585 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 585
Membre(s) : 0
Total :585

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 2 jours
murat_erpuyan : 2 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Insanlar, anilar, ilginç hikayeler...
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

Insanlar, anilar, ilginç hikayeler...
Aller à la page Précédente  1, 2, 3  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 17 Déc 2009 0:01    Sujet du message: Répondre en citant

Audrey Hepburn'ün İzmirli olduğunu biliyor muydunuz?

bkz :

http://www.haberturk.com/haber.asp?id=189584&cat=190&dt=2009/11/29
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 03 Jan 2010 2:23    Sujet du message: Répondre en citant

1827 yılında Almanya'nın Brandenburg kentinde Karl adında bir çocuk dünyaya gelir. Babası müzik öğretmeni olan Karl, aile içinde baş gösteren huzursuzluklardan dolayı bir Fransız yetimhanesine gönderilir. Daha sonra gemilerde miço olarak çalışır. Hamburg'tan kalkan bir gemiyle İstanbul'a giderken henüz 12 yaşındadır.
Gemi İstanbul'a geldiğinde denize atlayan Karl, Kız Kulesi'ne yüzerek kaçar. Kendisini kurtaran Kız Kulesi'nin bekçisine gemiye geri dönmek istemediğini söyler. İki ülke arasında küçük bir politik sorun yaşanır. Ama Osmanlı sadrazamı Ali Paşa sorunu çözer ve Karl'I korumasına alır. Karl Mehmet Ali adını alır. Mehmet Ali, Kırım, Bosna ve Karadağ savaşlarından sonra 2. Abdülhamit döneminde paşa unvanı alır.

Mehmet Ali Paşa, 1878 yılında imzalanan Berlin Antlaşması'nda Osmanlı'yı temsil eden üç kişiden biri olur. Almanca, Fransızca, Yunanca, Farsça ve Arapça dillerinde şiirler yazan Mehmet Ali Paşa'nın dört kızı olur. Paşa'nın Leyla adındaki kızının da bir kızı olur; Celile.

Celile bir erkek çocuk doğurur: Þair Nâzım Hikmet! Görüldüğü gibi Karl'dan Nazım'a uzanan hikâyenin gösterdiği gibi, Kız Kulesi'nin her zaman hikâyeleri vardır. Eğer Kız Kulesi Karl'ı kurtarmasaydı, Nazım olmayacaktı.
Sunay AKIN
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13627
Localisation: Paris

MessagePosté le: 03 Jan 2010 3:09    Sujet du message: Répondre en citant

Nobel Edebiyat ödülü sahibinden
"Bugünkü dünyada, erkekler için gençleştirme ve kadınların silikonlarına,, alzheimer hastalığını iyileştirme araştırmalarından beş kat daha fazla yatırım yapılmaktadır.
Bundan dolayı birkaç yıl sonra;
- büyük memeli ihtiyar kadınlar ve
- sert penisli ihtiyar erkekler olacak ama, ne işe yaradıklarını hatırlamayacaklar".
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 21 Avr 2010 1:08    Sujet du message: Répondre en citant

Eşekle gelen aydınlık
(Helal olsun böyle insanlara)

Eşekli Kütüphaneci

Yıl 1943. Genç Mustafa’nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesi’ne çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: “Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.” Gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
– Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
– Alıyorum.
– Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
23 yaşındaki genç memur “Ne yapayım, ne yapayım?” diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce “Deli misin bey?” der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi, “Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin. Çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da“ zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne “Kitap İade Sandığı” yazar.
Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
Kütüphaneye de bir yazı asar: “Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.” Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da.
“Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak” de
Mustafa artık Ürgüp’teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel’le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca‘nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa’nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer’e mektup yazar: “Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım“ der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada valilik Mustafa hakkında dava açar, “kendi görev tanımı dışında davranıyor” diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.
Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp’e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.
İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir’den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 12 Mar 2011 1:45    Sujet du message: Répondre en citant

Polis kayıtlarına geçmiş, Kayseri'de yaşanmış gerçek bir hikaye:

Hırsızın biri, bir evin çatısına çıkmış ve anten kablosunu kesmiş.
Evin reisi de tam TV'ye dalmışken yayın kesilince televizyonunu biraz kurcalamış,
'Bozuldu herhalde ' diyerek yatmış.

Ertesi gün adam işe gittikten sonra hırsız kapıyı açıp adamın karısına,
'Yenge, beni abi gönderdi, televizyon bozuk, alın da bir bakın dedi' demiş.
Saf kadıncağız da televizyonu vermiş.

Akşam adam eve gelip de televizyonu göremeyince, karısından durumu öğrenmiş ve tabii ki dumura uğramış.

O hafta sonu balkonda keyif yaparlarken bizim hırsız aşağıdan ıslık çala çala, onlara bakarak sokaktan geçmiş.
Kadın hırsızı tanımış ve 'Bak bey! televizyonu çalan adam işte buydu!!' demiş.
Adam bunu duyunca, pijamalarla hırsızı kovalamaya başlamış.
5 dakika sonra diğer bir hırsız adamın evine gelip, karısına;
' Yenge, ben polisim, abi hırsızı yakaladı, şimdi karakoldalar. . Pantolonuyla, cüzdanını istiy or.' demiş, kadın da saf saf vermiş normal olarak.

Adam hırsızı bir saat kadar kovaladıktan sonra, kan ter içinde eve dönmüş... yine dumur! Artık adam karısını ne yapmış bilinmiyor?.
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 23 Oct 2011 1:04    Sujet du message: Répondre en citant

Hüseyin Özer
Duymus muydunuz ?



ve de Ingiltere'de Lokantalarinin sitesi :



Uploaded with ImageShack.us


Dernière édition par murat_erpuyan le 06 Aoû 2014 2:28; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
SelimIII
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 30 Aoû 2007
Messages: 3006
Localisation: Paris

MessagePosté le: 05 Jan 2012 0:24    Sujet du message: Répondre en citant

Yukarida Hüseyin Özer ilgili yaziyi tesadufen okuyunca aklima geldi arastirdim, asagidaki haberi aktarayim :



http://www.sabah.com.tr/Yasam/2011/11/28/sofrada-terore-tepki-yagiyor

ve



http://www.tumkoseyazilari.com/yazar/erdal-safak/27-11-2011-sofrada-teror.html
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13627
Localisation: Paris

MessagePosté le: 28 Aoû 2012 23:19    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Yıldız Kenter’in hayatından bilinmeyenler

Onu tanımayan bir Türk bulunur mu bilemem. Gelmiş geçmiş en büyük Türk tiyatro oyuncularından biri. Sıradışı bir kadın.
Olağanüstü yetenek. Onun yüzünde, hayatın, yaşanmışlığın, birikimin izleri var. Ama Yıldız Kenter’in annesi, babası kimdi, çocukluğu nasıl geçti, hangi şartlarda yetişti, neleri aştı da Yıldız Kenter oldu? İşte Yıldız Kenter, hayatının Yıldız Kenter olmadan önceki bölümünü anlattı. Ki müthiş bir öykü…

Ahmet Naci Bey kim?
- Rönesans prensi gibi yetiştirilmiş bir adam. Ailesi, varlıklı ve aristokrat. Dedesi Bağdat kadısı, babası Galip Bey, Ayan azası. Çamlıca’da bembeyaz saçaklı, işlemeli tavanlı muhteşem bir köşkte yaşıyor. Ve ailesi bu genç adamı, iyi bir tahsil alsın diye İskoçya’ya Glasgow’a yolluyor…

Olga Cynthia kim?
- Londra’da bir resepsiyonda tesadüfen Ahmet Naci Bey’in yanında oturan çok güzel bir İngiliz kadın. Yanındaki genç adama bakıyor ve gülümsüyor. Belli etmemeye çalışmasına rağmen, Ahmet Naci Bey’in dişinin ağrıdığını anlıyor. Anlamamaya olanak yok zaten, yüzü arı sokmuş gibi şişmiş. Olga, dişi apse yapan bu adamı görür görmez aşık oluyor.

Sonra ne oluyor?
- Olga Cynthia, Hyde Park’ta ata bindiğini söylüyor, Ahmet Naci Bey de ertesi sabah soluğu Hyde Park’ta alıyor. Birlikte at biniyorlar, yemeğe gidiyorlar. Gözlerini birbirlerinden alamıyorlar. Ahmet Naci Bey de Olga’ya vurulmuş durumda. Bu İngiliz kadından kopmak istemiyor. Aksi gibi, tahsilini de tamamlamış, ülkesine dönüp, hariciyeci olarak çalışması gerekiyor. Ne yapsa? İmkanı olsa onu cebine koyacak, Türkiye’ye götürecek. “Yeri ve zamanı olmayabilir ama benim karım ve çocuklarımın annesi olur musun? Benimle evlenip, Türkiye’ye gelir misin?” diyor.

Çok heyecanlı. Olga ne cevap veriyor?
- Çığlık atıyor. “Çok isterim ama ne yazık ki imkansız!” diyor.
Neden? O da aşık değil miydi Ahmet Naci Bey’e?
- Evet ama Jack var!

Jack de kim?
- Olga Cynthia’nın ailesinin, gezginci bir tiyatro kumpanyası var. Annesi, babası da oyuncu. Babası ölünce, annesi bir başka adamla Avustralya’ya kaçıyor. Olga’yı da anneannesine bırakıyor. Anneanne de 16 yaşındaki bu kızla nasıl başa çıkacağını bilemiyor. İyisi mi onu evlendireyim diyor. Kader bu ya, harbe giden koca dönmüyor ve geride 16 yaşında hamile bir genç dul bırakıyor. Jack, Olga’nın minik oğlu…

Eeeee?
- Eeee’si, Ahmet Naci Bey, Olga’ya sıkı sıkı sarılıyor, “Hiç sorun değil” diyor, “Hiçbir yere bırakmıyorum sizi. Geliyorsunuz. Hemen şimdi. Sen, ben ve oğlumuz, Türkiye’ye gidiyoruz… ” İşte, annemle babamın Türkiye’ye geliş hikayesi budur! Ve tabii üvey abim Jack’in…

Y ARISI YAVRUMUN YARISI, YARISI YILAN YAVRUSU
Bu aşk öyküsü, o yılların Türkiye’sinde nasıl karşılanıyor?
- İşgal yılları. Ruslar, İngilizler, Yunanlılar, İtalyanlar ülkeyi bölmeye çalışıyorlar. Zor ve karışık zamanlar. Herkesin herkese şüpheyle baktığı yıllar. Bizimkiler Orient Express’le Sirkeci’ye geliyorlar. Vapura biniyorlar ve Üsküdar’a geçiyorlar. İngiliz annemin, nefesi kesiliyor İstanbul’un güzelliği karşısında. O Boğaz’a bakmaya kıyamıyor. Savaş da neymiş, o dünyanın en mutlu kadını, sevdiği adamın peşine takılıp gelmiş. Onun için müthiş bir macera. Faytona binip Çamlıca’ya babamın ailesinin yaşadığı köşke geliyorlar. Dantela
gibi saçakları olan beyaz bir köşk. İşte kabus, o köşkte başlıyor…

Neden?
- Çünkü babamın ailesi annemi istemiyor. “Bu gávur karıyı da nereden buldun getirdin?” diyor. Hatta Nedim Abim doğunca, babaannem, abimi “Yarısı yavrumun yarısı, yarısı yılan yavrusu!” diye seviyor.

Anneniz bu zorluğu nasıl aşıyor? Bunalıma girmiyor mu?
- E biraz zor oluyor tabii. Ama her şeye göğüs geriyor. Hatta sevdiği adam uğruna kara çarşafa bile giriyor. Müslüman oluyor ve Nadide ismini alıyor. Londralı Olga Cynthia, oluyor Bandırmalı Nadide…

Pardon ama o nasıl oluyor, Bandırma nereden çıkıyor?
- Nüfus idaresindekiler, “Dini Müslüman, adı Nadide, bunun doğum yeri Londra olamaz, yanlış yazmışlardır, olsa olsa Bandırma’dı r” diyorlar.

Sonra ne oluyor?
- Babam Ahmet Naci Bey, Lozan’da İnönü’nün özel kalem müdürü oluyor. İyi tahsil görmüş, gelecek vaat eden bir genç. Kim bilir memlekete daha ne faydaları dokunacaktı ama maalesef mümkün olamıyor.

Hayırdır şimdi ne oluyor?
- Yeni bir kanun çıkıyor: “Hariciyecilerin karısı yabancı olamaz.” Bu kanun, bizim hayatımızın dönüm noktası oluyor, hayatımızın içine ediyor. Gerçi İsmet İnönü, babama şöyle pratik bir formül öneriyor: “Resmen boşan, ama birlikte yaşa.” Öyle yapan dışişleri mensupları var. Ama babam bunu, aşkı uğruna memleketini, ailesini terk eden karısına bir hakaret olarak algılıyor, “Hayır efendim” diyor, “Mesleğimden vazgeçerim ama karımdan vazgeçmem.” İstifa ediyor. Ivır zıvır işler yapmaya başlıyor, gazetelerde tercümanlık filan. Sonra Ankara’da Ziraat Bakanlığı’nda iş buluyor. Ama esas olarak, mesleğinden olunca ba bamın hayatı kayıyor. Tabii bizim de…

Bunun sonuçları ne oluyor?
- Fakr-u zaruret. En son ben doğmuşum Çamlıca’daki köşkte. Ama bütün eşyalar zaten satılmış. Beni saracak bez yok, çarşaflar yırtılıyor filan. Sonra köşk de satıldı. Ben kendimi bildim bileli fakirdik. Ama ne yoksulluk. Gözümü kapatıp geçmişi düşününce, hep aynı kare geliyor gözümün önüne, bir evden bir başka eve taşınıyoruz, daha ucuz diye. Bir araba tutulur, İngiliz anne öne sürücünün yanına oturur, arkaya da, soba boruları, tel dolaplar filan, tıngır mıngır yeni eve gideriz. Ankara’da ve İstanbul’da hep fakir semtlerde yaşadık. Aile nüfusu da artıyor. Annem güya Türk kadınlarını eleştiriyor, “Aman bunlar da tavşan gibi doğuruyor!” diye. “Ama anne biz de 6 kardeşiz” diye hatırlattığımızda susup, duymazlığa geliyor.

Bu arada nasıl bir aileydi sizinki?
- İngiliz gávur ana, her daim sarhoş bir baba… Ama sevgi dolu bir aile. Fakirdik ama mutluyduk. Babam, içmediği zamanlarda inanılmaz iyi bir insandı. Müthiş bir centilmen. Evimiz dağınıktı, annem tertiple düzenle pek ilgilenmezdi. Zaten bütün bu sefaletimize rağmen, evde hep bir yardımcı vardı, nereden nasıl bulunurdu, onlara para ödenir miydi bilmiyorum. Hepsi de bizim evimizde yatarlardı. Ama ev, zaten yol geçen hanı gibiydi. Hastaneden çıkartılmış, 2 çocuklu kadın, sokakta dilenen bir nine, zerzavatçı, Mösyö Dörö diye bir kaçak Fransız, Cok diye İskoç, bir de üstüne sokak kedileri, köpekleri… Garip bir aileydik. Etraftan tuhaf bakarlardı. Bir gün hiç unutmuyorum, yine kavga ettiler, babam hepimizi evden kovdu. Sarhoştu. Annem de topladı bizi, babamın arkadaşlarından birinin evine gittik. E orada kalacak halimiz yok ya, akşam geri döndük tabii. O da ne! Bütün komşular pencerede, ne oluyor diye bir baktık, babam var olan üç beş parça eşyamızı toplamış, kapının önüne yığmış. Komşular soruyor, ne oluyor diye . Evde badana var da diyoruz, babamızı korumaya çalışıyoruz. Bu arada baba aç kapıyı diyoruz, açmıyor. Bulaşık kapları, domatesler ve tuzluklarla birlikte biz de bekliyoruz, kapının önünde….

Bütün bunlar sizi nasıl etkiledi?
- O kadar doğal geliyordu ki. Bizim ailede olur. Nasıl olsa, babamın sarhoşluğu geçer, kapıyı açar. Babam alkolik diye hiç utanmadım. Tuhaf bir şekilde normal kabullendim. Sarhoş-marhoş babamızdı, başımızın üzerinde yeri vardı.


Peki alkole karşı tepki duymadınız mı?
- Hayır hayır, içmekten hep keyif aldım. Ama ailemizde alkolizm sıkıntısı hiç eksik olmadı, Müşfik’te de vardı.

Babanızın bu kadar içmesinin sebebi neydi?
- Babam, aşkının bedelini çok ağır ödedi, kendini içkiye vurdu. Bir de tabii şu var: Güçlü biri değildi, zaafları vardı. İnsanın 6 çocuğu varken, bulduğu üç beş kuruşu içkiye harcaması normal bir şey değil. Ayıkken parayı kitaplardan birinin içine saklardı, sonra nereye koyduğunu unuturdu. Biz bulurduk, o parayla yemek yemek isterdik, üzerimize atlardı, boğuşurduk, parayı elimizden alır, sobaya atardı, bize kızdığı için. Bir başka sefer, yine onun elinden para kapmak istiyoruz, üzerine çıkıyoruz filan, annem bu sefer, “Sevgilimi, kocamı rahat bırakın! Sizi terbiyesiz çocuklar!” diye bize saldırıyor. Annem, hayatı boyunca Naci’sini korudu, bizden bile…

Babanızla ilişkiniz böyle kavgalı dövüşlü müydü?
- İçmediği zamanlar mükemmeldi. Dünyanın en iyi babasıydı. İnanılmaz şefkatli, bilgili, araştıran, yardım eden. Ve 6 ay içmediği zaman olurdu. Sıradışı bir alkolikti. Ama sonra bir başlardı, tut tutabilirsen. ..

Anneniz, “Böyle bir ortamda çocuk yetiştirilmez. Onları alıp gideceğim” demedi mi hiç?
- Asla. Bir gü n bile demedi. Hatta İngiliz Sefareti’nden birtakım adamlar geldi eve. Sivri burunlu ayakkabı giyen birtakım şık adamlar geldiler. Güya bizi kurtaracaklar. Bizi İngiltere’ye yollamak istediler, eğitimimizi İngiliz devleti üstlenecek, sosyal güvencemiz olacak… Annem, onları eve bile sokmadan gönderdi. Babamı görmelerini de engelledi, çünkü babam içeride sarhoş yatıyordu. “Ben gitmek istemiyorum. Benim çocuklarım Türk. Babaları da Türk. Onlar burada, babalarının yanında büyüyecekler.. .” dedi. Annem de babam da, her zaman aklını kullanan insanlar değildi. Ama bazen aklı kullanmamanın da bir güzelliği vardır. Babam, annemi boşayabilirdi. O yapmadı, bunu gurur meselesi haline getirdi, kendince annemi onore etti. Annem de ona, İngiliz hükümetine sırt çevirerek karşılık verdi.

Peki bu kadar zor durumda olan bir aile, nasıl ayakta kalabildi?
- Bir tek cevabı var: Aşk.

EN BÜYÜK PİÞMANLIÐIM
Rockefeller bursuyla Amerika’ya gidecektim. Gitmeden önceki akşam, babamla kavga ettik. İçkisi yüzünden. “Birkaç sene yokum. Üç beş arkadaşımı veda yemeğine çağırmak istiyorum. Ne olur bu akşam içmesen baba” dedim. Acayip sinirlendi. “Cehennemin dibine kadar yolun var. Git, gelmez ol. Gelecek olursan da beni bulma inşallah” dedi. Bu sözler kıymık gibi battı yüreğime. Kavgalı ayrıldık. Ama sonra güzel bir mektup yazdı: “Aklım orada diyorsun, yüreğim buruk. Af diliyorsun sonra da. Anam suratlı kızım, sen de biliyorsun ki, af dilemesi gereken benim. Diliyorum da nitekim. Ama ne olmuş yani, bağırdık, çağırdık, attık içimizdeki pisliği, arındık. Bitti. Hayyam’dan bir dörtlükle kapatıyorum yavrum bu bahsi: Neylesem bu benim iç kavgalarımla/ Pişmanlığım, kendi düşmanlığımla/ Sen bağışlasan da, ben yerim kendimi/ Neylesem bu yüz karam, bu utancımla…” Ne yazık ki canım babam, bu mektubu yazdıktan sonra öldü. Çok gençti, 61 yaşında. Yanında olamadığım i çin çok pişmanlık duydum.

Anneniz peki?
- Zatürree gibi bir şey oldu, iyileşti. Tekrar yatağa düştü, hastaneye kaldırdık. O gün oyunum vardı. Gece geldim hastaneye, “Anneniz iyi” dediler, yanında kalmak istedim, ama ertesi gün de iki oyunum vardı, tiyatrodan arkadaşlarım “İyiymiş, hadi gidelim” dediler. Uydum onlara, sabah 4′te telefon çaldı. “Annenizi kaybettik” dediler. Çok fena oldum. Ne annemin ne babamın ölümüne yetişebildim.

Bakınca geriye, takdir edilmeyi beklediğim anlarda tokat yediğimi hatırlıyorum

Ailenizin lisanı neydi? İngilizce mi konuşulurdu, Türkçe mi?
- Genellikle Türkçe. Ama araya İngilizce girerdi. Ve annemin kendince İngilizce’den Türkçe’ye çevrilmiş bir dili vardı. Asla gözlük dedirtemezdiniz, gözlükler derdi; pantolon da demezdi, pantolonlar ve zeytins. Türkçe’yi de çok güzel bir a ksanla konuşurdu. Zaman zaman da sen ve sizi karıştırırdı, “Sen çok terbiyesiz bir çocuksunuz!”

Bunca gürültünün arasında nasıl okudunuz?
- Ortaokuldayken her sene ikmale kaldım. Geride durmayı tercih eden bir çocuktum. Konservatuvara girdikten sonra açıldım, parlak bir öğrenci oldum. Ablam Güner’in çok güzel sesi vardı, konservatuvara girmek istedi, bırakmadılar onu. Ben girebildim, babam annemden gizli kaydettirdi.

Anne niye izin vermiyor?
- Orada okuyan kızlara orospu dendiğini duyuyor. “Ben çocuklarıma orospu dedirtmem!” diyor. Bazı konularda çok tutucuydu. Þükran’la gizli evlendim ben.

Neden?
- “Bir defa denedin yapamadın. Yeter artık işte!” dedi.

İtişip kakışır mıydınız hep böyle?
- En az anlaştığı çocuğu bendim ama ölünceye kada r benimle yaşadı. Bazen onu sinir etmek için, “Senin bir sürü çocuğun daha var. Niye onların yanına gitmiyorsun? ” derdim. “Onları seviyorum ama sana güveniyorum” derdi.

En çok hangi çocuğunu severdi?
- Ablam Güner’i. Sonra da en küçük bebeği Müşfik’i. Güner, raşitikti. Cumhuriyetin birinci yılında 29 Ekim’de annemi Ankara’da hastaneye kaldırmışlar. Ve babama sormuşlar “Anneyi mi kurtaralım çocuğu mu?” Anneyi, demiş babam. Karnını yarmışlar ve Güner’i çıkarıp bir faraşın üzerine koymuşlar. Annem de hep anlatır, Tanrım koru o küçük bebeği diye nasıl dua ettiğini. Ama faraşta yaşamış ablam. Ona çok zaafı vardı. Güner’i bir gün yatağa yatırdılar, çikolatalar, şekerler, çekirdekler filan. Güner de böyle yatıyor. Sonradan öğrendim ki, Güner regl olmuş, annem ona bir kutlama yapıyor. Ben de o günü bekliyorum, ben de yatağa yatacağım, çikolatalar, şekerler. O gün geldi, ben tuvaletten bağırıyorum, “Anneeeee geeeeeel” Kapı da kilitli. “Geldim aç kapıyı” dedi. Heyecan içinde açtım, beni de kutlayacak diye. Bir tokat. “Bir daha kapını kilitleme!” diye. Þimdi bakınca geriye, heyecanla takdir edilmeyi beklediğim anlarda tokat yediğimi hatırlıyorum.

Kardeşlerden kaç tanesi hayatta?
- Dört tanesi. Ablam Güner, ben, Müşfik ve Mahmut.

Peki Jack abiniz?
- O 14 yaşındayken Türkiye’yi terk ediyor. Annem sonra onun izini Güney Afrika’da buluyor. Geri geliyor. Sonra eşi ve çocuklarıyla bizi hep ziyaret etti. Ama o da artık hayatta değil.

Yaşlandıkça annenize mi benzediniz?
- Evet, hem de nasıl! Görünüşüm benziyor bir defa. Ve başka bir dolu şeyim. Günden güne daha da çok ona benziyorum. Ben boş ev severim, ıvır zıvır sevmem. Fakat son zamanlarda, evimde birtakım ıvırlar zıvırlar fark etmeye başladım. Aynen annem gibi, bir dolu şeyi oraya buraya koyuyorum. Ben de bu duruma şaşırıyorum. Hepimiz özümüze dönüyoruz, aslımıza rücu ediyoruz. Bir de tabii, annemin yaşama inanılmaz bir bağlılığı vardı. “Aslan gibi ölmektense, köpek gibi yaşamayı tercih ederim” derdi. Ben de öyle diyorum…


KIZIM LEYLA

Kızınız Leyla şu anda nerede?
- Kenya’da. Leyla, Cambridge’de iki fakülte bitirdi, hariciyeci oldu. Sonra evlendi. Kocası da hariciyeciydi. Aynı yerlere göndermiyorlardı , istifa etti, Büyükelçi karısı şu anda. Fakat merkeze geldikçe, Bilkent Üniversitesi’ nde ders veriyor. Yarın Türkiye’ye geliyor. Bir ameliyat geçirecek. Kanser de. İyi olacak inşallah (Ağlamaya başlıyor).

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 06 Fév 2013 1:06    Sujet du message: Répondre en citant

10. yil marsi !

Citation:

Bunu biliyor muydunuz ?

1904 yılında Feli-Körling tarafından bestelenen ve İsveç'te 'tre trallande jantor'yani 'üç hoppa kızın şarkısı' olarak bilinen; 1909 yılında Selim Sırrı Tarcan tarafından İsveç'de öğrenilip, Türkiye'ye getirilen ve bu melodiye İstanbul'da öğretmen ve şair Ali Ulvi bey tarafından söz yazılan; 1916'da ilk kez beden eğitimi gösterisinde söylenen, Mustafa Kemal'in çok beğenip, silah arkadaşlarına öğrettiği, Cumhuriyet'in ilanından sonra da 'Gençlik Marşımız' 'Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar' olarak kabul edilen marşın melodisini, İsveç'den aldığımızı biliyor muydunuz?

Þarkının orijinalı aşağıdaki link'de. Konu ile ilgili bir de küçük anekdot: 1955 yılında İsveç'den bir kız Jimnastik ekibi İstanbul'a gelir. Spor ve Sergi Sarayında yaptıkları gösteriyi, piyano eşliğinde söyledikleri 'tre trallande jantor' şarkısıyla bitirirler. Bunu Türklere yönelik bir jest zanneden seyirciler de ayağa kalkar ve 'Dağ başını duman almış' diye İsveçli sporculara eşlik ederler. Daha sonra durumu bilmeyen İsveç medyası da, 'centilmen Türk seyircisinin İsveçlilere jesti' diye haber yapar.

Aşağıdaki linkte, İsveçlilerin adı "üç hoppa kızın şarkısı" olan şarkı var...








et la version turque



yv
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 14 Fév 2013 0:46    Sujet du message: Répondre en citant

Atatürk'ün manevi evladi Ülkü hakkInda

Citation:

Atatürk'ün vasiyetinde adı geçen son yakını da hayatını kaybetti. (O vasiyette İsmet İnönü'nün çocukları ifadesiyle geçen Özden Toker'i saymazsak.)

Deniz sefalarında, yazlık teraslarda, güvertelerde, salıncaklarda çekilmiş Atatürk'ün en sevimli fotoğraflarında üzerine titrediği görülen manevi kızı küçük Ülkü, 80 yaşında tedavi için gittiği Ankara'dan dönerken geçirdiği bir
trafik kazasında hayata veda etti.

Vefatının ardından gazetelerde Wikipedia'dan copy-paste edilmiş birbirinin
aynısı küçük biyografiden başka bir şey çıkmadı. Ülkenin kurucu liderinin son yıllarında yanından ayırmadığı Ülkü hakkında da tıpkı Atatürk'ün diğer
manevi evlatları gibi o kadar az şey biliniyor ki.

Yine de İstanbul'a gelirken Paris yakınlarında trenden atlayarak / düşerek / atılarak hayatını kaybeden manevi kızı Zehra Aylin'den daha çok şey bilindiği kesin.

Hikâyenin başı Selanik'te Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım'ın, annesi Vasfiye Hanım'ı 1,5 yaşında yetim kalınca evlatlık almasıyla başlıyor. Sonu ayrılıkla biten evlilikler yapan Vasfiye Hanım, ölümüne kadar Zübeyde Hanım'ın yanında kalıyor. Onun ölümüyle ortada kalan Vasfiye Hanım'a Atatürk sahip çıkıyor ve onu Gazi Orman Çiftliği'nde istasyon şefliği yapan Mehmet Tahsin Bey'le (Çukurluoğlu soyadını alıyor) evlendiriyor.

Doğumundan önce "Erkek ya da kız ne olursa olsun adı Ülkü olacak" diyen Atatürk isim babası olduğu küçük kızı çok seviyor, 1,5 yaşına kada r gün aşırı annesiyle birlikte evlerinden aldırıp Çankaya'ya getiriyor, onunla oyunlar oynuyor. Sonra bakıyor ki bu iş böyle olmayacak Ülkü ve annesini Çankaya'ya yerleştiriyor. 1,5 yaşından 5,5 yaşına kadar son yıllarında Atatürk'ün yanında kalıyor Ülkü.

Anlatılanlara bakılırsa Atatürk harika bir ebeveyn değil. Küçük kızı gece gezmelerine bile götürüyor, Ülkü'nün bir TRT röportajında gösterdiği fotoğrafa bakılırsa ona bira fabrikasında bira bile içiriyor, ama Atatürk'le birlikte Ülkü'nün çok eğlenceli bir çocukluk geçirdiği kesin.

Buraya kadarının çoğunu Wikipedia da biliyor.

Peki, Atatürk'ün ölümünden sonra, vasiyetinde aylık 200 lira maaş bağladığı, Atatürk Orman Çiftliği civarında bir ev tahsis ettiği Ülkü'ye ne oluyor?

Anlatan olmadığı için tam olarak bilmiyoruz. Kılıç Ali'nin anlattığı
kadarını okuyalım: "Atatürk'ün ölümünden sonra, Atatürk'ün candan sevdiği bu çocuğa da az mı eziyetler çektirmek istediler. Adeta çocuktan bir hınç çıkarıyorlarmış gibi sağlıklarında kendi elleriyle döşediği ve Ülkü'ye
tahsis ettiği evin eşyalarını birtakım bahanelerle geriye almak, vaktiyle
adeta lalalık ettikleri yavrucağızı eşyasız, kuru tahta üzerinde bırakmak
için az mı gayret harcamışlardı."

Bilinen, küçük Ülkü'nün İstanbul Amerikan Kız Koleji'nden hemen sonra daha 16 yaşındayken diğer manevi kızlardan Sabiha Gökçen'in amcaoğlu üsteğmen Fethi Doğançay'la evlendirildiği.

Bu evlilikten iki çocuğu olan ve uzun süre adı unutulan Ülkü Doğançay'ı,
1962 yılında yeniden gazete manşetlerine çıkaran olay ise yaşadığımız ülke ve rejimimiz hakkında çok şey anlatmakta.

İki çocuk annesi 30 yaşındaki Ülkü, 1962 yılında kendisinden yaşça küçük
Nişantaşı'nın 1.90 boyunda sarışın en gözde zengin bekârlarından birine âşık olur ve onunla evlenmek için subay eşinden boşanır.

Bu evliliği gazete manşetlerine çıkaran yaş farkı ve boşanma hikâyesi
değildir. Atatürk'ün manevi kızı Ülkü'nün evlendiği genç adamın İstanbul'un ünlü Musevi yağ tüccarı ailelerinden birinin oğlu olan Yeşua Bensusen olmasıdır.

27 Mayıs darbesinin hemen arkasıdır. Basın ve "devrim"in bekçileri Milli
Türk Talebe Birliği ve Mustafa Kemal Derneği bu evliliğe karşı ayağa kalkar, protesto gösterileri düzenler.

Atatürk'ten Ülkü'ye intikal eden hakların kendisinden alınmasını istemekle
yetinmez, okul kitaplarından Atatürk ile Ülkü'nün anlatıldığı tüm bölümlerin
çıkarılmasını da isterler.

Mustafa Kemal Derneği Başkanı Muhtar Kumral, "Atatürk'ün manevi kızının bir Yahudi genciyle evlenmesi bütün Türk halkında kuvvetli bir memnuniyetsizlik yaratmıştır. Bizler bunu protesto ediyoruz.
Atatürk'ün kızını örnek alan birçok genç kız yabancı gençlerle evlenme
arzusu göstermekteler," diyerek tepkisini dile getirecektir.

Kampanyanın basındaki ayağını ise Hürriyet, Gece Postası ve Yeni Sabah
götürmektedir. Tepkileri manşetlerden veren gazetelerin yer verdiği okuyucu mektuplarında Ülkü ve Yahudi eşinin vatandaşlıktan çıkarılması, memleketten kovulması bile istenmektedir. Çiftle konuşan Hürriyet, röportaja "Ülkü bu izdivacı normal görüyormuş" başlığını uygun bulur.

Tepkiler üzerine Yeni Sabah 'a konuşan Yeşua Bensusen kendisini şöyle
savunmaktadır: "Türk vatandaşıyım, vatanî görevimi şerefli Türk ordusunda yaptım. Memleket için gerekirse kanımı akıtabilirim. Her Türk genci gibi Atatürk'e son derece bağlıyım, içimdeki Atatürk sevgisi sonsuzdur, Atatürk'ün hatırasını yaşatabilmek, Ülkü'yü mutlu kılabilmek amacıyla elimden gelen gayreti göstereceğim."

Ama yetmez. Sonunda Yeşua Bensusen adını Yaşar Bensu olarak değiştirdiğini bile açıklar.

Ülkü'ye bu evlilikten sonra uzun yıllar yok muamelesi yapılır. Gazete
arşivlerinde onun adına 1980'lerin başından itibaren yeniden rastlanıyor. Bu kez yeni Türk ve Müslüman olan eşinin soyadıyla.

Ömrünün son dönemlerinde adını maddi durumundan şikâyet ederken, kendisine bir araba ve şoför tahsis edilmesini isterken duyduk Ülkü'nün. Ve son olarak belki de o arabayla ve şoförle hayatına mal olan kazayla.

Kurucusunun üzerine titrediği küçük kızını bile mutlu edememiş, hatta linç
etmeye çalışmış bir cumhuriyetin hazin bir hikâyesini daha okudunuz.

(Bu yazıda Ülkü Adatepe'nin Yeşua Bensusen'le evliliğiyle ilgili anlatılanlar ve alıntılar Toplumsal Tarih Dergisi 'nin 2008 Ağustos sayısında yayımlanan Rıfat N. Bali'nin "Atatürk'ün Manevi Kızı Ülkü- İkinci
Evliliği ve Yarattığı Tepkiler" makalesinden alınmıştır.)

Yıldıray Oğur
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 18 Fév 2013 2:52    Sujet du message: Répondre en citant

Biraz abartı olsa da bir ara gerçekten bazı beleşçi doktorları bu hale getirdi,rüşvetçi ilaç firmaları, şimdi kar marjları düşünce beleşçilik de azaldı!!!!

Citation:


Düşümde Hipokrat’ı gördüm

FERHAN ÞENSOY

Kemer’de beş yıldızlı bir otelin hiç yıldızsız lobisinde kahve içmekteyim. Resepsiyon kalabalık, herkes odasının anahtarına kavuşmanın derdinde. Bir tartışma ve curcuna egemen resepsiyona. Oda anahtarına kavuşma kavgası verenlerin hepsi doktor, İstanbul’dan aynı uçakla geldik. Yeni çıkacak bir ilacın tanıtım toplantısı söz konusu. Odasını beğenmeyen doktor var, süit oda isteyen doktor var.

-O orda kalıyorsa, benim kral dairesinden kalmam gerekir! diyen doktorların kralı var.

İlaç üretici firmanın temsilcileri hepsiyle tek tek ilgilenerek gönüllerini etmeye uğraşıyorlar. Bir an önce odama çıkmak, odayı beğenmezsem değiştirmek gibi bir telaşım yok, kahvenin yanına konyak söyledim.
Burada bulunmamın nedeni yarın doktorlara bir gösteri yapacak olmam. İlaç firması temsilcisi bir bayan benimle ilgileniyor, herkesin aynı anda gelmesinden kaynaklanan bu karışıklıktan ötürü özür diliyor.

- Ayrı ayrı gelmemiz zordu, aynı uçakla geldik! İstanbul’dan tek kişilik uçaklarla onbeşer dakikalık aralıklarla havalansak hiç sorun olmazdı.
Özel bir isteğim olup olmadığını soruyor, ilaç firması temsilcisi bayan.

-Yarın sabah bütün gazeteleri rica ediyorum.

Birkaç gün sürecek yoğun toplantılar arasında doktorların kafaları değişsin, biraz tıbbi dünyalarından uzaklaşsınlar diye düşünülmüş bir çerez olarak bulunuyor olayların içinde Ferhangi Þeyler!
Resepsiyon ferahlayınca yanaşıp oda anahtarımı aldım, çantamı yüklenen bir komiyle arkadaş, bindik asansöre.

Odam apartman dairesi gibi. Uçsuz bucaksız Akdeniz’e bakıyor duvardan duvara sürgülü pencere. Yatağımın üstünde siyah, şifreli kilitli bir çanta. Biri unutmuş gibi değil, yatağın üstüne özenle konulmuş, konuğa sunulmuş bir çiçek gibi. Zaten kullanılmamış gıcır bir çanta. Þifre üç sıfırı gösteriyor. Tıkladım kilidi, açıldı. Çantanın içinde altın dolmakalem ve tükenmez seti, altın kol saati, deri cüzdan gibi hediyeler var. Doktorlar için düşünülmüş bir hediye paketi. Sayın doktor o saati koluna taksın, o altın kalemlerle, reçetelere yeni çıkan ilacımızın adını yazsın diye. Bir adet de benim odama koymuşlar, ince bir düşünce. Dolmakalem güzel.

Soyunup dökünüp duşa girdim. Duştayken oda kapısının zili çaldı, ilgilenmedim. Banyodaki telefon çaldı yüzüm gözüm sabunluyken, hiç oralı olmadım. Duştan çıktım, daha tam kurulanmamışım gene odanın kapı zili çaldı. Havluyu belime dolayıp açtım kapıyı. Bir otel görevlisi.

-Özür dilerim, rahatsız ettim. Odanızda yatağın üstünde siyah bir çanta var mı?

-Evet, var. Teşekkür ederim, dolmakalem çok güzel. İnsan bir fırt da mürekkep koyar. Dolmakalemi deneyemedik.

-Bir yanlışlık olmuş efendim. O çantalar doktorlar içinmiş, sizin odanıza yanlışlıkla koyulmuş!

-Olsun, güzel bir yanlışlık olmuş, benim bir şikayetim yok, sizin bu kadar ezile büzüle özür dilemeniz gerekmiyor.

-İlaç firması yetkilileri çantaları doktorların sayısına göre getirmişler, doktorlardan birine verilememiş, o doktor çok sinirlenmiş, yetkililer çantayı rica ediyorlar. diye boynunu büktü otel görevlisi.

-Vermiyorum
dedim sırıtarak. Görevli kısa bir şaşkınlıktan sonra:

-Çantalar sadece doktorlar içinmiş efendim. diye söylendi. Hararetle elini sıktım.

-Doktor Ferhan Þensoy! Memnun oldum.

Elimi elinden kurtarıp hızla kapattım odasının kapısını.

Akşam yemeğine inerken belki çantayı çalarlar diye düşünerek, içinden dolmakalemi alıp kendi çantama koydum. Yemekte çanta edinemeyen doktorun kavga gürültü oteli terkedip bir taksiyle havalimanına gittiğini öğrendim. Tamamen tıbbi konulara yönelen akşam yemeğinden vakitlice kalkıp odaya sığındım. Otelin ikramı şarabı içip sızdım.

Gece düşümde Hipokrat’ı gördüm. Bir eliyle sakalını kaşıyor, öbür elinin işaret parmağını usul usul sallıyordu bana, sanki bir suç işlemişim gibi.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
SelimIII
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 30 Aoû 2007
Messages: 3006
Localisation: Paris

MessagePosté le: 28 Fév 2013 10:38    Sujet du message: Répondre en citant

Hüseyin Özer ismini buradaki yazilar sayesinde duymustum, bugub Sozcu'de Can Dundar bu adamin akil almaz hikayesini anlatmis ve PKK'ye haraç vermemesi yuznden basina neler geldigini yazmis.
Ibretlik bir durum :

http://bit.ly/Xl9156
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13627
Localisation: Paris

MessagePosté le: 08 Mai 2013 23:39    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Yilmaz ÖZDIL - Hürriyet 07 Mayıs 2013

Þarampolden zirveye

Gol atmayı değil, gol kurtarmayı seviyordu. Kaleci oldu. Adana’nın amatör İncirlik takımında başladı.

Parladı. İstanbul’a ışınlandı. Beşiktaş’a transfer oldu. Güzel günler geçirdi kara kartalda... Ama her futbolcunun kaderidir, gün geldi, ayrıldı. Balıkesirspor’a gitti. Oradan Antalyaspor’a geçti. Altı sene kaldı Antalya’da... İki defa Süperlig’den düşmenin hüznünü yaşadı, iki defa Süperlig’e çıkmanın sevincini yaşadı. Antalya’nın hayatındaki yeri bambaşkaydı. Orada evlendi. Orada baba oldu. Üstelik... Antalyaspor tarafından evlendirildi. 83-84 sezonuydu. Antalya küme düşmüştü. Kulübün kasası tamtakırdı. Bırak transfer taksitlerini, maç başı paraları bile ödenemiyordu. Gel gör ki, âşık olmuştu, evlenmek istiyordu. Başkan’a gitti, derdini anlattı. Oğlum para yok, halimiz malum, cevabını aldı. Boynu bükük ayrılırken... Kıyamadı başkan, seslendi arkasından, asbaşkana git, halletsin dedi. Uçarak asbaşkana gitti, kapısını çaldı, vaziyet böyle böyle, anlattı. Asbaşkan önce, sırası mı be oğlum diye yakındı. Sonra, o da başkan gibi kıyamadı, durdu düşündü, Osmanlı Kuyumcusu’nu biliyorsun, git oraya, benim adımı ver, para ödeme, lazım olduğu kadar altın al, başka bir kuyumcuya git, bozdur, düğününü yap dedi. Unutulmaz abilikti. Evlendi. Antalyaspor camiası, en dar anında, bir futbolcusunun yuvasını kurmuştu. Artık eskisinden de fazla bağlıydı formasına... Manevi destek, maddi desteğin çok önüne geçmişti. Neticede, zor günler geride kaldı, 1985’te oğlu doğdu, baba oldu. Dedim ya, güzel günler geri gelmişti, oğlunun dünyaya geldiği sene, Antalyaspor şampiyon oldu, yeniden Süperlig’e çıktı. Gel zaman git zaman, yaş ilerledi, Antalya’nın kalesini gençlere bıraktı, ekmeğini futboldan çıkaran bir emekçi olarak, Tavşanlı Linyit’e gitti, oradan Kemerspor’a geçti. En son, Þarampolspor’a... Her çıkışın bi inişi var diye boşuna dememişler, öyle olmuştu, Beşiktaş gibi dev’in formasıyla başlayan yolculuk, çeşitli kavşaklardan geçtikten sonra Antalya’nın amatör Þarampolspor’unda son bulmuştu. Aktif futbola orada noktayı koydu. Kulübeye geçti. Antrenörlüğe başladı. Altı sene boyunca, Antalyaspor’un altyapısında görev yaptı. Oğlu büyümüştü. 13 yaşına gelmişti. Kendisinin aksine, gol kurtarmayı değil, gol atmayı seviyordu. Ve, oğlunun antrenörüydü.

*

Oğul... 17 yaşında profesyonel oldu. Annesinin babasının evlenmesine, kendisinin dünyaya gelmesine vesile olan Antalyaspor’un formasını giydi; yeniden Süperlig’e çıkmasına katkı sağladı. Kaderin cilvesi olsa gerek, babası gibi İstanbul’a ışınlandı, Beşiktaş’a transfer edildi. Tigana’nın gözdesiydi. Tigana kovulup, Ertuğrul Sağlam gelince, işler sarpa sardı, yedek bırakıldı. Manisaspor’a gönderildi. Kırılma anı’ydı... Þampiyonluğa oynayan takımdan, kümede tutunmaya oynayan takıma postalanmıştı. Henüz 21 yaşındaydı. Morali sıfırdı. İlk üç maç, ayağına top bile değmedi, sahada hayalet gibi geziniyordu. Zihnindeki olumsuz düşünceler, ayaklarına pranga oluyordu. Futbolu bırakmaya karar vermişti. İşte tam o anda... Babasından telefon geldi. Ömrü boyunca sesini bile yükseltmeyen baba, “kendini toparla, işine odaklan, yoksa sana hakkımı helal etmem” diye bağırıyordu. Adeta kamçı gibi suratında şaklayan bu sözler, hayata geri döndürdü. Hırslandı. Futbola sarıldı. Karşılığını aldı, Fenerbahçe’ye transfer oldu. Bu sefer de Aragones engeli çıkmıştı karşısına... Yönetim dört senelik imza attırmıştı ama, İspanyol hoca belli ki, istemiyordu. Yedek bırakıldı. Eskişehir’e kiralandı. Gene morali bozulmuştu ama, bu sefer teslim olmadı. Çabaladı. Boğuştu. Bir sene sonra, Trabzon’a gitti. Gencecik yaşında üçüncü defa ayağa kalkmıştı. Üstelik, bu sefer Þenol Güneş vardı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük kalecisi Þenol Güneş, kaleci’nin oğluna sahip çıktı; küllerinden doğmasını sağladı. Mucizeydi. Patladı. Açık ara gol kralı oldu. Galatasaray’a transfer oldu. Herkese nasip olmayan Þampiyonlar Ligi’nde, Galatasaray, Fenerbahçe, Beşiktaş ve Trabzonspor, dört büyük kulübün formasıyla oynayan tarihteki ilk topçu oldu. Tek eksiği kalmıştı, şampiyonluk... Dün gene gol kralı olurken, onu da oldu.

*

Hayatını şarampole yuvarlayacağı sırada...
Futbol hayatı Þarampolspor’da sonlanan babasının hamlesiyle, zirveye çıkmayı başaran evladın öyküsüdür bu.

*

Her şey bitti zannettiğin an, aslında, her şeyin yeni başladığı andır... Ve, futbol filozofunun söylediği gibi; futbol kesinlikle hayat memat meselesi değildir, ondan çok daha önemlidir.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11194
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 12 Juil 2013 1:12    Sujet du message: Répondre en citant




resmin üzerine tıklayın
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
cengiz-han
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 12 Jan 2008
Messages: 13627
Localisation: Paris

MessagePosté le: 18 Déc 2013 2:25    Sujet du message: Répondre en citant

Bilmekte yarar var...


Citation:


Yılmaz ÖZDİL Hurriyet 17/12/2013
Arabistanlı Lawrence

Dünya medya imparatoru Rupert Murdoch, geçen sene Ankara’ya gelmiş, Tayyip Erdoğan’la baş başa görüşmüş, hatıra olarak da John Philby’nin kitabını hediye etmişti.
*
Rupert Murdoch… 1915’te Avustralya başbakanına Çanakkale’den gizlice mektup yazan, cephedeki İngiliz komutanlarının Londra’ya yalan raporlar gönderdiğini belirten, Çanakkale geçilmez diyerek İngiliz hükümetinin uyanmasına ve geri çekilmesine vesile olan Avustralyalı gazetecinin oğlu.
*
Murdoch’ın Tayyip Erdoğan’a hediye ettiği The Empty Quarter isimli kitabın yazarı John Philby ise, İngiliz casusuydu. Anadili gibi Arapça biliyordu. Müslüman oldu. Þeyh Abdullah ismini aldı! Biz Çanakkale’de İngilizlerle boğuşurken, Osmanlı’ya isyan bayrağı açan Mekke Þerifi Hüseyin’e yardımcı olması için Arabistan’a gönderildi. Bi yandan bizi sırtımızdan hançerleyen Arapları organize etti, bi yandan petrol şirketlerine imtiyaz topladı, bi yandan da, araklayıp İngiliz müzelerine sattığı tarihi eserlerle servet yaptı. İngiltere’ye döndü, siyasete atıldı, seçilemedi, küstü, ikinci dünya savaşında saf değiştirdi, kendi ülkesini satmaya, çaktırmadan Hitler’e çalışmaya başladı, tutuklandı, ev hapsine alındı, savaş bitince Lübnan’a taşındı, kalpten öldü, Beyrut’ta Müslüman mezarlığına gömüldü.
*
Bu casus arkadaşın bi oğlu vardı, Kim Philby… O da babası gibi Cambridge’den mezundu, o da sular seller gibi Arapça biliyordu, o da casustu. 1947’de Türkiye’ye, konsolosluk sekreteri ayaklarıyla İstanbul’a gönderildi. Sonra, CIA ile MI6’in irtibat görevi için Washington’a tayin edildi. Soğuk Savaş tarihine “asrın casusu” olarak geçti. Çünkü, çift taraflı çalışıyordu, köstebekti. Sovyet gizli servisi tarafından devşirilmişti, Moskova’ya bilgi satıyordu. Þüphelenildi, takip edildi, bir türlü suçüstü yapılamadı ama, kovuldu. O da gitti, babası gibi Beyrut’a yerleşti. Güya gazeteciydi. Gel zaman git zaman, 1961’de, Anatoliy Golitsy isimli KGB subayı ABD’ye iltica etti, bülbül gibi öttü. Kim Philby’nin ipliğini pazara çıkardı. Aranan kanıt bulunmuştu. İngiliz siciminin boynuna dolanmak üzere olduğunu anlayan Kim Philby, Suriye üzerinden Ermenistan’a, oradan Rusya’ya kaçtı. Daha önce bi İngiliz, bi Amerikalı eşinden boşanmıştı, bu sefer Polonya kökenli Rus yazar Rufina Pukhova’yla evlendi. Hayatı roman oldu, Hollywood’ta film oldu. Alkolik oldu. İki defa intihara kalkıştı, beceremedi. 1988’de babası gibi kalpten gitti. Rusya, onun hatırasına posta pulu bastırdı.
*
Hatta, ölümünden sonra ortaya çıktı ki… İstanbul’da çalıştığı sırada, SSCB’nin İstanbul Başkonsolosluğu’nda görevli olan ve İngiltere’ye iltica etmek isteyen Konstantin Volkov isimli KGB subayını, usta manevralarla, bizzat kendi elleriyle KGB’ye teslim etmişti. Çünkü, Volkov’un elinde köstebek’lerin listesi vardı ve listenin en başında Kim Philby ismi yazıyordu!
*
Bu casus arkadaşın, kendisi gibi casus olan babasına dönersek… Suudileri örgütleyen John Philby, Irak’ın örgütlenmesi işini Gertrude Bell isimli bi kadınla yürütüyordu.
Oxford mezunu Gertrude, casustu. Türkçe, Arapça, Farsça, Kürtçe dahil, şakır şakır yedi lisan biliyordu. Çok güzeldi. Kızıl saçlı, yeşil gözlü, narin yapılıydı. Gören, çarpılıyordu. Etrafına ışık saçıyordu. Arkeolog ayaklarıyla Mezopotamya’yı karış karış gezdi, aşiretleri örgütledi. 1919’da Paris Konferansı’na delege olarak katıldı, haritaladı, Kürt, Arap, Türkmen bölgelerine ayırdı, bugünkü Irak’ın sınırlarını elleriyle çizdi. 1924’te Türkiye’yle İngiltere arasında imzalanan Irak sınırı, onun eseriydi. Bi de kral buldu… John Philby’nin kankası Þerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı, kukla olarak Irak tahtına oturttu.
*
Araplar ona “Çöl Kraliçesi” diyordu. Hiç evlenmedi. Âşıktı aslında… Binbaşı Dick Doghty-Willie’ye… Talihsizliğe bakın ki, binbaşı evliydi. Gizli gizli mektuplaşıyorlar, buluşuyorlar ama, binbaşı eşinden boşanmıyor, Gertrude bunalıma giriyordu. Meseleyi biz çözdük… Binbaşıyı Çanakkale’de vurduk, herif öldü, böylece, aile faciası yaşanmasına gerek kalmadı!
*
Kim bilir, belki de Gertrude’un Türk nefreti böyle başlamıştı. Sevgilisi ölünce, kendini Kahire’ye attı, İngiliz gizli servisinin Arap bürosuna katıldı, yukarda özetlediğim işleri halletmek için Irak’a geçti. Önce bizim kuyumuzu kazdı, sonra kendi başını yedi. 1926’da, 58 yaşındayken aşırı dozda uyku hapı alarak, intihar etti. Bağdat’a gömüldü.
*
Kendini öldürmeden önce, gene arkeolog ayaklarıyla defalarca Anadolu’ya geldi. Kadın konusundaki zafiyetimizi biliyordu, gayet iyi kullandı, kapıları ardına kadar açtırdı, yetmedi, yanına rehber bile verdik… Ki, istediği gibi kurcalasın, memlekette cirit atsın! Hakkını verdi, dört döndü… Ne Diyarbakır bıraktı, ne Adana, ne Konya, ne Kapadokya… Kürt köylerinin, Hıristiyan köylerinin listesini çıkardı, hangi aşiret devletten yanadır, hangi aşiret ihanete müsaittir, şeceresini çıkardı. Nereler kuytudur, nerelerden nerelere geçilir, haritaladı. Mesela, bir mektubunda aynen şöyle anlatıyordu: “Zaho kampında konakladım…” Bilmiyorum, bir yerlerden hatırlıyor musunuz, bu Zaho kampını!
*
Cudi’ye bile çıktı. Antakya’ya da gitti. Bugün ne hale geldiğini gördüğümüz Suriye sınırında, kiliseleri geziyorum dümeniyle, ahalinin etnik kökenini, mezheplerini raporladı. Öldüğünde, kendisinden geriye, elyazısıyla 16 günlük, iki bine yakın mektup, yedi bin fotoğraf kaldı.
*
Dedim ya, hiç evlenmemişti ama, anne sayılırdı. Çünkü “manevi oğlum” dediği biri vardı. Yarbay Thomas Edward Lawrence… Namı diğer, Arabistanlı Lawrence! Evlat yetiştirir gibi yetiştirmişti onu, yol gösterdi, akıl hocalığını yaptı, nüfuzlu kişilerle tanıştırdı. Arabistanlı Lawrence, kendisinden 20 yaş büyük olan bu kadın için “annemden farksız, bildiğim her şeyi ondan öğrendim” diyordu.
*
Mekke’deki Osmanlı kalesi Ecyad’ı yıkıp, otel yapan… Bizim cumhurbaşkanıyla başbakanı, kendi kaldığı otele, ayağına getirtip madalya takan Suudi Kralı… Bu Arabistanlı Lawrence’ın Cidde’de yaşadığı evi restore etti, kapısına da kocaman harflerle “bu ev, Türklere karşı savaş vermemize yardımcı olan Lawrence’ın karargâhıdır” plaketi astı!
*
Neyse… 1935’te, henüz 46 yaşındayken İngiltere’de motosiklet kazasında ölen Arabistanlı Lawrence’ın hayatı film oldu. 1962’de vizyona giren film, en iyi yönetmen dahil, yedi dalda Oscar kazandı. ABD Kongre Kütüphanesi tarafından, tarihi değeri nedeniyle, Ulusal Film Arşivi’nde koruma altına alındı. Ve, okumuşsunuzdur… Arabistanlı Lawrence’ı canlandıran Peter O’Toole, önceki gün vefat etti.
*
Ancak… The End olmadı.
*
Aksine… Yeni başlıyor.
*
Çünkü… Þimdi de, Gertrude Bell’in hayatı film oluyor. “Çöl Kraliçesi” isimli filmin yönetmeni, Werner Herzog… Çekimlerine bu ay başlandı. Gertrude Bell’i, Oscar ödüllü Nicole Kidman canlandırıyor.
*
Aslına bakarsanız, Gertrude‘un hayatını film yapmak için, İngiliz yönetmen Ridley Scott çalışıyordu. Hatta, Gertrude rolü için Angelina Jolie’yle anlaşmıştı. Geç kaldı. Werner Herzog, elini daha çabuk tuttu.
*
Peki, Gertrude Bell’in hayatı film olur da, o filmde Arabistanlı Lawrence olmaz mı… Elbette olur. Kambersiz düğün olmaz. Peki, kim canlandırıyor Lawrence’ı? Robert Pattinson… Hani şu, Twilight-Alacakaranlık serisinde, başroldeki vampir çocuk var ya, işte o.
*
Popcornları hazırlayın gari.
*
Bizim kuşağın Arabistanlı Lawrence’ı ölüyor.
Y kuşağı’nın Arabistanlı Lawrence’ı doğuyor.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3  Suivante
Page 2 sur 3

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.