392 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 392
Membre(s) : 0
Total :392

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 1 jour, 08h12:49
murat_erpuyan : 1 jour, 08h15:13
SelimIII : 1 jour, 21h39:45
Salih_Bozok : 4 jours
cengiz-han : 4 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Insanlar, anilar, ilginç hikayeler...
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

Insanlar, anilar, ilginç hikayeler...
Aller à la page 1, 2, 3  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 15 Jan 2008 15:52    Sujet du message: Insanlar, anilar, ilginç hikayeler... Répondre en citant

KOLSUZ HAGOP

Ersin KALKAN - Hürriyet 13/01/2007

Prof. Dr. Agop Kotogyan yani meshur 'Cildiyeci Kolsuz Agop', 41 yil hizmet verdigi Istanbul Üniversitesi Cerrahpasa Tip Fakültesi'nden geçtigimiz kasim ayinda emekli oldu. Tesadüf bu ya Agop Hoca, bundan tam 66 yil önce Cerrahpasa'nin dogum kliniginde dünyaya gelmisti. Hastane, evlerine 15 dakika yürüyüs mesafesindeydi.

Dogdugu Samatya semtini diger adi Kocamustafapasa'yla seven Kotogyan, 'Dogma büyüme Pasaliyim' diye övünüyor. Agop Hoca, yillarca hasta baktigi, laboratuvarinda göz nuru döktügü, kimileri simdi namli birer profesör olan ögrencileri, vefali hastalari ve mesai arkadaslarinin katildigi törenle ugurlandi.

Veda eden aslinda azmin, direncin, ölümlerin esiginden dönüp hayata siki siki sarilmanin simgesi, yasayan bir efsaneydi. 30 yil önce mesleginin zirvesine oturmus, masal kahramanina dönüsmüstü. Hayatinin içine girmek zordu. Çünkü gazetecilerden uzak duruyor, doktorlarin artist olmadigini, bilimsel tebligler disinda disariya seslenmenin reklam olabilecegini savunuyordu. Türkiye'de, cinsel yolla bulasan hastaliklar kürsüsünü ilk kuran, çesitli bilim dallarinda bölüm baskanligi yapan, yeni buluslarla çigir açmis bu doktoru albüm sayfalarimiza alabilmek için günlerce ugrastik. Sonunda hatirini kiramayacagi dostlar araya girdi, bize hayatinin kapilarini araladi. Iste gördüklerimiz.

Aslinda bu albüm söyle baslayabilirdi: 'Bir varmis, bir yokmus. Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde Yozgat'in Akdag Madeni Ilçesi'nin Terzili Köyü'nde Kirkor adinda bir çocuk varmis. Küçük Kirkor, kendi halinde yasayip giden yoksul bir ailenin çocuguymus.' Ama masalsi hayatin içinde gerçegi kaybetmemek için kronolojik sirayla anlatmayi dogru bulduk.

Agop'un babasi Kirkor Kotogyan, 1911 dogumlu. 1915 yilinda, yani Anadolu'daki o büyük kaos döneminde henüz dört yasindayken babasini kaybetmis. Köyünü basan çeteler köydeki tüm erkekleri öldürmüs. Küçük Kirkor'u annesi, onu madendeki magaralara kaçirarak kurtarabilmis. Sonra da bir yakinlarinin yanina siginmislar. Olaylar yatisip saldirilar durunca yanmis, yikilmis, talan edilmis köylerine dönebilmisler.

Kirkor Bey, 25 yasindayken Yozgat'in Igdere Köyü'nde yasayan Makruhi Hanim'la evlenmis. Aile 1938'de Istanbul'a gelmis ve Samatya'ya yerlesmis. Bir yil sonra da ilk çocuklari Agop, Istanbul Üniversitesi Tip Fakültesi'nin Cerrahpasa'daki hastanesinde dogmus. Dünyaya gözlerini açtigi, ilk görüntüleri, ilk sesleri duydugu bu hastane ile ömür boyu sürecek kader birligi de böylece baslamis.

Babasi Kirkor Bey, insaatlarda kalfa olarak çalisir, annesi de Samatya yakinlarinda bir fabrikada isçilik yaparmis.

KOLUNU PRES KAPTI

Çok yoksullarmis. Küçük Agop, Samatya Sahakyan Ermeni Ilkokulu'na basladigi yil, babasi ona bir ceket almis. Bir bahar günü arkadaslariyla Samatya sahilinden denize girip çikmis ve bir bakmis ki ceketin yerinde yeller esiyor. Anasindan bir ton dayak yedigi gibi tam üç yil boyunca da ceketsiz kalmis. 'Bana yeni bir ceket almalari mümkün degildi. Ekmegi karneyle aliyor, aylarca et ve seker yüzü görmüyorduk' diye annesinin kötegine hak veriyor simdi.

Küçük Agop, daha ilkokuldayken ise baslamis. Mezun oldugu yil bir gümüs atölyesinde çalisiyormus. Sicak, çok sicak bir yaz günü, gümüs kaliplari plaka haline getirmek için kullanilan presin silindiri is önlügünün kolunu kapmis. Sonra da elinin tamami omuzuna kadar presin altinda un ufak olmus. Hastaneye vardiginda doktorlar, 'Bu çocuk yasamaz' demis. Ameliyat olmus, günlerce komada kalmis ve bir gün gözlerini açip hayata yeniden merhaba demis. Kaderin cilvesi bu ya, yine Cerrahpasa Hastanesi'ndeymis.

O yaz sonunda kendisini tamamen toparlamis ama çevresindekilerin aciyarak bakmasi kalbini çok kiriyormus. Bu yüzden kayit yaptirdigi halde okula gitmeyecegini söylemis babasina. Okula gitmemis ama aldigi ders kitaplarini her gün muntazaman okuyarak kendine göre bir tedrisat yapmis. Okulsuz geçen bu yil boyunca hep düsünmüs. O küçük ve artik tek kollu bedeniyle bir meslek sahibi olamayacagina karar vermis. 'Okumaliyim, her ne pahasina olursa olsun okumaliyim' demis. Ve dönem baslayinca Kumkapi Bezciyan Ortaokulu'nda egitime geri dönmüs.

Bütün okul hayati boyunca, yazlari ve hafta sonlari çalismaya devam etmis. Tahtakale'de isportacilik yapmis. Konfeksiyon atölyelerinde ilik makinelerinde çalismis. Eve katki olsun diye çalisirken çok sevdigi kiz kardesleri Hripsima ve Maryam'a da küçük hediyeler almayi ihmal etmezmis.

FUTBOL YILLARI

Ortaokulda basarili olmus ama esas zirveyi Galata Getronogan Lisesi'nde yapmis. Her yil okul birincisi olmus, takdirlerle dönmüs evine. Agop Bey, hasta Fenerbahçeli. Tam 26 yildir Fenerbahçe Kulübü üyesi. Basketbolu çok seviyormus. Ama tek kollu oldugu için oynayamamis. 'Ben de sahada top kostururum' demis ve lisede futbola baslamis. Oynayamazsin demisler, aldirmamis. Çok da güzel oynamis. Ve hatta, o devrin ünlü takimi Samatya Gençler Kulübü'nün kadrosuna girmeyi basarmis.

1957'de Istanbul Üniversitesi Tip Fakültesi'ni kazaninca dogdugu, yeniden hayata döndügü Cerrahpasa Hastanesi'nde bulmus kendini. Kapisindan içeri girdigi ilk gün 'Bir zamanlar beni kurtardi bu hastane, simdi nöbet sirasi bende' diye düsünmüs. Bu dönemde lise ögrencilerine özel dersler vererek okul parasini kazanmaya devam etmis. Ayrica, Cerrahpasa'nin futbol takiminda oynamayi da ihmal etmemis.

1963'te okul birincisi olarak doktorluk diplomasini almis. Bir yil Çapa'nin Deri ve Frengi Hastaliklari Klinigi'nde çalismis. 1964'te Cerrahpasa'daki Dermatoloji Kürsüsü'nde asistan olarak göreve baslamis. Uzmanlik tezinin basligi, 'Impetigo Herpetiformis Vak'alari Üzerinde Klinik ve Biyosimik Arastirmalar.' Ben basligindan bir sey anlamadim, Agop Hoca açikladi: 'Uçukla ilgili çok önemli bir çalismaydi.'

1967'de uzman olmus. Cerrahpasa Tip Fakültesi'nde basasistan olarak çalisirken üniversite tarafindan Ekim 1969'da Almanya'ya gönderilmis. Dört ayda Almanca'yi ögrenmis. Hamburg Saar Üniversitesi Dermatoloji Klinigi'nde ünlü dermatolog Prof. Dr. Nödl'ün yaninda çalismaya baslamis. Ayrica ayni üniversitenin alerji ve histoloji bölümlerinde çalismis. Kliniklerde gösterdigi basaridan dolayi, Alman Üniversite Kurulu'nun talebiyle okulda kalma süresi bir yil daha uzatilmis.

Dr. Kotogyan, 1952'de geçirdigi kazadan önce çogu kisi gibi sag elini kullanirmis. Onu kaybedince sol eliyle is görebilmek için çok çalismis. En büyük zorlugu da üniversitedeyken çekmis. Tek eliyle tüplerden siringaya ilaç çekmeyi, bu ilaci hastaya enjekte etmeyi ögrenmek için geceleri hastanede nöbete kalmis, evde portakallara su siringa edermis. Dikis atmayi ögrenmek için ise, evde ne kadar sökük ve yirtik varsa dikermis. Iki yil içinde tüm bu isleri kimseden yardim almadan tek basina yapiyor hale gelmis.

1972'de Cerrahpasa Tip Fakültesi'ne geri döndükten bir yil sonra doçentlik sinavini basariyla vermis. 1979'da ise, 'Akne Vulgaris Vak'alarinda Immunolojik Arastirmalar' baslikli teziyle profesör kadrosuna atanmis. Almanca'dan sonra yine kendi çabasiyla, Fransizca ve Ingilizce ögrenmis. Dünyanin birçok ülkesinde dersler, konferanslar vermis, nam salmis. Özellikle son iki yilda disaridan gelen hasta sayisinda büyük bir artis olmus. Uluslararasi tip dergilerinde yayimlanan makalelerinin sayisi 300'ü asmis, cilt hastaliklari üzerine iki kitap yazmis.

Suzan Hanim'la 1975'te evlenmis. Üniversiteden emekli oldugu 21 Kasim 2004 günü yaptigi konusmada 'Iki kisiye tesekkür etmiyorum: Biri beni bu yolun basina kadar getiren anam, digeri beni su kürsüye kadar çikaran esim Suzan. Tesekkür etmiyorum degil, aslinda edemiyorum. Çünkü onlara her seyimi borçluyum' demisti.

YURT SEVGISI BUDUR

Birçok ülkenin üniversitesinden teklif almis: Almanya, Fransa, Kanada, Amerika... 'Burada kal, kürsünün basina geç' demisler. O, bunlarin hepsini elinin tersiyle geri çevirmis. 'Ermeni oldugun için dedeni, fukara oldugun için kolunu kaybettigin o ülkede ne isin var' demisler, gülmüs geçmis. Peki ne düsünmüs? 'Evet dogrudur: Ülkemde çok aci çektim. Sefaletin dibinde yasadim. Dogrudur: Dedemi, çocuklugumu, kolumu kaybettim. Ama yolumu kaybetmedim. Bu ülkede yasayan milyonlarca insandan hiçbir zaman farkli olmadigimi düsündüm. Bu topraklarda yasayan tüm insanlari kardesim olarak benimsedim. Bir ülkeyi sevmek demek, bu topraklarda geçirdigin güzel ve iyi günleri sevmek demek degildir. Iyi günde ve kötü günde burada olmak, vatanin yaninda kalmak demektir yurt sevgisi. Bos basak dik, dolu basak ise egiktir, derler. Ben hep egik gezdim su dünyada. Kibirden nefret ettim. Bos basaklar gibi diklenmedim, caka satmadim, her seyi biliyorum demedim. Burnumun dikine gitmedim, bilginin ve bilimin ipine sarildim. Isimi sansa birakmadim. Çünkü, çok çalistim ve bosluk birakmadim.'

DOKTORLUGA DEVAM

Bu efsane doktor üniversiteye veda ederken söyle diyordu: '32 yilini ögretim üyesi olarak geçirdigim, 41 yil üç ay süren üniversitedeki görevim fiilen sona ermis bulunuyor. Insanin hissetttiklerini anlatabilmesi oldukça güç. Ayrilik günü gelip çattiginda hiç tanimadiginiz bir bosluk hissine kapiliyorsunuz. Ilk olarak geçmisin yogunlugu içerisinde hiç gerçeklesmemis olan bir sey gerçeklesiyor: Annesinin kuzusu Agop, gümüsçüde çalisan Agop, futbolcu, asistan, Almanya'da görev yapan, doçentlik sinavindaki Agop, ilk dersini veren, profesör olan Agop kafa kafaya verip 'Simdi ne olacak' diyorlar. Neden sonra ayni toplantiya emekli Agop gelip de, 'Hey geçmisin kimlikleri; utanmasaniz Agop öldü diyeceksiniz. Simdi, en büyügünüz olarak ben, iste buradayim' diyene kadar...'

Neyse ki Agop Bey tecrübeleriyle sifa dagitmaya veda etmedi. Osmanbey'deki mimar oglunun tasarladigi yeni kliniginde, yine içten, yine mütevazi, çalismayi sürdürüyor.

Cigerim Agop, bilesin ki anacigin seninle iftihar ediyor

Prof. Dr. Kotogyan'in emekli oldugu gün annesi Makruhi Hanim (87) rahatsiz oldugu için törene katilamadi. Kiz kardesi ünlü matematik hocasi Hripsime Kotogyan, kürsüye çikti ve annelerinin gönderdigi mektubu okudu: 'Cigerim Agop. Baban da okuma yazma bilmez idi, ben de. Sen, okudun. Sen hep okudun ve çok çalistin can parçam. Biz fukaraydik, senin yaptigin su çok zor yolculukta yanina yetecek kadar azik koyamadik. Bak, burada da açikliyorum, herkes duysun: Oglum, sana yeterince yardim edemedik ve ben hep üzüldüm buna. Pek belli etmezdi ama baban da buna çok üzülmüstü. Ama, sen bizim yüzümüzü hiç kara çikarmadim. Her zorlugun üstesinden geldin. Garip kusun yuvasini yapan Allah, uçmak istedigini anlayinca sana kanat takti. Cigerim Agop, çok çalistin, çok yoruldun. Sana biraz istirahat et diyecegim ama biliyorum ki beni dinlemeyeceksin. Simdi, biraz hastayim ama sen biliyorsun ki yanindayim. Bilesin ki anacigin seninle iftihar ediyor. Baban da simdi yukaridan sana bakiyor ve gülüyordur. Cigerim benim, senin o kara gözlerinden öpüyorum.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 07 Mar 2008 0:50    Sujet du message: Répondre en citant

Sigir mi giymatli, sen mi?


Bundan 30-40 sene evvel filinta gibi bir delikanli olarak ilk tayin yerim olan Erikli Köyü Saglik Ocagi'ni kurmak için gitmistim. ''Hazir ugramisken..' deyip, Kaymakam Bey elime bir kagit tutusturmustu. Çiçek asisina dair bir emir vardi. Çantami, ilaçlarimi, ignelerimi yeniden gözden geçirdikten sonra atima binerek Erikli Köyü'nün yolunu tuttum. Ikibuçuk saat at sirtinda yol aldiktan sonra Köye ulastim. Köyde beni muhtar karsiladi.

-Hos geldin beg...

-Hos bulduk, dedim.

-Hayirdir?

-Asi yapacagim da..

-Ne asisi?

-Çiçek..

-Çok eyi.. insanlara mi?

-Tabii insanlara.

-Zor begim!

-Nedenmis o?

-Olmazlar da ondan begim..

-Ama salgin var!

-Buraya salgin neyin ugramaz beyim.

-Sen köylüyü topla!

Biraz sonra baktim, köyün korucusu hem düdügünü öttürüyor hem de bagiriyor:

- Ey ehali gasabadan pangaci geldi... Sizinnen gredi lafini konusacak!

- Yahu ben bankaci filan degilim, dedim.

-Sen bilmen begim asi-masi dirsek birtekini topliyamak, isin içine para lafini gatacan ki millet toplana...

Biraz sonra köyün biricik, isli ve rutubetli kahvesi tiklim tiklim doluydu. Ayaga kalktim:

- Köylü kardeslerim, dedim. Simdi sizlere, insanligi mahveden, girdigi yerde felaketler meydana getiren bir konudan bahsedecegim...

Ön tarafta oturmakta olan pala biyikli biri :

- Begim, ilkin girediden agnat, sonama hekayeni agnadin, dedi.

Kizdim:

- Ben buraya krediden bahsetmege gelmedim!

Muhtar araya girdi:

-Yahu, digneyin hele... Bakin, size memur bey çiçekden bahsedecek, dedi.

-Ne çiçegi? diye köylüler sordular.

-Hastalik çiçegi

-Ganiser mi bu?

-Yoo, dedim.

-Olese niye diyniyek begim?

-Ama, çiçek de öldürür ...

Arka taraftan bir ihtiyar ayaga kalkarak:

- Begim, dedi, camiye gidecam, ne diyeceksen çabik de!

- Size çiçek asisi vurmaga geldim.

Hepsi birden ayaga firladilar:

- Ne asi mi? diye bagirdilar.

Sonra muhtara dönerek:

- Ula Iriza, bosuna ismini Dönek Iriza gomamislar, bizi gandirdin gene, dediler.

- Yahu köylü kardeslerim, durun yahu, size çiçegin neler yaptigini anlatayim, ndan sonra gidin.

- Yoh begim yoh. Biz biliyok. Çoh duyduk bu lflari. Bu hasdalik naaparmis, erkesi öldürürmüs.. Asi olmazsak, tüm ev halki givrana givrana ruhunu teslim idermis. Garnimiz tok beyim bu Iaflara, tok... Biz, inne minne vurdurmuyok.

-Yahu, bu igne degil, çizik.

-Cizik mizik. Anlamak biz öyle seyden.

Kahve bir anda bosaldi. Muhtar:

- Dimedim mi begim? dedi, bunlar furdurmazlar diye.

-Neden?

-Bilmem emme, furdurmazlar isde. ama gönlün galmasin, gel bana fur!

Iyice canim sIkilmisti. Çantamdan, ilaci ve igneyi çikarirken muhtar:

-Beyim, agridiyosa, az fur ha! dedi.

-Yahu iki çizik atacagim.

-At begim at, emme isden güçden galmayim da...

Korka korka uzatti kolunu. Asisini yaptim:

-Hani acidi mi? diye sordum.

-Yoo, sinek issirir gibi oldu. Yok begim, su köylü milletinde akil denen sey yoh. ökümat bu kaddar mesarif etsin, asici göndersin, sen gel asi olma da gaç.

Kalkti, kahvecinin kolundan yapisti:

-Gel buraya, dedi.

O koskoca adami görecektiniz, sanki ameliyat edecekmisizi gibi korkuyordu.

-Giyma baa mikdar, giyma ba mikdar, diye yalvariyordu.

-Gel buraya, alti üstü iki cizik.

-Gurban miktar, su duvardaki senin ciziklarin hepsini silem, tek baa giyma!

Sinirimden,deli gibi firlamisim adamin üzerine. Muhtar, o sirada kahveciyi yere yikmisti. Bana:

-Bogazina bas, bogazina! diyordu.

Sinirimden ne yaptigimi bilmiyordum. Adamin bogazina basmisim...

-Fur simdi, memur efendi, golunu eyicene yakaladim, gaçamaz!

Adam, bir debeleniyor, bir bagiriyor ki, demeyin gitsin:

- Baa acimiyosunuz, bari çoluguma çocuguma aciyin....

Asi yapmaga muvaffak oldum.

Etti iki...

-Var misin memur efendi?, dedi muhtar.

-Neye?

-Yakalayak su herifleri!

Yeni mezun, ideal bir saglik memuru, baska ne düsünebilir ki:

-Varim, dedim.

Çiktik kahvenin önüne. Daha biz içerde kahveciyle cenklesirken, bir tek kimse kalmamis ortalikta, Sanki, pasif korunma varmis gibi, herkes evine kaçmis, kapisini sürgülemis...

-Sööle bi dönek begim, belki bir iki denesini dutarik.

Ayni bir avci gibi, sokaklardan adimlarimizin ucuna basa basa yürüyorduk. Çesmenin basinda ellilik bir adam su içiyordu... Muhtar:

- Sen surdan dolan, ben burdan, kisdiralim, dedi.

Çesmenin arkasindan dolandim. Adam bizi görünce basladi kaçmaya, hem de ayakkabilarini çesmenin basinda birakarak... Adam kaçar, biz kovalariz... Bir tarlayi boydan boya astik... Ne de olsa gençlik var , adami tarlanin öte basinda yakaladim. Adam, hem soluyor, hem de:

-Beyim, ben seni öteki dünyada nerede bulam? diyor.

-N'apacaksin be ni öteki dünyada?

-Gunahmis begim, gunah!...

-Ne günahmis

-Zorla is yaptirmak... Kul hakki...

-Kim dedi bunu?

-Köyün hocasi didi..

-Isine geldigi gjbi anliyorsun da..

Demeye kalmadan muhtar da yetismisti.

Ikimiz iki yandan, adami karga tulumba yiktik yere ve asisini yaptim. O gün aksama kadar ancak bes kisinin asisini yapabildim... Ama köyü en az on kere turladiktan sonra. Muhtar:

-Artik kimse disari çikmaz beyim, dedi.

Yorgun argin kasabaya döndüm. Dogruca kaymakamin evine gittim:

-Olmadi efendim, dedim.

-Ne olmadi?

-Asi... Köylüler asi olmuyorlar.

-Baytari götürmedin mi?

-Hayvan asisi degil bu kaymakam bey!

Güldü:

-Toysun daha, dedi. Bizim memlekette, köylere asi vurmaga gidecegin zaman baytari da yaninda götüreceksin!

-Vallahi bir sey anlamadim efendim.

-Anlamazsin, anlamazsin... Yarin giderken baytari da götür o bilir isini!..

Ikinci gün, ayni köye baytarla gittik.

Köylü nasil egiliyor baytarin önünde, nerdeyse yere kapanacaklar .Daha bizi kahveye oturmadan iki tepsi yemek gelmisti. Içinde sadece kus sütü eksIk... Biz, kahvelerimizi içtigimiz anda, köyün meydanligi, ineklerle, öküzlerle, buzagilarla dolmustu. Hatta, öne geçmek için bir birbirleriyle kavga ediyorlardi. Baytar:

-Hazir misin? diye sordu.

-Hazirim, dedim.

Ayaga kalkti:

-Köylüler, diye bagirdi, son günlerde, insanlarda olan ve insanlardan sigirlara

bulasan bir hastalik, çevrenin tüm sigirlarini kasip kavurmaktadir.

Köylüler:

-Abooov, dime baytar efendi diye hayretle gözlerini açtilar.

-Bu hastalik, geçen ay içerisinde, ilçemizden dörtyüz hayvanin ölümüne sebep oldu...

-Aman baytar efendi, ocagina düstük!...

-Simdi kollarinizi sivayin? Sizin asilarinizi, saglik memuru arkadas, sigirlarinizinkini de ben yapacagim!

Sanki, altina hücum varmis gibi, köylü masama saldirdi. Dün, zorla asi yaptigimiz kahveci kolunu siyirmi s:

-Fur begim, diyordu

-Sen dün oldun, dedim.

-Fur begirn, fur, artik mal göz çikarmaz ya! Iki kere olursak daha eyi olur.

-Dün neden zorluk çikariyordun?

-Ne bilem ben begim. Sen heç heyvan lafi etmedin ki!

-Sigirlar sizden kiymetli galiba?

-Sen ne diyon begim? Köy yerinde, hazina ilazim... Nirde bizde bes kurus, Bi de sigir ölürse, o zaman bizde kriz baslar!...

(anonim - internetten geldi...)
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 07 Mar 2008 0:51    Sujet du message: Répondre en citant

Vehbi Koç'tan

Vehbi Koç, Diyanet’e sordu: Tanrı mı denmeli, Allah mı?
Hürriyet - 27 Þubat 2008


Ceyhun KUBURLU

Can Dündar’ın hazırladığı "Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç, 1961-1976" kitabı, Vehbi Koç’un ilginç yazışmalarını gün ışığına çıkardı.

Vehbi Koç, 1975 başında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’a yazdığı mektupta, "Camilerde bazı hocalar, ’Tanrı demeyin, Allah deyin’ uyarısında bulunuyor. Bu konuda sizin bir talimatınız var mı" sorusunu yöneltti.

HAYATI boyunca cuma namazlarına gitmeye özen gösteren Koç Topluluğu’nun kurucusu Vehbi Koç’un 1975 yılında dönemin Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’a yazdığı bir mektupta ’Tanrı mı, Allah mı denilmesi gerekiyor’ diye sorduğu ortaya çıktı. Gazeteci Can Dündar tarafından hazırlanan ’Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç, 1961-1976’ kitabında Koç’un bu mektubunun detaylarına da yer veriliyor.

TALİMATLA MI OLUYOR: Ecevit’ten sonra muhafazakar bir döneme giren Türkiye, 1975 başında kurulan Milliyetçi Cephe Hükümeti ile tanıştı. 1974 yılı sonunda, Türkiye’nin Ecevit’ten sonra muhafazakar bir döneme girdiği dönemde Vehbi Koç, her zaman gittiği bir cuma namazı sonrasında ilginç bir hutbeye tanık olur. Hemen ardından geçmişteki CHP iktidarı döneminde atanmış olan Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan’a bir mektup yazar. Koç mektubunda camideki hatibin, "Bazıları Tanrı diyor. Tanrı demeyin Allah deyin" dediğini belirterek Diyanet İşleri Başkanlığı’na "Bu bir talimatla mı oluyor, yoksa hatipler kendileri mi söylüyorlar" diye sorar.

SELAMÜNALEYKÜM DEYİN: Vehbi Koç’un 1 Ocak 1975’de yazdığı mektupta şunlara dikkat çekiliyor: "Geçen hafta Dolmabahçe camiinde Cuma namazında hatip hutbeye çıkarak bir takım Türkçe terimlerden bahsetti. Bu arada ’bazıları Tanrı diyor. Tanrı demeyin Allah deyin’ dedi. Bunu hayretle dinledim. O akşam, başka bir camiye giden bir arkadaşımla beraberdim. Onun gittiği camide hatip ’Günaydın demeyin, Selamünaleyküm deyin" demiş, arkadaşım da buna hayret etmiş. Bu bir talimatla mı oluyor, yoksa hatipler kendileri mi söylüyorlar? Büyük bir reaksiyon yaratmaktadır. Tanrı sözü çok güzel bir sözdür. Bu hususu sizin gibi geniş görüşlü bir din liderimize duyurmak için mektubumu yazıyor, saygılarımı sunuyorum."

YÜCE TANRI’DAN SAÐLIKLAR: CHP hükümeti tarafından atanan dönemin ünlü Diyanet İşleri Başkanı Lütfi Doğan ise Vehbi Koç’un yazdığı mektuba 3 Þubat 1975’te cevap verir. Lütfi Doğan mektubunda, Vehbi Koç’un sorularını şu şekilde yanıtlıyor: "Başkanlığımızca ’Tanrı, günaydın’ demeyin, diye özel bir talimatımız yoktur. Hatipler kendi anlayış seviyesine göre hareket ediyorlar. Sürdürdüğümüz eğitimlerle uygun anlayışa getirmeğe çalışıyoruz. Takdir edersiniz ki bu zaman isteyen bir konudur. Uyarınıza teşekkür eder, Yüce Tanrı’dan sağlıklar, başarılar dua eder, selam ve sevgilerimi sunarım."

Benim için 1 milyon liralık hayır yap ekmekçi Fatma’nın televizyonunu öde

TEDAVİ olmak için gittiği İngiltere’nin başkenti Londra’da Sadberk Hanım’a doktorlar ameliyat kararı verir. Sadberk Hanım ameliyattan önce eşi Vehbi Koç’a 9 Eylül 1973’te şu mektubu yazar:

Pırlanta yüzüğü Suna’ya, pırlanta küpem ile armutlu elması Semahat’e, Sevgi’ye pırlanta kolye ve Rahmi’ye pırlanta taş. Bunların hepsi kıymetlidir.

Yeniköy’de sen otur. Þişli’deki kat pek büyük, yorucu. 60 yaşından sonra bu yükü taşıma. Rahmi’ye evinin yanındaki arsa verilsin.

Semahat çocukların en hayırlısı. Her gece seccadede dua eder, göz yaşı döker. Onu ferağ et. Suna’ya Lalezar’ın üzerindeki yarım katı ver, tam kat çıksın. Sevgi’ye para veya hisselerimden bir kısmını ver.

Holdingteki hissemi, Zafer Apartmanı’nı herkese taksim et.

Benim için 1 milyon TL’lik cami, çeşme veya hayır yap.

Annemin parasını ağabeyime, evdeki Ali Efendi, Kerim, Samiye, Huriye’ye 5 biner TL ver.

Ekmekçi Fatma hanımın televizyon parasını öde.

İmparator’u soruşturmuş

KİTAPTA yer alan mektuplara göre Vehbi Koç, 1973 yılında Erol Toy’un yazdığı ve kendisini canlandırıp eleştiren ’İmparator’ adlı romanı da soruşturmuş. Yakın dostu Hulki Alisbah’a yazdığı mektupta, ’Erol Toy’un İmparator başlıklı kitabını okudunuz mu? Bu arkadaş bu kitabı ne maksatla yazdı, gayesi nedir? Bu husustaki görüşünüzü rica ediyorum. Erol Toy’u tanıyor musunuz? Cemiyette nasıl tanınan bir insandır?" sorularını sormuş. Aynı mektubu Filiz Ofluoğlu ve Alaaddin Asna’ya da göndermiş. Vehbi Koç, kitapla ilgili Emekli Korgeneral Faruk Güventürk’e yazdığı mektupta ise "Kitap, solcu bir gencin benim aleyhimde yazdığı derme-çatma uydurma bir takım yazılardan ibarettir" demiş.

Masraflarınıza bakın, utanın

VEHBİ Koç, Ağustos 1970’de ’Nusret Arsel, Rahmi Koç, Erdoğan Gönül ve İnan Kıraç’a ortak bir mektup yazmış. Koç, "Holdingde cumartesi tatiline muhalif kaldım. Suna, ’Cuma akşamı sinemaya, misafirliğe gideriz. Haftasonu dinlenip pazartesi işimize dinç geliriz’demişti. Dinleneceğinize yoruluyorsunuz. Masraflarınızı bir defa daha gözden geçiriniz. Kendiniz utanacaksınız. Parasını mezara götüren yok. Menfaat ve sıhattinizi düşünürek, sizleri sevdiğim ve dayanamadığım için yazıyorum."

Torunlarına sünnet hediyesi hisse senedi

VEHBİ Koç, 19 Ocak 1970’de yazdığı bir mektupta oğlu Rahmi Koç’un çocuklarına sünnet hediyesi olarak Koç Holding’in hisse senetlerinden vermeyi istediğini belirtiyor. Koç’un mektubunda şu talepler yer alıyor: "Rahmi’nin çocuklarına, benim bir sünnet düğünü hediyesi yapmam lazım. 3 çocuğa (Mustafa, Ömer, Ali) nominal kıymeti üzerinden 50’şer bin TL’den 150 bin TL hibe ediyorum. Geliri ile ileride tahsillerini yapacaklar."

’Sosyete adamı’ damgası yeme, çok şey kaybedersin

VEHBİ Koç, 4 Eylül 1968’de yazdığı bir mektupta ise "Damga yememek, gazetelerin dedikodu sütunlarına geçmemek lazım. Bir defa ’Bu aile iş adamı değil, sosyete adamı’ damgasını yedikten sonra çok şey kaybedilir. Her itibar genç yaşta kazanılır ve kaybedilir" diyerek oğlu Rahmi Koç’u uyarıyor.

Daha tabanca yapamazken tankı nasıl yapacağız

VEHBİ Koç, Þubat 1976’da dönemin Milli Savunma Bakanı Ferit Melen’e yazdığı bir mektupta ise şu görüşlere yer veriyor: "Bir taraftan Sayın Necmettin Erbakan (dönemin Başbakan Yardımcısı) ’2984’de atom bombası yapacağız’ diyor, diğer taraftan Hürriyet gazetesinde ’Eldeki silahlar ateş almıyor’ başlıklı bir haber çıkıyor. Daha doğru dürüst bir tabanca yapamazken, tank ve uçak yapacağız, satacağız diyoruz. Buna çok üzülüyorum."

Memleket ve dünya sosyalizme gidiyor, dikkat etmiyorsunuz

VEHBİ Koç yazdığı bir başka mektupta ise zamanında çalışılmasını, zamanında dinlenilmesini ve zamanında eğlenilmesini bilmenin şart olduğuna dikkat çekerek aile üyelerine gördüğü eksiklikleri şu şekilde anlatıyor:

Memleket ve dünya matbuatını takip etmiyorsunuz. Bunları okumak için vakit lazımdır.

Haftanın bir gününde eğlenmeniz, misafirliğe gitmeniz, misafir kabul etmeniz hakkınızdır. Buna hiç riayet etmiyor, işin dozunu kaçırıyorsunuz.

İsraf derecesinde paranın kıymetini düşünmeden masraf yapılmaktadır. Çeşmenin suyunun bir gün azalabileceğini, kurak giderse kesilebileceğini aklınızdan çıkarmayın.

Memleket ve dünya sosyalizme gidiyor. Halkın gözünden hiçbir şey kaçmıyor. Bunu bilerek yürümek lazım gelirken hiç dikkat etmiyorsunuz.

İstanbul’a göç edene ikamet vergisi koyalım

Vehbi Koç 1971’de "İstanbul’a göç etme vergisi" fikrini, önermişti. Koç’un o günü tespit eden notlarında şunlar yer alıyordu: "Her yıl İstanbul’a 150-200 bin kişi Anadolu’dan akın etmekte. Bunların yüzde 90’ı köyden yorganını dahi getirmeyen kişilerdir. Bunlar yer, içer, her türlü münasebetsizliği yapar, memlekete faydaları yoktur. Gecekondu yaparlar. İstanbul’da oturan büyük küçük her vatandaşın senede 100 TL ikamet vergisi ödemesi lazımdır."

Tantana, debdebe ve saltanata kapılmayın, orta hayat sürün

1996 YILINDA, 95 yaşında vefat eden Vehbi Koç, 72 yaşında bir vasiyetname hazırlamış. Can Dündar tarafından hazırlanan ’Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç, 1961-1976’ kitabında yer alan vasiyetnamede Vehbi Koç, çocuklarına öncelikle "Aranızda birlik ve beraberlik olduğu takdirde hiç bir kuvvet bu müesseseyi yıkamaz. Birbirinize düşerseniz memleket için zararlı, sizler için felaket olur" mesajını veriyor. Kitapta dört sayfa ve 20 madde olarak yer alan vasiyetnamesinde Koç, kurucusu olduğu Türk Eğitim Vakfı’nın ayakta durmasına da yardımcı olunmasını istiyor. Vehbi Koç’un dikkat çektiği bazı önemli noktalar özetle şöyle:

KAPRİSE KAPILMAYIN

Hiçbir kardeş kaprise kapılmamalıdır.

Her işi ehline vermelidir.

Koç ailesinden her fert ayrı ayrı talimatlar vererek teşkilatı müşkül vaziyette bırakmamalı.

Koç ailesinden mümkün olduğu kadar az ve kabiliyetli insanlar vazife almalıdır.

ORTA BİR HAYAT SÜRÜN

Holdingden veya holdingin ortak olduğu şirketlerden müdür, memur, eleman, usta veya vasıta alınmamalıdır.

Hiçbir işinizde kanunlardan, nizamlardan ayrılmayınız.

Giyinip kuşanmanızda, yaşamanızda, evinizde, ziyaretlerinizde, seyahatlerinizde; tantana, debdebe ve saltanata kapılmamanızı, orta bir hayat sürmenizi tavsiye ederim.

İÞE POLİTİKA, DİN KARIÞTIRMAYIN

İşlemlerde çift imza esas olmalı.

Daima dinleyiniz, az konuşunuz. Bir yerde konuşulan lafı,diğer bir yere katiyyen nakletmeyiniz.

İşe politika, din, ırk ve tabiyet karıştırılmamalıdır.

Memduh Paşa’ya otomobil vermek istedim, kabul etmedi

VEHBİ Koç, 15 Kasım 1972’de yeni emekli olan, 12 Mart’ın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç Paşa’ya bir otomobil hediye etmeyi düşündüğünü, Paşa’nın kendisiyle görüşmesinde ’Kendim, karım otomobil kullanmayı bilmiyoruz. Þoför tutacak halimiz yok" diyerek teklifini kabul etmediğini notlarında dile getirmiş. Vehbi Koç, o dönemde yaptığı konuşmayı da şöyle anlatıyor: "Memduh Tağmaç Paşa’nın demokrasinin yaşaması için gösterdiği büyük çabalarla memlekete büyük hizmetlerde bulunduğuna kani olarak kendisine bir otomobil hediye etmeyi düşünmüştüm. Bunun nasıl karşılanacağı hususunda tereddüde düşmüş ve mevzuu akrabam olan Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Fuat Bayramoğlu’na açmıştım."

KATALOGLARI RAHMİ KOÇ İLE GÖNDERDİM: Vehbi Koç, notlarını şöyle sürdürüyor: "Cumhurbaşkanı’nın müspet karşıladığını, Tağmaç Paşa ile bu hususta görüşeceğini ve neticeyi bildireceğini bana Fuat Bey söyledi. İki gün sonra gelen bir telefonla Paşa’nın bunu müspet karşıladığını söylemesi üzerine Tağmaç Paşa’ya Rahmi Koç’u otomobil kataloglarıyla birlikte gönderdim ve ziyaret talebimi ilettim."

OTOBÜSTE İTİLİP KAKILIYORUM: Paşa, kendisini ziyaret eden Vehbi Koç’a ise şu yanıtı verir: "Kendim, karım otomobil kullanmayı bilmiyoruz. Onun için hediye ettiğiniz arabayı alamayacağım. Otobüse, dolmuşa biniyorum, tanıyan oluyor, yerini bana veriyor veya hiç tanıdık olmuyor, itilip kakılıyorum. Polisten, ordudan, bazen lazım oldukça araba veriyorlar, o da muvakkat oluyor."
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13616
Localisation: Paris

MessagePosté le: 10 Mai 2008 1:16    Sujet du message: Répondre en citant

Sef, Turklerle ilgili olmayan ilginç (dogal olarak bana gore) buaya koymakta bir beis yok sanirim.
Wink

Zeka gerçekten nedir ?
Ben Ordudayken, bir çeşit yetenek testine tabi tutulmuştum, normal sonuç olan 100 üzerinden 160 aldığım zaman bölükteki hiçkimse bu skoru daha önce görmediğinden bir iki saat boyunca epey yaygara koptuğunu hatırlıyorum. (bunun mevcut mutfak sorumlusu görevime bir katkısı olmadığını da belirtmem lazım) Bütün hayatım boyunca bu yüksek skor durum böyleydi aslında, durum böyle olunca da durumdan memnuniyetle zeki olduğum hissine kapıldım ve diğer insanların da böyle düşünmelerini bekledim.

Gerçekte ise, bu durum aslında sadece belli bir akademik tip sorulara cevap vermede başarılı olduğumu gösterir demek değil mi (hem de aslında benimle aynı entellektüel sınırlara sahip olan insanların hazırladığı sorulara)?
Örnek olarak, bir ototamircim vardı, muhtemelen bu testlerin hiçbirinde 80'den yukarı bir sonuç alamazdı, ve ben de herhalükarda ondan zeki olduğumu kabul ederdim. Buna rağmen ne zaman arabamda bir arıza olsa ona yetiştirir, endişeli birşekilde motorun orasına burasına bakmasını, sanki yüce bir güçten gelen yargılarını bildirmesini dinler ve sonuçta arabamı tamir edebildiğini görürdüm.

Bu durumda, benim girdiğim testleri bu adamın tasarladığını düşünün. Ya da bir marangozun ya da çiftçinin, ya da akademisyen dışında herhangi birinin. Bu testlerin herbirinde bir moron olduğumu kanıtlayacağımdan, ayrıca da gerçekten öyle olduğumu anlayacağımdan şüpheniz olmasın. Akademik tecrübelerimi ve başarılarımı kullanamayacağım her alanda, ya da ağır iş, el işi gerektiren herhangi bir konuda oldukça kötü sonuçlar alırdım herhalde.

BU durumda benim zekam, mutlak değil, sadece içinde yaşadığım topluluğun ve bu topluluğun içinde de kendini bir yargıç olarak kabul ettirmiş oldukça küçük bir altgrubun bir fonksyonundan ibaret.

Þu beni ne zaman görse fıkralar anlatmaya bayılan ototamircisini tekrar ele alalım, bir gün kaportanın içinde kafasını bana uzatarak, " Doktor, birkaç tane çiviye ihtiyacı olan sağır dilsiz bir adam nalbura girer ve, önce satıcının önüne gelir, iki parmağını dik bir şekilde masanın üzerine koyar ve üzerine çekiçle vuruyormuş gibi hareketler yapar. Nalbur gider önce bir çekiç getirir. Bizimki başını sallar ve dik duran iki parmağını gösterir, bu sefer nalbur ona gerekli çivileri getirir, çivileri alan adam da mutlu bir şekilde gider." "Peki Doktor sence daha sonra gelen kör bir adam nalburdan bir makası nasıl istemiştir?"

Beklemeden sağ elimi kaldırdım ve parmaklarımla makasla kesme işareti yaptım tabi ki.
Bunu gören ototamircisi yerlere yattı gülmekten tabi ki ve " seni salak, adam kör sadece neden doğru düzgün makasa ihtiyacı olduğunu söylemiyor ki" dediğinde çok şaşırmıştım, haklıydı. Bunun üzerine adam, şaşırma o kadar doktro dedi, ben bütün gün gelen müşterilerime bunu yaptım ve kimin bilip kimin yanılacağını da tahmin ettim. Kimleri yakalayacağımdan tam emin olamıyordum ama seni kesinlikle yakalayacağımdan emindim.
Bunu nasıl bildin dediğimde ise, çünkü o kadar fazla eğitimlisin ki doktor, akıllı olamazdın"
Her ne kadar bunu söylemek hoş olmasa da haklı olabilir.

Autobiography by Dr. Isaac Asimov (1920–1992):
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 12 Juin 2008 1:33    Sujet du message: Répondre en citant

Cocuk egitimi

Bir laboratuarda deney yapılıyor. İçinde bir büyük ve çokça küçük balığın olduğu kocaman bir akvaryum konuyor.Haliyle, büyük olan acıktıkça küçükleri yiyor... Daha sonra akvaryumun ortasına dikey bir cam yerleştiriliyor, böylece akvaryum ikiye ayrılıyor. Büyük balık bir tarafa küçük balıklar da diğer tarafa yerleştiriliyor. Büyük balık cam bölmeyi geçmek ve küçük balıkları yemek için defalarca deneme yapıyor. Bu durum tam 28 saat boyunca sürüyor. 28 saatin sonunda büyük balık artık diğer tarafa geçmek için mücadele etmeyi bırakıyor. Deneyin sonunda cam bölme kaldırılıyor. O da ne!!! Büyük balık küçükleri yemek için hiçbir hamle yapmıyor. Saatler geçtiği hâlde onları yemediği görülüyor. Buna psikolojide 'Öğrenilmiş Güçsüzlük' deniyor.

İstatistiklere göre bir çocuk ergenlik yaşına gelinceye kadar ortalama 148.000 defa anne babasının, 'yapma; elleme, dokunma,' gibi sözlerini duyuyormuş. Böyle olunca da çocukta büyüyünce 'yapamama', 'edememe' özellikleri gelişiyor ve özgüvenini yitiriyor.

ZİHİNSEL GÜÇ
İki çocuklu bir aile hafta sonunu piknik yaparak geçirmeye karar verirler. Piknik yerine vardıklarında anne yemeği hazırlarken, çocuklar babalarıyla birlikte yürüyüşe çıkar. Uzun bir yürüyüşten sonra oldukça yorulan küçük çocuk yalvarırcasına bakan gözlerle, 'Babacığım çok yoruldum. Lütfen beni kucağında taşır mısın?' der. Baba; 'Ben de yorgunum oğlum'' der demez çocuk ağlamaya başlar. Baba tek kelime etmeden ağaçtan bir dal keser. Dalı bıçakla biçimlendirip, çocuğa zarar vermeyecek biçimde yontar. Sonra dalı oğluna verir. 'Al oğlum, sana güzel bir at' der. Çocuk sevinçle dal parçasından yontulmuş ata biner ve sıçrayarak, ata vurarak annesinin yanına doğru gitmeye başlar. Babasını ve ablasını geride bırakmıştır bile...
Baba gülerek kızına: 'İşte yaşam budur kızım. Bazen zihnen ya da bedenen kendini çok yorgun hissedeceksin. İşte o zaman kendine değnekten bir at bul ve neşe ile yoluna devam et. Bu at, bir arkadaş, bir şarkı, bir çiçek, bir şiir yada bir çocuğun tebessümü olabilir.'
Değnekten atınız hiç eksik olmasın.


Dernière édition par murat_erpuyan le 01 Déc 2008 1:48; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 05 Juil 2008 23:52    Sujet du message: Tasarruf Répondre en citant

Tasarruf

5 yaşında idim.
Rahmetli babaannem pirinç ayıklıyordu.
Bir tane yere düştü.
Babaannem eğildi, aramaya başladı.
Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu .
Çocukluk iste,
-Aman babaanne dedim.
- Bir pirinç tanesi için bu kadar caba harcamaya, yorulmaya değer mi?
Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.
-Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun, ' dedi.
- Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanin göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyor musun?'
Utancımdan kıpkırmızı olmuştum.
Aradan yıllar geçti.
Hukuk Fakültesinde öğrenciyim.
Alain'in proposlarini okuyorum.
Birden irkildim.
Babaannemi hatırladım.
Alain, bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur diyordu.
İlave ediyordu. Bir iğnenin üretiminde binlerce insanin alın teri, göz nuru, el emeği vardır diyordu.
On dokuz yıl evveldi.
Stockholm'e gitmiştim.
Bir otele indim.
Geceydi.
Sabahleyin, traş olmak için lavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç bir not gördüm.
'Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın, yanda bir kutu var oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun' diyordu.
Doğrusu hayretler içinde kaldım.
Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir.
Birçok eşya üzerinde' İsveç çeliğinden yapılmıştır' diye yazardı.
İste o ülke, kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor, gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.
İsviçre'de zaman zaman, belli periyotlarda radyolar, televizyonlar bir haberi duyurur.
'Þu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek. Siz lütfen hazırlığınızı yapın.
Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap, dergi, gazete varsa, kâğıt, ambalaj, kutu varsa, velev ki, bir ilaç prospektüsü dahi olsa, kapının önüne koyun. İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla ağaç ziyanına engel olun.'
Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazı yasayan insanlardır.
Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş, hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir.
Böyleleriyle; evini mezat salonuna çevirmiş zavallı, diye eğlenirler.
Bir insanin gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır.
Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor. İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor.
Zamanın başbakanı meclisi toplar.
Kürsüye çıkar.
Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;
-Þu andan itibaren der,
-Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka bir şey yemeyeceğim.
-Þu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim.
Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır.
Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumun bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok.
Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm.
Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazı, ne kadar gösterişten uzak...
*Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan bos yere akıtmakta, gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla, yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?
*Hayat çok ince, akil almaz incelikte ipliklerle örülmüştür. Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki, İlkokul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım.
Bir mıh bir nalı kurtarır.
Bir nal bir atı, bir at bir komutanı,
Bir komutan bir orduyu,
Bir ordu bir ülkeyi kurtarır diyordu..
Maddi durumumuz ne olursa olsun, ister zengin olalım ister fakir, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız.
Burada parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.


Dernière édition par murat_erpuyan le 30 Nov 2009 0:05; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 06 Aoû 2008 0:30    Sujet du message: Aziz Nesin'den Répondre en citant

Aziz Nesin’den inciler...

''1934 yılında soyadı kanunu çıktı. Her Türk kendine bir soyadı
alacaktı. Herkes kendisine soyadını kendisi seçtiği için insanların
bütün gizli aşağılık duyguları ortaya çıktı.

Dünyanın en cimrileri 'eli açık',

dünyanın en korkakları 'yürekli',

dünyanın en tembelleri 'çalışkan' gibi soyadları aldılar.

Bir mektup yazabilecek zamanda ancak imzasını atabilen bir öğretmenimiz kendisine
'çevikel' soyadını almıştı. Irkçılığın yayıldığı günler olduğundan,
özellikle Türklüğü karışık olanlar ırkçılığı anlatan soyadlarını
kapışıyorlardı.


Her türlü yağmada hep sona kaldığım için güzel soyadı yağmasında da
sona kaldım.

Bana, ortada böbürlenebileceğim bir soyadı kalmadığından,
kendime 'nesin' soyadını aldım. Herkes 'nesin' diye
çağırdıkça ne olduğumu düşünüp kendime geleyim istedim.''
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 05 Sep 2008 0:40    Sujet du message: Insan gibi insan bir sahaf Répondre en citant

Birgun Kadikoy Caferaga mahallesindeki sahaf dukkanina temiz giyimli, yaninda kucuk cocuguyla bir kadin girer ve sahafa elindeki torbada tasidigi kitaplari satmak istedigini soyler. Sahaf kitaplara soyle bir bakar ve kadina bu kitaplar icin ne istedigini sorar. Kadin " Siz ne verirseniz "
diyince sahaf o kitaplar icin oldukca yuksek bir fiyat odeyerek kitaplari alir. Bu olayi izleyen dukkandaki musterisi "Abi o kitaplara bu para verilir mi ? " diye sorar.

Sahafin cevabi : "Ulan o kadinda uc bes kitabi dukkan dukkan dolastirip satacak kilik var mi ? Belli ki dara dusmus iste "

Baska birgun bir universite ogrencisi diploma tezi icin gerekli kitabi ayni sahafin dukkaninda bulur, ama maalesef kitap oldukca nadirdir ve fiyati da ogrenci butcesi icin oldukca tuzludur.
Sahaf dukkandaki musterisinin hayretli bakislari altinda kitabi sembolik bir fiyatla ogrenciye verir.

Daha baska birgun ise bir musteri sahafa aradigi nadir bir kitabin adini verir. Kitap sahafta vardir. Ama , uzunca bir hosbesten sonra sahaf ustelik te fiyati dahi sormayan bu musteriye kitabi vermez. İkinci olaya sahit olan musteri yine dukkandadir. Alici ciktiktan sonra sahafa kitabi niye satmadigini sorar. Cevap : "O herif o kitaba layik degildi " Ve sunu ilave eder sahaf : " Her kitabin bir sahibi vardir, iste benim islevim de o kitabin sahibini bulmaktir"

Iste dun kaybettigim cok degerli dostum, kardesim, gercek sahafligin son temsilcisi Tayfun Kurt boyle bir adamdi.

Galatasarayliligina gelince. Daha romantik bir Galatasarayli tanimadim !
Onun Galatasaraylilik degerleri , pahali transferler, ne pahasina olursa olsun basarili olma yarisinin her zaman onundeydi. Onun icin galibiyetten cok sahaya cikan takimin yurekli, hirsli ve centilmence mucadelesi onemliydi.

Gule gule pirlanta yurekli son kizgin adam !

Menguc Okan
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 01 Déc 2008 1:50    Sujet du message: Répondre en citant

Aristidi Kaptan : Atatürk'ün Rakısından Getir, Bir de Fenerbahçe Rozeti...

"Haldun Sevel, Haziran 1994'te, Maviş adlı küçük teknesiyle, Ayvalık'tan yola çıktı. Bir süre sonra Midilli'nin 'Kolpos Yares' koyuna demirledi. Geceyi orada geçirdi.

Ertesi sabah teknede tembellik ederken, kulağına bir türkü çarptı; 'Ela popses tukoma/ Masu pekso baklama/ Naka tebu niyageli/ Napoleksu çiftetelli, çiftetelli, çiftetelli... '

Sevel, ayağa kalkıp bakındı. Az ötedeki kayıktan geliyordu bu ses.
Civardaki teknelere balık satan yaşlı bir adam, hem sazının tellerine vuruyor, hem de türkü söylüyordu. Kayıkta kürek çeken, 12 - 13 yaşlarında bir kız çocuğu daha vardı.

İhtiyar birkaç el kol hareketi yapınca, tombul kız kayığı Maviş'e yanaştırdı.

Haldun Sevel, yarım Yunancası ile balığın fiyatını öğrenmeye çalışırken; ihtiyar, gayet temiz bir Türkçe ile sordu: 'Siz yoksam Türk müsünüz?... İstanbul'dan, Fenerbahçe'den mi yoksam?...'

Sevel, olumlu yanıt verince, ihtiyar ile küçük kız birbirine bakıp gülmeye başladılar. Ardından ihtiyarın soruları geldi: 'Belvü duruyor mu Belvü?... Murat'ın babası Mustafa Kaptan yaşıyor mu?... Todori ne durumda?...'

Eski günleri anlatmaya başlamıştı: 'Ben, bundan 40 - 50 yıl önce Belvü Gazinosu'nda Müzeyyen Senar Hanımefendi okurken, ona sahnede beyaz karanfil verdim, benim elimi sevdi, onu yanaklarından öptüm.'

Artık balık satmayı boşlamıştı ihtiyar adam. Anlattıkça anlatıyor, anlattıkça anlatısı geliyordu.

İstanbul Rumlarındandı. .. Ona burada Aristidi Kaptan derlerdi. Yanındaki, Atina'da yaşayan kızından olma torunu Panayota idi, tatil için gelmişti... Yoksa Aristidi orada yalnız yaşıyordu...

Aristidi Kaptan sordu; 'Sende rakı var?...'

Evet, vardı.

'Ama Atatürk'ün rakısından?... ' diye, açıklama getirdi sorusuna ihtiyar.

'Herhalde Kulüp Rakısı istiyor' diye düşündü Haldun Sevel.

Sonra birlikte Aristidi'nin koya ! bakan küçücük evine gittiler. Az sonra yemek masası; çiroz salatası, lakerda, sirkeli cacık, salata çorbası ve zeytinyağında kızartılmış iri barbunlarla donatılmıştı.

Anlatmayı sürdürdü Aristidi Kaptan: Babası dedesi hep İstanbulluydu. ..
Son olarak Moda'da, Mektep Sokak'ta oturmuşlardı. 6 -7 Eylül (1955) olaylarından sonra ayrılmak zorunda kalmışlardı... Þimdi 80'ini aşmıştı...

Haldun Sevel'in: 'Yaşlısın, hastasın, niye kızının yanına taşınmıyorsun? Burada doğru dürüst hastane yok, doktor yok...' demesi üzerine; Aristidi Kaptan elini Türkiye kıyılarına doğru sallayarak şöyle dedi: 'Gitmem... Bak buradan memleketim görünüyor, memleketimi görüyor, memleketimi seyrediyorum buradan, hiçbir yere gitmem...' Bu arada rakılar bitmiş, uzoya geçilmişti...

*
Böyle sıcak anılarla dolu birkaç günden sonra ayrılık vakti geldi. Sevel sordu: 'Tekrar geleceğim... Benden ne istersin?... '

Aristidi Kaptan iki şey istedi: 'Atatürk'ün rakısından getir... Bir de Fenerbahçe rozeti...'

Haldun Sevel, o an ayırdına vardı. Aristidi'nin yakasında yıpranmış, solmuş bir Fenerbahçe rozeti vardı. Merakla sordu Haldun Sevel: 'Neden Fenerbahçe?.. . İhtiyar da anlattı...

'Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra İstanbul işgal edildi...
İşgalci İngilizlere, Fransızlara beddua ediyorduk... Mütarekenin sonuna doğru, babam heyecanla geldi... Maça gidecektik.. . İngiliz takımı ile Fenerbahçe karşılaşacaktı.. .
İngilizler bu maç için kendi memleketlerinden, Malta'dan profesyonel futbolcular getirtmişler; günlerdir, haftalardır bu maça hazırlanıyorlardı ... Herkes Fenerbahçe'nin perişan olacağını sanıyordu... Çok sert maç oldu... Fenerbahçe kazandı... Ortalık bayram yerine döndü... Sokaklarda fener alayları yapıldı... İstanbul halkı evindeki gaz lambalarında kullandığı gazı dahi, meşaleleri yakalım, galibiyeti kutlayalım diye bize verdi. İşte bu rozeti o gün yakama taktım, bir daha da çıkartmadım.'

Futboldan anlamasa da Fenerbahçe taraftarı olan Haldun Sevel bunun üzerine Aristidi'nin elini öptü. !

Aradan iki yıl geçti. Söz vermesine, çok istemesine rağmen Haldun Sevel, Midilli'ye gidemedi. Nihayet, 1996 yazında bir fırsat bulup; rakıları ve Fenerbahçe rozetlerini teknesine yükleyip yola çıktı.

Ve Aristidi Kaptan'ın kapısını çaldı...
Ama bu geçen süre içinde Aristidi iyice kötülemişti, ayakta zor duruyordu.

Önce onu tanımadı. Haldun Sevel, Kulüp rakılarını, Fenerbahçe rozetlerini çıkarınca belleği yavaş yavaş yerine geldi:
'Niye bu kadar geç kadın?' diyebildi. Zar zor yerinden kalkan Aristidi, eski ceketini giydi...
Yakasına yepyeni Fenerbahçe rozetini taktı...
Haldun Sevel'in koluna girip kahvenin yolunu tuttu. Ofluya puflaya, dura kalka, nefes nefese kahveye vardı ve Fenerbahçe rozetini gururla arkadaşlarına gösterdi: 'Size demiştim.
Geldi işte rozetim, geldi...' Ağlıyordu...
Kahveden koca bir alkış sesi yükseldi birden. Kısa bir süre sonra, Aristidi dünyaya gözlerini yumdu. Mezarına, Haldun Sevel'in Fenerbahçe ve Moda'dan alıp götürdüğü memleket toprağı serpildi."

Bu yaşanmış öykü; yazar, ressam, amatör denizci Haldun Sevel'e ait...
(Böyledir Denizler Ülkesinde Yaşamak adlı kitabından)
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 03 Jan 2009 1:48    Sujet du message: N.A.U : Niçin Kemalistim ? Répondre en citant

NICIN KEMALISTIM?"

Oykumuz Kurtulus Savasi yillarinda baslar.

Kahramanlarimizin ilki, Paris-Istanbul arasinda trenle mekik dokuyan genc bir Turk isadami.

Macaristan'da genc bir bayanla tanisir.

Evlenme teklif eder ve evlenirler.

Izmirli isadami, olayi ailesine acamaz.

Macaristan'da bir kizi olur.

Kizina Nermin adini verir..

Nermin buyumekte, Mustafa Kemal'in yaptiklarini, gazetelerden heyecanla izlemektedir.

Baba Izmir'de olur.

Aile, gecim sIkintisina duser.

14 yasindaki Nermin, Macaristan'da parali olan ogrenimini surduremez olur.

Mustafa Kemal'in ulkesinde egitim parasizdir.

Nermin, baba yurduna gitmeye karar verir.

Annesinin haberi olmadan Turk Buyukelciligi'ne basvurur. Ona bir pasaportla birlikte, eline durumunu aciklayan bir de Turkce mektup verirler. Basi sIkistiginda, derdini anlatamadiginda o mektubu gosterecektir.

Olayi ogrenen annesi de ona destek verir. Ucuncu mevki bir tren kompartimaninin tahta siralari uzerinde, gunlerce surecek bir yolculuk baslar.

Tren, Turkiye topraklarina girer. Gumruk memurlari, elinde Turk pasaportu olan ama Turkce bilmeyen bu cocugun durumunu cok ilginc bulur, giris izni de hemen verilir.

Oyku uzun...

Kucuk Nermin, Istanbul'da bir yandan Almanca dersleri verirken ote yandan Turkce ogrenir. Mustafa Kemal'in parasiz kildigi egitim olanaklarindan yararlanir.

Istanbul Hukuk Fakultesi'ni bitirir. Gazetecilik yapar. Turkce'nin arkasindan Ingilizce ve Fransizca da ogrenmistir.

Siyasal Bilgiler Fakultesi'ne asistan olur. Cagdas siyaset biliminin Turkiye'ye girmesine onculuk edenler arasinda yer alir.

Gun olur, Turkcesinin bozuk oldugunu one surerek ogretim uyeliginden atilmasini isteyenler cikar.

Tukenmez bir enerji ve heyecanla, genclere bir seyler verme istegini yitirmez. Uluslararasi toplantilarda Turkiye'yi, Turk kadinini, Mustafa Kemal'i savunur, savunur, savunur...

Bir oglu olmus, adini da Mustafa Kemal koymustur...

Prof. Nermin Abadan-Unat, Siyasal Bilgiler Fakultesi'ndeki son dersini bundan dort yil once verirken aralarinda benim de bulundugum bir grup eski ogrencisi de siniftaydi. Kimisi profesor, kimisi docent, kimisi cicegi burnunda arastirma gorevlisi. Deniz Baykal da sonradan yetismisti.

Son dersin sonunda, nefes bile almaya korkarak dinledigimiz yukaridaki yasam oykusunu anlatti bize...

Ve sozlerini soyle noktaladi:
- Ben yurdumu kendi irademle sectim. Mustafa Kemal olmasaydi, belki ben de olmazdim. Nicin Kemalist oldugumu, oyle saniyorum ki artik anlamissinizdir...

Cok etkilendigim bu oykuyu yazdigimda, sonunu soyle baglamistim: "Bu sozleri, parasi olanlara Bilkent'i, olmayanlara Suleymanci yurtlarini gosterenlere adiyoruz..."

Bakiyorum da aradan gecen zamanda, ne Nermin Hoca'nin oykusu guncelligini yitirmis, ne de benim altina dustugum not...

Tipki giderek daha guncel, daha gercek, daha anlamli olan Mustafa Kemal'in kendisi gibi!..

Ahmet Taner KISLALI - Cumhuriyet, 15 Kasim 1992
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 28 Jan 2009 1:16    Sujet du message: Répondre en citant

Kendim ve ülkemin geleceği için tedirginim, üzülüyorum, ürküyorum
22/01/2009

500 yıl önce ecdadımın Osmanlı tarafından kabul edilmesi hâlâ borç haneme mi yazılı? Doğup büyüdüğüm, bir vatandaş olarak görevlerimi yerine getirdiğim, fiilen gelişmesine katkıda bulunduğum bu topraklarda hâlâ misafir mi addediliyorum? Boynu bükük mü dolaşmalıyım?
Türkiye'de Yahudi olmak: 500 yıllık yalnızlık

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak ırkçılık, ayırımıcılık ve antisemitizmle ilgili üzerimde iz bırakmış iki anı var belleğimde: Biri Varlık vergisi sırasındaydı: Altı yaşlarında olmalıydım, dedemin Yeşildirek'teki giysi dükkânına Varlık Vergisi nedeniyle el konmuş, Varlık Vergisi memurları evimize girmiş, alınabilecek eşyaları inceliyorlardı . Evde derin bir tedirginlik hâkimdi, dedemse bu durumdan dolayı yatağa düşmüş, hastalanmıştı.
Belleğime kazınan diğer olay 6-7 Eylül felaketiydi. Dükkânımız olmadığından, ailece maddi bir zarar görmediysek de çok üzülüp, olup bitenlerden dolayı ürktüğümüzü anımsıyorum. Bunların dışında, bana doğrudan söylenen ya da hissettirilen bir Yahudi karşıtlığıyla bugüne dek karşılaşmadım.

'Vatandaş Türkçe konuş'
Sadece 1950 yıllarında 'Vatandaş Türkçe Konuş' sloganlarının yaygınlaştığı sıralarda ablamla birlikte Ladino veya azınlık dilleri konuşanlara sert bakışlar atarak "Vatandaş Türkçe Konuş" diye ihtar ettiğimizi hatırlıyorum. 11-12 yaşlarında olmalıydık. Þimdi utanarak hatırladığım bu durumun, psikolojide 'saldırganla özdeşleşme' savunma mekanizması olduğunu artık biliyorum. Yani, saldırganlığa maruz kalan kişinin, çok korktuğu durumlarda saldırganla özdeşleşmesi ve onun gibi davranmaya çabalaması... 11 yaş için belki de anlaşılabilir, nispeten affedilebilir bir durum... ama erişkin ve olgun bir insan ya da bir ülke için elbette ki değil...
65 yıl önce Türkiye'de doğdum ve Türkiye'de yaşıyorum, annem, babam, ecdadım Osmanlı İmparatorluğu' ndan Türkiye Cumhuriyeti' ne dönüşmüş bu toprakların çocuklarıdır... Türkiye'de okula gittim, bir Türk'le evlendim, çocuk sahibi oldum, çocuklarım Türk okullarına gitti, evde Türkçe konuşuruz, Türkçe kitaplar yazdım, seminerler, konferanslar verdim, yurtdışında katıldığım uluslararası çalışmalar ve yönetim kurullarında Türkiye'yi azim ve gururla temsil ettim. Oralardaki tanımım da "the Turkish woman"dır.
Türkiye'yi henüz tanımayan ya da önyargılı tanıyan Avrupa, Amerika ve Asya'lılara gönüllü elçilik yaptım, ait olduğum uluslararası yönetim kurulunu (IAGP) binbir zorlukla ikna ederek uluslararası bir mesleki kongrenin Türkiye'de yapılmasını sağladım (IAGP Uluslararası Grup Psikoterapileri Kongresi, Istanbul, 2003) 30 yıllık meslek hayatımda bana danışanların yüzde 90'ının kimlik din hanesi Müslüman'dır, bunlar arasında geleneksel olarak başı kapalı olanlar gibi, türbanlı kadınlarla da çalıştım ve halen de çalışmaktayım. Devlete ait bir üniversitede öğretim görevlisiyim ve bunun yanı sıra çeşitli devlet ve özel kurumlar, sivil toplum kuruluşları ve benzer projelere aktif olarak katkıda bulundum, 99 depreminde aylarca gönüllü seferberliğe katıldım. Eşit bir vatandaş olarak vergilerimi düzenli ödemekteyim, ülkenin maddi ve manevi çıkarlarıyla yakından ilgili ve aktifim. Þimdi bana söyler misiniz? Din hanemde Yahudi yazdığı için mi ben bu ülkede bir günden diğerine düşman hanesine sokuldum? Saldırılacaklar, tehdit edilecekler listesine dahil edildim?
Ortadoğu'da yaşanmakta olan savaşta kendinden menkul taraf tayin edildim. Beni yakından tanıyanlar savaş hakkındaki düşünce ve değerlerimi, savaş nedeniyle ölen ve öldürülenlere hassasiyetimi bilirler.
Kaldı ki esas mesele bu değil. Ortadoğu'daki savaşın faturası din hanemde 'Yahudi' yazdığı için bana çıkarılıyor. "Sizleri İspanya'dan kurtaran Osmanlı'nın torunlarıyız" dendiğinde ne kastediliyor acaba? 500 yıl önce ecdadımın Osmanlı Padişahı tarafından kabul edilmesi hâlâ maddi manevi borç haneme mi yazılı? Doğup büyüdüğüm, bir vatandaş olarak görevlerimi yerine getirdiğim, fiilen gelişmesine katkıda bulunduğum bu topraklarda hâlâ misafir mi addediliyorum? Boynu bükük mü dolaşmalıyım? Tehdit altında kalmaya namzet miyim? Ve bu durumu sindirmeli miyim?
Türk Yahudi'lerinin en önemli niteliklerinden biri ülkelerine vefa ve sadakattır. Yıllardan beri Türkiye'den göç etmiş Türk kökenli Yahudiler hala Türkçe konuşur, kendi aralarında toplanır, Türkçe TV dizi ve filmleri seyredip, Türk yemekleri yer, Türkçe şarkılar söylemeyi severler. Türkiye'yi terketmiş olmalarına rağmen kökenlerine sadakatle bağlıdırlar. Aynı duygu Türkiye'de yerleşik Yahudilerde de güçlüdür, ülkeyi sever, dış dünyanın önyargılarına karşı azimle korurlar. Ben de kendimi aynı vefalı zihniyete ait görür, yurtdışındayken Türkiye'ye laf kondurmam, yerel değerlerin tanınması ve yüceltilmesine inanırım.

Irkçılığa dur
Ancak bugün içimde bir şeyler kırıldı... Kendimi ait addettiğim ülkem beni eşit vatandaşı olarak görmüyor, din hanemde yazılı olan ibareden dolayı zımnen taraf yapıp düşmanlaştırıyor, devletine ve vatandaşlarına sahip çıkmakla yükümlü devlet sorumluları ve kimi medya saldırganlık ve düşmanlığı kışkırtıcı söylemlerden çekinmiyor ve ülkeyi ele geçirmekte olan ırkçılık dalgasına 'dur' diyemiyor, demiyor....
Demek ki 500 yıldır yaşamakta olduğumuz, kendimizi ait hissettiğimiz, manen sahiplenip manen savunduğumuz bu topraklarda ülkenin diğer vatandaşlarıyla hangi etnik kökenden veya dinden/ mezhepten olurlarsa olsunlar kader birliği yaptığımızı, birlikte mücadele ettiğimizi sanırken, ne kadar da yalnızmışız aslında...
O kadar sözü edilen, gururla taşınan 'kültür mozaik'i sadece bir turistik slogan, bir yanılgı, yanılsamaymış.. . Esas arzu edilen, amaçlanan 'mozaik'i tek renge indirgemekmiş ... Birlikte ortak kaderini paylaştığım, iyi ve kötü günlerde 'ne olacak bu durumumuz?' diye ülke sorunlarına hayıflandığım kimi vatandaşlar demek beni potansiyel düşman olarak addedecek, canımı yakmak ya da yoketmek isteyecek... Bugün kendim için üzülüyorum, tedirginim ve nisbeten ürküyorum, ama açıkça söylemem gerekirse Türkiye'nin ırkçılığa kaymakta olan geleceği için de eşit derecede tedirginim, üzülüyor ve ürküyorum. Ve bu gidişe bilinçli ve sorumlu bir 'dur' denmezse Türkiye'nin kendini büyük bir yalnızlığa mahkûm edeceğinden korkuyorum. Karanlık bir yalnızlığa...

Leyla Navaro:
Uzm. Dan. Psikolog/Yazar;
Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlisi
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 06 Fév 2009 1:44    Sujet du message: Répondre en citant

Jacques öldü

M. ÞEHMUS GÜZEL

Paris’in popüler bir mahallesindeyiz.
Kapalı Çarşı’nın hemen önünde.
Kapalı Çarşı’nın hemen önünde de bir bank. Sıradan bir bank. Ama yine de hemen belli oluyor : Bu bank sıradan belki ama alışılmışlardan değil. Çünkü bu bank bir çiçek bahçesi gibi donatılmış. Yaklaşıyorum ve çiçek saksılarını sayıyorum : Küçük boy otuz tane, belki biraz daha fazla. Ayrıca dört veya beş demet çiçek, karanfil, gül ve leylak... Elli kadar mum. Minik mumlardan evet elli kadar. Naylonlara sarılıp sarmalanmış birer sayfalık ve bilgisayardan çıktıkları herhallerinden belli yazılar, notlar, şiirler. Ve iki adet fotograf. Onlar da naylonla korumaya alınmışlar, sarılıp sarmalanmışlar. Çünkü yağmur yağar, kar düşer, rüzğar eser, fırtına çıkar, belli mi olur. Alıp götürmesinler diye.

Kaç ay oluyor buraya yerleşmişti Jacques. Bu bank ve hemen önündeki otobüs durağını « mesken » tutmuştu. Sıkı ve sahici yağmur yağınca Jacques bankını terkeder ve önündeki otobüs durağına sığınırdı. Battaniyeleri, birkaç naylon torbadaki « malı mülküyle ». Evet yetmiş küsur yaşın sonunda Jacques’ın bütün varlığı şu birkaç naylon torbadakilerden ve sırtındaki giysilerle birkaç battaniyeden ibaretti. Yetmiş yıllık ömür, emek ve bu. Jacques’ın battaniye sayısı soğuklarla doğru orantılı olarak arttı. Bu kış da Paris’te pek insafsız oldu. Pek soğuk ve pek insafsız. Mahallede insanlıkla ve insanlarla dayanışma duyğularını hâlâ canlı tutanlar, kadınlar, erkekler ama bilhassa çocuklar ve gençler, neredeyse herbiri bir bataniye hediye etti Jacques’a.

En son ne zaman gördüm Jacques’ı ? 16 Ocak cuma günü yanılmıyorsam. Banka’ya girerken. Ben Banka’ya giriyordum, iki genç ve şirin ortaokullu kız çocuğu ise Jacques’a soruyorlardı : Biri :
- Bir kahve ister misiniz ? Öbürü :
- Bir de sandviç ?
...
Banka’dan çıktığımda gördüm, iki kız çocuğu küçük ve ince bir tepside bir kahve ve bir sandviçle Jacques’ın yanındaydılar. Jacques’a ve çocuklara birer selam çakıp yoluma devam ettim. Jacques mutlu(mu)ydu.

Peki ya sonra ?

19 Ocak salı sabahı kuşluk vaktinde öldü Jacques. O bankın üstünde yakasına yapıştı ölüm. Jacques bu, bizim mahallenin bilgesi, kavga etmedi, hır çıkarmadı. Bıraktı kendini ölümün ellerine. Bıraktı kendini usulca. Tek başına. Kimsesiz. Çaresiz. Ne ben ona selam verebilirdim o saatte. Ne de o iki şirin çocuk ona bir kahve ve bir sandviç sunabilirlerdi. Ne de battaniyeler soğuğu sıcağa çevirebilirdi. Jacques öldü evet. Tek başına. Kimsesiz. Çaresiz. İtiraz etmedi. Savunma hakkını bile kullanmak istemedi. « Son hakkı » olarak bir cigara rica ettiği rivayeti dolaşıyor ama sabah kuşları doğrulamaktan kaçındılar. Evet Jacques gitti : Bir bankın üstünde uyurken. Ölüm sessiz geldi. Bembeyazlarını giyinmişti ölüm. Ama kardeşlerim emin olabilirsiiz Jacques zaten buna önceden hazırlıklıydı. Kaç defa « Bu kadar yaşadım artık gitmek zamanı geldi » deyip durdu. Þaka değildi demek. Zaten şüphelenmeliydim yaşını sürekli fazla gösteriyordu. Ve iki günde iki yıl daha ekliyordu. Evet Jacques hazırlıklıydı. Bizi de hazırlıyordu.

Habere önce polisler geldiler. İlk yardımla. Baktılar. « Evet, ölmüş » dediler. Kağıtlarının bir kısmına polis el koydu...Sonra Jacques’ı alıp götürdüler. Sabah kuşları aniden mahalleyi terkettiler. Kapalı Çarşı’nın damından iki,üç, beş... yağmur damlası düştü. Buz tuttu. Esnaf « İyi adamdı » dedi, dükkanların kapıları açıldı yeniden...Kapıların önü süpürüldü her zamanki alışkanlıkla. Tam o saatte çöpçüler geçtiler, çöpçü arabalarıyla. Jacques’tan kalanları onlar « yuttular ». Battaniyeleri, naylon tarboları gitti Jacques’ın...

Metro homurtulalarıyla güne adım atan başkentte önce ortaokul çocukları « uyandılar » mahallede bir eksiklik olduğuna. Önce o iki şirin bızdık farkettiler Jacques’ın « gittiğini ». Koşarak girdiler Kapalı Çarşı’ya : Hemen girişte soldaki çiçekçi dükkanına daldılar, kaç öro şu pensée’ler, tam mevsimidir, ikişer saksı aldılar ve bankın üstüne koydular. İlk derse biraz geç kaldılar ama olsun : Jacques’ın bıraktığı boşluk çiçeklerle doldurulmalıydı. Sonra Banka’da çalışan manken gibi şık ve nefes kesen genç kadınlar, sonra mahallenin alışverişe çıkan evkadınları ve nihayet onikiye doğru yaşlı nineler Jacques’ın bankını donattılar. Uzun saçlı, saçı sakalına karışmış oğlan Jacques’ın geçen gün süpermarketten alışverişten dönerken çektiği fotosunu bankın sırtına astı. On veya oniki yaşındaki bir bebe birkaç gün önce, Jacques bankıyla otobüs durağı arasında dolaşırken, yukarıdan, evinin balkonundan çektiği renkli fotoyu zımbaladı. Þair olacağı söylenen öğrenci, biraz « Mecnun », şiirini getirip yapıştırdı. Ve mahalleli Jacques’ın bizzat kendisinin silmek istediği ve silinmek üzere olan geçmişinin üstündeki tozları aldı. Silkeledi. Ve geçmişi kağıtları arasından bize göz kırpmaya başladı :

Böylece öğrendik : Jacques’ın soyadı Laurent’mış. Ulan Jacques alem adammışsın alacağın olsun. Hep sakladın soyadını. Jacques, kağıtlarına göre, Aralık 1933 doğumluymuş. Yani hesabını yapalım : Jacques Laurent (madem ki artık soyadını öğrendik artık yazabiliriz) 76 yaşındaymış. Bu 78’i veya kimi gün 82’yi nereden çıkarıyordu o zaman. Kimbilir ? Belki 2, 7 ve 8’i çok sevmesinden. Jacques kardeşim Belleville’de doğmuş, bu sevimli ve harıl harıl emekçi mahallede. Mahallenin ismine bakar mısınız lütfen : Güzelkent. Jacques’lara da bu yakışır hani. Jacques’ın çocukluğu, ilk gençliği, gençliği, ortayaşlılığı ve yaşlılığı tümü hepsi tamamı otuzikikısımtekmilibirden (yazımda hata yoktur) aynı mahallede geçmiş. Ve ilkokul diplomasını cebine koyduktan sonra Jacques babasının garajında « mécano » olarak çalışmış çalışmış çalışmış. Ve bütün hayatını ev, garaj ve hemen garajın karşısındaki cafe ve restaurant’da tüketmiş. Cafe restaurant’ın ismi de bir alem : La Boule d’Or. Altın Bilye. Ama isterseniz bunu « Altın Kafa » olarak da çevirmek mümkün. Artık keyfiniz nasıl isterse. Ancak aklınızda bulunsun : Cafe restaurant’ın logosunda « bilye » var.

Bütün bunları ve dahasını bütün mahalleli 27 Ocak salı akşamı, iş çıkışı,Jacques’ı anma toplantısında öğrendik. Votkalarımız, sıcak şaraplarımız, viskilerimiz ve burada sayamayacağım bütün « kötü alışkanlıklarımız » bizimle, biz Jacques’laydık. Þair şirini okudu. O zaman aklıma hemen Erol Zavar’ın şu şiiri geldi ve ben de onu patlattım : Þimdi tam sırasıdır size de yazıyorum işte :

« Þimdi kış
Ölümün vaktidir derler
Ve tecrübelerimden bilirim
Kışın ölene söverler
Kusura bakma ölüm
Ben arkamdan sövdürmem
Bu randevuya asla gelmem. »

Erol gençtir ve hayatla randevusu vardır, ölümle değil. Onu çok iyi anlıyorum. Jacques’ın fakat ölümle randevusu vardı ve buna hazırlıklıydı. O nedenle ölüm karşısına çıktığında şaşırmadı hiç ve sadece şunu söyleyebildi : « Neden geçiktin bu kadar ! ». Ben bunları anlattıktan sonraydı sanıyorum, o şirin ve küçük kız çocuklarından en haylaza benzeyeni yazdığı bir metni okudu : Sanki Jacques. Ne zaman eşi terketti Jacques’ı? Neden bir yerde (reklamını yapmamak için ismini yazmıyorum) emekçi olduğunu öğrendiğimiz oğlu Jacques’ı ne aradı ne sordu ? Neden kirasını ödeyemez olunca evinden, ömrünü yoğurduğu evinden, çıkarıldı ? Neden bu başkent bu kadar insafsız ve insansız kaldı ? Neden ? Neden ?

Jacques şimdi Paris’te Kimsesizler Mezarlığı’nda yatıyor. Bizim aklımızda ise hep iki elinde iki torba, yarı gülen yarı ağlayan, bir ciğara içimlik sohbetlere her zaman hazır, geçmişini silmekle ugraşan, ölümün gelmesini bekleyen hınzır ve bilge, hareketsiz ama kendi dünyasında sürekli devinim içinde ve iç yolculuğunda rahatlamış, göreceğini görmüş, ununu elemiş, eleğini asmış bir Jacques kaldı. Bir de kardeşlerim her geçen gün güzelleşen bankı. Ve o bankın önünde duran, şiirleri ve metinleri okuyan, birbirleriyle konuşan (çok ender bir hadisedir Parislilerin birbirlerine hitap etmeleri böylesine birbirini tanımadan çünkü ) genç, yaşlı ve bilhassa çok yaşlı kadınlar ve erkekler, saçı sakalına sakalı bıyığına karışmış genç « filozoflar » ve elbette haylaz çocuklar.

Benim için de böyle bir bank süslenecek olursa ölmeye hazırım. Hemen. Yalnız bir şartım daha var : Oral Çalışlar ve Melih Aşık kardeşlerim mutlaka ölümümden sonra birer yazı yazmalılar. Hele Melih. Çünkü Jacques’ın bankı birkaç yıl önceki Paris buluşmamızdaki bir öğlen yemeğimizi, bizim dilde buna « kayıntı » denir laf aramızda, atıştırdığıımız Çin lokantasına iki adım. Lokantadan çık, sola dön ve iki adım at ve orda dur : İşte Jacques ve işte bankı.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13616
Localisation: Paris

MessagePosté le: 04 Avr 2009 1:33    Sujet du message: seks boykotu Répondre en citant

okuyun :

http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/11353808.asp?gid=229
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13616
Localisation: Paris

MessagePosté le: 28 Mai 2009 2:03    Sujet du message: Répondre en citant

Siz Potomyayı bilir misiniz?

Nereden bileceksiniz Karadeniz'in bu şirin kasabasını.. Ama Karadenizliler iyi bilir, Po tomyayı ve öyküsünü..


Biri var ki; O Potomya yı herkesten daha iyi bilir, bilirdi: Mustafa Kemal Atatürk.

Cumhuriyetin ilk yılları.. Devrimler peşi sıra geliyor,şapka devrimi henüz uygulamaya konmuş...

Hilafetçiler durumdan rahatsız. Derken şeyh Sait doğuda hilafet Kisvesi altında bilinen Kürt isyanını başlatıyor. Vatan toprağının hiç
Bir köşesinden destek bulamazken, Potomya'da bir sivri zekalı halkı örgütleyip " hilafet isterük" diye şeyh Sait isyanına destek veriyor.

Atatürk , önceleri bunlar ciddiye almıyor. Ancak "Cumhuriyet istemezük,devrimleri tanımazük" diye sesleri yüksel m eye başlayınca
duruma el koymak mecburiyeti doğuyor. Donanmanın " Hamidiye" gemisini Potomya sahillerine gönderiyor.

Hamidiye , Potomyayı kuru-sıkı bombalamaya başlayınca isyancı halk çil yavrusu gibi kaçışmaya başlıyor.. Hamidiye susmuyor.. Taa ki ,Potomyalılar sahilde saf tutarak Hamidiye gemisine secde edip hep bir ağızdan;
"Atma Hamidiye atma... şapka DA giyeceğum, vergi DA vereceğum "diyene kadar.

Potomya neresidir, bilirmisiniz? Rizenin şirin ilçesi... Bugünkü adıyla; Güneysu kazası.
Güneysu neresidir bilirmisiniz? Recep' in köyü..
Şimdi de "Recep de Kim?" diye sormayınız lütfen...
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 30 Nov 2009 0:09    Sujet du message: Köy Enstitüleri'nden bir ani Répondre en citant

Talip APAYDIN'IN 1967 yılında yayınlanan ''Karanlığın Kuvveti'' adli kitabında yer alan anısı, tam da bu bayram gününde okunmaya değer bir anı..

Kurban bayramı tam kışın ortasına rastlıyordu. O günler bir soğuktu, bir soğuktu... Kar, fırtına, tipi... Eskişehir ortalarında papaz harmanı savruluyordu. Göz gözü görmüyordu dışarılarda. Sular donmuştu hep. Seydi Suyu iri buz parçaları akıtıyordu. Santral kanalı kapandığından, elektriklerimiz kaç gündür doğru dürüst yanmıyordu. Akşam seminerlerinde kitap okuyamıyorduk, ders çalışamıyorduk. Lambalar ikide bir usulca sönüveriyordu. Dersliklerimizde pelerinlerimizle oturuyorduk da, gene de ısınamıyorduk. Musluklarımızdan su akmıyordu. Ellerimizi yüzlerimizi yıkamak için dere kıyısına gidiyorduk. İçme suyumuz yoktu. üç gün bayram iznimiz vardı, ama bu soğukta nereye gidecektik?
Köyü yakın olanlar gitti ancak. Bayram sabahı kampana çaldı. Dışarıda toplanılacak dediler. Başımızı gözümüzü sararak, büzülerek çıktık.
Müdürümüz Rauf İnan merdivende bizi bekliyordu. üstünde palto bile yoktu. Ellerini arkasına bağlamıstı. Boz urbaları içinde, yağsız çehresiyle bir heykel gibiydi. Savrulan karlardan gözlerini kırpıştırıyordu. O halini görünce usulca pelerinlerimizin yakalarını indirdik. Ellerimizi cebimizden çıkardık. "Arkadaşlar !" diye başladı. Bir canlıydi sesi, bir heybetliydi. önce yılgınlık psikolojisinin zararlarını anlattı. Korkan insanın muhakkak yenileceğini ve korktuğuna uğrayacağını söyledi. Bu hava soğuk evet, fakat siz isterseniz üşümezsiniz, dedi. Olduğumuz yerde birkac kez sıçramamızı ve kuvvetli tepinmemizi istedi. Dediğini yaptık. Birden ısınmıştık sanki. Hoşumuza gitmişti. Bugün bayram, dedi. şimdi birbirimizi tebrik edeceğiz. Sonra yapacağımız iki iş var: Ya tekrar içeri girip sıralara büzülmek, mıymıntı mıymıntı oturmak, bu üç günü böyle faydasız, hatta zararlı geçirmek, can sıkıntısından patlamak. Boşuna içlenmek. Üstelik üşümek. Yahut da kazmayı, küreği alıp, santral kanalını temizlemeye gitmek. Emin olun gidenler, kalanlar kadar üş ümeyecektir. çünkü, inanarak çalısan insan ne soğukta ü şür, ne sıcakta yanar. O; yücelten, dirilten, kuvvetli kılan bir heyecan içinde her türlü güçlüğün üstüne çıkmı ştır... Onu hiçbir karş ı kuvvet yolundan alıkoyamaz. Yeter ki bir insan yaptığı iş in gereğine inansın.

-Ben şimdi kazmamı küreğimi alıp kanala gidiyorum, dedi. çünkü kanal açılınca elektriklerimiz yanacak. Elektrik yanınca okulun i şleri yoluna girecek. Kitap okuyabileceksiniz, ders çalışabileceksiniz. Sularınız akacak, yıkanabileceksiniz. Size şunu söyluyorum, bizim asıl bayramımız, yurdumuz bu gerilikten, bu karanlıktan kurtulduğu gün ba şlayacaktır. şimdilik bize düş en milletçe çalısmak, çok çalışmaktır. Parolamız şu olmalıdır: "Bayramlarda çalışırız bayramlar için".

Ben gidiyorum. Gelmek isteyenler gelsin.

Heyecanlanmıştık, üşümemiz geçmişti.

-Hepimiz geleceğiz! diye bağırmıştık.

-Bayramda çalışırız bayramlar için! Bayramda çalışırız bayramlar için!

Altı yüz kişi böyle bağırdık. Sonra da kazma kürekleri koyduğumuz işliğe doğru bir koşuşma başladı. İnsanların böyle canlanması, bir amaca doğru saldırması belki sadece savaşlarda görülür. Santral havuzundan başlayarak onar metre arayla su kanalına dizildik. çıplak Hamidiye Ovası ayaz. Kırıkkız Dağı'ndan doğru zehir gibi bir rüzgar esiyor. Pelerinlerimizin etekleri uçuşuyor. Kazmayı vurdukca yüzlerimize buz parçaları fırlıyor. Bazı yerlerde kar heryeri doldurmuş, kanal dümdüz olmuş. Nereyi kazacagız belli değil. Müdürümüz, öğretmenlerimiz ba şımızda dört dönüyorlar. Bir o yana ko şuyorlar, bir bu yana. öyle çalışıyoruz ki, boyunlarımızdan buğu çıkıyor. Bazen adam boyunda buz parçalarını elleyip çıkarıyoruz kıyıya. Kimisi bağırıyor, kimisi kazmalara tempo tutuyor. Bir gürültü gidiyor kanal boyunca. Yeşilyurt köylüleri evlerinin önune çıkmıs, bize bakıyorlar. Böyle çalısmamıza alışkınlar ama, bayram günü, bu soğukta nasıl donmadığımıza şaşıyorlar. Yeşilyurtlu arkadaşımız Azmi, - köyü yakın oldugu için izinli ya! - bize evlerden bazlama ekmek taşıyor. Köylü ekmeğini özlemişiz, aramızda kapışıyoruz. Yukarılardan, aşağılardan ikide bir sesler yükseliyor:

-Bayramda çalışırız bayramlar için!

Koca ova çınlıyor. Taa uzaktan Hamidiye'nin, Mesudiye'nin köpekleri ürüyorlar. Bu kış günü böyle seslere anlam veremiyorlar herhalde. Ayaz ovanın ıssızlığı yırtılıyor. O gün o kanalın yarı yerini açtık. Bir buçuk metre derinliğinde, uzun, derin bir çukur karları yara yara gitti. Ertesi gün taa bende kadar tamamladık. Sonra merasimle suyu saldık. Nazlı bir gelin getirir gibi önünden ardından yürüyerek, türküler marşlar söyleyerek getirdik ve geç zamanda, santral havuzuna döndük, sonra bir baktık, okulumuzun balkonuna çakılı "Ç K E" yandı... (Çifteler Köyü Enstitüsü). O zamanki sevincimizi nasıl anlatmalı? Üşümüş ellerimiz alkıştan ısındı. "Yaşa var ol" seslerimiz ufukları kapattı. Dünyanın en içten gelen, en coşkun bayramı oldu belki. Hiç unutmam bir arkadaşımız kendi ellerini öpüyordu. "Aferin ulan eller, diyordu, bu elektiriğin yanmasında senin de hissen var, yaşasın." Sevinçten gözlerimiz yaşarmıstı. Müdürümüz bir tümseğe çıktı. Birkaç kelimeyle başarımızı tebrik etti. Her nokta koyuşta "sağ ool!" diye bağırıyorduk.

- Þimdi, dedi, depomuza su dolacak, banyoyu yakacagız. Yıkanın ve çalışıp başarmış insanların huzuru içinde uyuyun. Işte gördünüz, inanarak çalışan yapar! Amacına ulaşır! Bu heyecanla çalışmaya devam edersek, biz Türkiye'yi de yükseltebiliriz!

- Yükseltecegiz!, diye bağırdık.

-Bayramda çalışırız bayramlar için! Bayramda çalışırız bayramlar için!

Içeri girdik, musluklardan şarıl şarıl sular akıyordu.

Birbirimizi tebrik ediyorduk.

Unutulmaz bir bayramdı."
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page 1, 2, 3  Suivante
Page 1 sur 3

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.