farklısın demiyordu ama, o farkındaydı. Merak etmeye, annesine, ninesine sormaya başladı. Arkadaşlarım, babam, herkes beyazken, ben, kardeşlerim, annem niye siyah? Bu soruyu ne zaman sorsa, büyüklerinin gözleri kederle dolar, cevap vermezler, geçiştirirlerdi.

*

İzmir'e taşındılar. İlkokulu bitirdi, ailenin maddi sıkıntıları nedeniyle devam edemedi, çalışmak zorundaydı, torna tesviye atölyesinde işe girdi. Kitap okumaya inanılmaz meraklıydı, kendi kendisini yetiştirdi. Askerlikten sonra, Halkevleri Derneği'nin aktif üyelerinden biri oldu.

*

1978… Karabağlar Halkevleri, silahlı sağcı bir grup tarafından basıldı, Mustafa sağ bacağından ve sağ kolundan vuruldu. Ameliyat üstüne ameliyat, ölümden döndü ama, sağ kolu bir daha asla eskisi gibi çalışamadı. Meslek değiştirmek zorunda kaldı, mermer ustası oldu. 12 Eylül darbesinde tutuklandı, suç muç yoktu ama, bir sene yatırıldı.

*

Hapisten çıktıktan sonra kaleme sarıldı. Hayatını yazmaya karar vermişti. Kendi kendine yönelttiği ilk soru, çocukluğunun sorusuydu: Ben kimim?

*

Ve, makarayı geriye sara sara, yukarda kabaca özetlediğim, aile ağacının köklerini ortaya çıkardı.

*

Oturdu, ilk kitabını yazdı:
“Arap Kızı Kemale…”
Annesinin öyküsünü anlattı.
Sonra ikinci kitabı “Köle – Kenya, Girit, İstanbul Kıyısından İnsan Biyografileri”ni yazdı. Bu kitap, Fransızca'ya çevrildi.
Ardından, tüm aile öyküsünü içeren belgesel yapıldı, tarihimizdeki kölelik sistemini anlatan ilk belgeseldi, TRT'nin yanısıra, Fransa'da İngiltere'de ABD'de Kanada'da yayınlandı. Belgeselin adını bizzat Mustafa koydu: “Arap Kızı Camdan Bakıyor!”

*

Ve Mustafa, yine tarihimizde ilk kez “Afrikalılar Kültür ve Dayanışma Derneği”ni kurdu. 2006 yılında derneğin açılış törenine, UNESCO Köle Yolu Projesi Başkanı bile katıldı. Kıt kanaat imkanlarla faaliyet gösteren bu derneğin çatısı altında mucizevi işler başardı, İzmir'deki konferanslara dünya çapında biliminsanları katıldı, Türkiye farkında bile değildi ama, “Afro Türk” kavramını dünyaya tanıttı.

*

Geçen sene… Hayatının en büyük ideallerinden birini gerçekleştirdi, İzmir'de Dana Bayramı'nın kutlanmasını sağladı. (Dana Bayramı, dini değildir, kültüreldir, Afrika geleneğidir, kabilenin ileri gelenleri ortaklaşa dana alır, mayısın ilk haftasında kurban edilir.) Afro Türk Derneği'nin Konak belediyesiyle gerçekleştirdiği Dana Bayramı Festivali'nde, Alsancak sokaklarında bir hafta boyunca Afrika rüzgarı esti, Afrika kostümleri, maskeleri, müzikleri ve danslarıyla kortejler yapıldı. Hayvan haklarına saygı gereği, dana kurban edilmedi, hatta kortejde bile gerçek dana yerine, dana maketi kullanıldı. Piknik yapıldı. Paneller yapıldı. Türkiye'nin gene haberi bile yoktu ama… Kanada'dan İsrail'den, kölelik kavramı üzerine dünya otoritesi kabul edilen biliminsanları konuşmacı olarak katıldı.

*

Þahsi çabalarıyla, adeta tek başına mücadele ederek bu rengarenk bayramın kutlanmasını sağlayan Mustafa, hayatının en mutlu günlerinden birini yaşadı.

*

Oysa, ağır hastaydı. Dana Bayramı boyunca yüzündeki tebessüm asla eksik olmadı, kimseye belli etmedi ama, amansız hastalığın neredeyse son evresindeydi. Son nefesine kadar çalıştı, didindi, çırpındı, Afro Türk kültürünün tanınmasına katkı sağladı.

*

Ve maalesef, hafta başında kaybettik Mustafa'yı… Varyant'taki Fatih camisinde kılınan cenaze namazı sonrasında, Paşaköprüsü'nde toprağa verildi. Sessiz sedasız. Türkiye'nin ruhu bile duymadı.

*

Yavşağın biri olsaydı, inanın hepinizin haberi olurdu.
Çünkü haysiyetli basınımız (!) bangır bangır yazardı, ağıt yakarlardı.

*

Duymak istersiniz diye yazıyorum.
Türkiye çok değerli bir evladını kaybetti.
Mustafa Olpak…
Siyahtı, memleketin yüz ak'ıydı.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
SelimIII
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 30 Aoû 2007
Messages: 2996
Localisation: Paris

MessagePosté le: 29 Déc 2016 10:42    Sujet du message: Répondre en citant

Türkçe Namaz Kıldırdığı İçin Görevden Alınan İmam

(...)
19 Mart 1926’da bir Ramazan günü Göztepe’de bir camide imamlık yapan Cemalettin Efendi isminde bir imam, namaza “Allahu ekber” yerine Türkçe “Allah büyük” tekbiriyle başlamış, Fatiha’dan sonra okunan sureyi de Türkçe okuyarak namazı kıldırmak istemiştir fakat cemaat bu duruma tepki göstererek camiyi terk etmiştir. Üsküdar Müftülüğü’ne şikâyet edilen hoca Diyanet İşleri Başkanlığı’nın konuyu incelemesi sonucunda Türkçe namaz kıldırdığı için 23 Mart 1926 tarihinde 743 sayılı kararla iki hafta görevden uzaklaştırılmıştır.
(...)

http://www.turksolu.com.tr/turkce-namaz-kildirdigi-icin-gorevden-alinan-imam-cemalettin-efendi
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
SelimIII
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 30 Aoû 2007
Messages: 2996
Localisation: Paris

MessagePosté le: 29 Déc 2016 10:44    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Kahramankazan
27 Ekim 2016

Yilmaz ÖZDIL

Sene 1402…

Timur'un generaliydi, meşhur fil ordularının komutanıydı, Ankara'ya geldi, Çubuk ovasına karargahını kurdu, fillerine zırh giydirdi, zincirlerle birbirine bağladı, 32 filden oluşan devasa bir dozer meydana getirdi, süpüre süpüre ovaya daldı, hilal şeklinde konumlanan Yıldırım Bayezid'in ordusunu tam göbekten darmadağın etti, esir düşmesine sebep oldu, parçalanan Osmanlı fetret devrine girdi, az daha tarihten siliniyordu. Ecdadımızı böylesine haşat edip, kaderimizi felaketin eşiğine getiren o adamın ismi, İsen Buga'ydı.
*
Gel zaman git zaman… Başkentin havaalanı Etimesgut'taydı. Akp gibi cumhuriyetimize dair her şeyi değiştirme hastalığı olan Demokrat Parti, 1951'de, havaalanının yerini değiştirmeye karar verdi. Çubuk ovasını gözlerine kestirdiler. İsen Buga aşağı, İsen Buga yukarı, fil karargahını kurduğu yerin adı, Türkçe'yi esnetme kabiliyetimiz sayesinde Esen Boğa olmuştu. Havaalanını tam oraya kondurdular.
*
Böylece… Türkiye Cumhuriyeti başkentinin havaalanına, 600 senelik hezimetin, düşman generalinin adını koymuş oldular!
*
Peki, İsen Buga ne demekti?
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan, her şeyi çok bildiğini zanneden karşıdevrimci Demokrat Partililer, buna da hiç kafa yormamıştı.
*
İsen Buga…
Mutlu Öküz demekti!
*
Yani… Ankara'ya iktidarımızın ve milli iradenin imzasını atalım derken, dünya tarihinde, kendi başkentinin havaalanına, kendi elleriyle “mutlu öküz” tabelası asan ilk ve tek iktidar partisi oldular.
*
Sene 2016…
Demokrat Parti'nin devamıyız diyen Akp, tıpkı Demokrat Parti gibi başkente imzasını atmak istedi. Ve, kökeni tıpkı Esenboğa gibi 1402'ye dayanan Kazan'ın adını Kahramankazan yaptı.
*
O yörenin ahalisi elbette kahramandır ama… Kazan nedir?
Savaşı kazan manasında mıdır?
Zafer kazan mıdır?
İşte ona pek kafa yormadılar.
*
Halbuki kazan, bildiğimiz yemek pişirmeye yarayan, çorba kaynatmaya yarayan kazandır! Çünkü… O bölge, Ankara savaşında Osmanlı ordusu tarafından aşevi olarak kullanılıyordu. 85 bin kişilik orduydu. 85 bin kişiyi hergün doyuracaksın, kazanları düşün gari… O derece büyük, o derece çoktu. Yıldırım Bayezid esir düşünce, ordu ricat etti, taşınması zor olan yükte ağır ne varsa orada bıraktı, kaçtı. Osmanlı ordusu bölgeden çekilince, geriye adeta “kazan denizi” kalmıştı. Terkedilen yüzlerce kazan, bozgun anıtı gibiydi.
*
Kaybedişin kazan'larıydı.
*
O yemek kazanları, döndü dolaştı, esenboğa gibi dilimize yerleşti, sanki zafer kazan'manın simgesiymiş gibi, ilçenin adı oldu.
*
Demokrat Parti zihniyetinin devamı olan Akp de, kazan'ın aslında ne kazan'ı olduğunu hiç düşünmeden, Kahramankazan yaptı.
*
(Yöre ahalisini onore etmek istiyorsak, kazan'a kahraman ilave edeceğimize, kazan'ın adını değiştirmemiz daha doğru değil miydi?)
*
Maraş'ın kahramanı olur.
Urfa'nın şanlısı olur.
Antep'in gazisi olur.
Kahraman kazan olur mu birader…
Çizgi film adı mı bu!



.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13616
Localisation: Paris

MessagePosté le: 05 Mar 2017 1:53    Sujet du message: Répondre en citant

Nereden nereye...



☆☆☆☆
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 26 Mai 2017 23:34    Sujet du message: Répondre en citant

FB Basket takimi Avrupa'nin zirvesine yerlesti ve sampiyon oldu. Bu zaferin kahramanlarindan birini de yine Ozdil yazmis (bunu aktarmak için bu katkiya bakinca Hidayet hakkinda da 2010 da yazdiklarini okudum; acaba bugun de ayni seyi yazar miydi dedim).

Umudu kesilenler bu fotoğrafa iyi baksın…

http://bit.ly/2rYFVND

.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3  Suivante
Page 2 sur 3

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.