543 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 543
Membre(s) : 0
Total :543

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 2 jours
murat_erpuyan : 2 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Bir kitap tanitimi : T.Aydemir'in darbe girisimleri 1962-63
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

Bir kitap tanitimi : T.Aydemir'in darbe girisimleri 1962-63

 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
Salih_Bozok
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 25 Nov 2006
Messages: 1441

MessagePosté le: 28 Juil 2007 20:15    Sujet du message: Bir kitap tanitimi : T.Aydemir'in darbe girisimleri 1962-63 Répondre en citant

http://www.turksolu.org/24/kitap24.htm

22 Þubat ve 21 Mayıs:
Talat Aydemir’in
askeri ihtilal giriÅŸimleri

27 Mayıs Devrimi’ni izleyen 22 Þubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 hareketlerinin liderlerinden emekli kurmay yarbay Osman Deniz’in anıları, vasiyeti üzerine ölümünden sonra basıldı.

Yapı Kredi Yayınları tarafından “Parola:Harbiyeli Aldanmaz” ismiyle yayınlanan anılarında Osman Deniz 27 Mayıs’la hedeflenen devrimci dönüşümlerin yarıda kalması ve ordu içindeki devrimci subayların 27 Mayıs’ı yeniden toplumsal devrim hedefine yöneltme çabalarını ve dönemin CHP-AP mekanizması olarak iÅŸleyen parlamenter sistemin Türkiye’yi sürüklediÄŸi çıkmaza karşı ordu içinde yükselen devrimci tepkiyi ve liderleri arasında yer aldığı Talat Aydemir hareketini anlatıyor.

Devrimci subaylar ayağa kalkıyor

27 Mayıs’ta DP diktatörlüğüne son vererek Türkiye’nin yeniden Atatürkçülüğe dönüşünü hedefleyen Milli Birlik Komitesi (MBK) içinde baÅŸ gösteren ayrılıkların derinleÅŸmesiyle birlikte ordu içindeki çatışmalar ÅŸiddetlenir. 14’ler olarak bilinen Milli Birlik Komitesi üyesi subayların yurtdışına sürgüne gönderilmeleriyle birlikte ordu içinde yaÅŸanan ayrışma ilk kez açıkça ortaya çıkmış olur.

Bu andan itibaren Milli Birlik Komitesi, iktidarı bir an önce siyasilere devretmek için harekete geçerken ordu içindeki devrimci subaylar da bu geliÅŸmelere isyan ederek yeni bir örgütlenme içine girerler. MBK tarafından sürgüne gönderilen 14’lere destek çıkan ve ordu içindeki gerçek devrimcilerin tasfiye edilmek istendiÄŸini savunan genç subaylar MBK’nın hemen seçimlere giderek iktidarı siyasi partilere devretme isteÄŸine karşı çıkıyorlardı. Devrim, seçimlere gitmek için deÄŸil toplumsal yapının deÄŸiÅŸtirilmesi ve Atatürkçülüğe dönüşü hedefliyordu ve bu hedefler henüz gerçekleÅŸtirilememiÅŸti.

MBK’ya yönelen bu tepkinin sonucu olarak genç subaylar “SesleniÅŸ” adlı bir bildiriyle emir komuta zincirinin dışında bir devrimci örgütlenmenin temelini atarken üst düzey komutanların öncülüğünde Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi adında bir örgüt daha kurulmuÅŸtu. Genelkurmay BaÅŸkanı’nın liderliÄŸini yaptığı Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi örgütü ilk hedefinin “MBK’yı doÄŸru yola sevk etmek ve onu Silahlı Kuvvetler’in prestijini sarsıcı hareketlerden men etmek” olarak açıklıyordu.

Bu geliÅŸmelerin yaÅŸandığı süreçte Ordu içindeki bölünmenin ürünü olarak pek çok farklı örgüt ortaya çıkmıştı. Bu gruplar içinde Talat Aydemir’in liderliÄŸindeki 22 Þubatçılar, Halim MenteÅŸ’in başını çektiÄŸi 11 Havacılar, Orhan Kabibay’ın liderliÄŸindeki Kabibaycılar ve Faruk Gürler’in başında bulunduÄŸu Gürlerciler ön plana çıkmıştır.

27 Mayıs' ın Ä°nönü’yle tasfiyesi

MBK tarafından Devlet BaÅŸkanlığı’na getirilen Cemal Gürsel’in Ä°smet Ä°nönü’yle olan yakın iliÅŸkisi 15 Ekim 1961’de seçimlerin yapılması ve iktidarın CHP-AP koalisyonuna devri ile sonuçlanır. 27 Mayıs’a karşı çıkan ve “Bir an önce seçimlere gitmekte sayılmayacak kadar fayda vardır” diyen Ä°nönü’nün istekleri gerçekleÅŸmiÅŸtir. 27 Mayıs’ın arkasındaki halk desteÄŸi de seçime gidilerek iktidarın, ülkeyi çöküşe götüren uygulamaların sorumlusu olan siyasi partilere devredilmesiyle iyice azalmaya baÅŸlamıştı. Ordu içinde de tepkiler had safhaya ulaÅŸmıştı.

27 Mayıs’a açıkça karşı çıkan ve ihtilalcilerden hesap soracağını ilan eden AP’nin ve Ä°nönü’nün içinde bulunacağı bir iktidarın Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi tarafından kabul edilmesi de mümkün deÄŸildi. Silahlı Kuvvetler Örgütü bu geliÅŸmeler üzerine 21 Ekim 1961 tarihli bir protokol hazırlayarak seçimlerin feshedilmesi ve iktidara el konulması için harekete geçer. Ancak Faruk Gürler ve Faruk Güventürk baÅŸta olmak üzere üst düzey bazı komutanların protokolün hayata geçirilme safhasında müdahaleden vazgeçmeleriyle plan baÅŸarısızlığa uÄŸrar. 21 Ekim giriÅŸiminin ardından bu kez 9 Þubat 1962’de yeni bir protokol daha hazırlanır fakat bu protokol de aynı sebepler yüzünden uygulanamaz.

Harbiyeli AldanmazDevrimci subaylar İnönücülüğe karşı Atatürkçülük bayrağını yükseltiyor

Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi’nin baÅŸarısız müdahale giriÅŸimlerinin ardından örgütün üst düzey yöneticilerinden birisi olan Talat Aydemir de Kore SavaÅŸ BirliÄŸi’ndeki görevinden dönmüştür. Aydemir, ülkeye dönüşünün ardından Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi’yle anlaÅŸmazlığa düşer. Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi BaÅŸkanı Cevdet Sunay, “Seçimler yapılmış, Meclis toplanmış, ardından da Ä°nönü baÅŸkanlığında hükümet kurulmuÅŸtur. Yani bir müdahaleye gitmenin zamanı deÄŸildir. Ben hükümet kurulurken Ä°nönü’ye söz verdim” diyecek, Aydemir ise Sunay’a karşı çıkarak “Ben bu davaya baÅŸ koydum. Kararımdan dönmem” diyerek rest çekecek ve Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi ile yolunu ayıracaktır. Bu andan itibaren Aydemircilerin Ä°nönücülüğe karşı Atatürkçülüğe dönüş mücadelesi baÅŸlamış olur.

Aydemirciler Ä°nönü’yü Atatürk’e karşı çıkmakla suçluyor

Talat Aydemir Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi ile olan bağını kopartırken bütün eleÅŸtirilerini de Ä°nönü üzerinde yoÄŸunlaÅŸtırıyordu. Aydemir, “Ä°htilalin güçlü albayı” ve “CHP’nin iktidara biran önce gelmesi için MBK ile anlaÅŸmalı olarak demokrasiye geçiÅŸin hesapları yapıldığı tezine sert çıkışlar yapan kiÅŸi” olarak tanınmaktaydı.

27 Mayıs’ın seçimlerle tasfiye edildiÄŸini ve Atatürkçülüğe deÄŸil Ä°nönücülüğe dönüldüğü gerçeÄŸini gören Aydemirciler Ä°nönü’yü ağır biçimde eleÅŸtiriyorlardı: “...memleketi yönetme sanatı çoktan geçmiÅŸti. ÇevirdiÄŸi entrikalar faydadan çok zararlı oluyordu. Bölücü bir zihniyeti vardı. Bu taktiÄŸini 27 Mayıs’tan sonra en gözde örgüt olan Silahlı Kuvvetler BirliÄŸi içinde de tatbik etti... ÖrneÄŸin demokratik Anayasa savunucusuydu fakat kendisi için anayasa mevcut deÄŸildi. DiÄŸer bir deyimle partilere, örgütlere, kurumlara ve halka anayasanın gereklerini gösteriyordu fakat kendisi anayasanın üstünde ve dışında kalan bir imtiyazlıydı. Hırslı bir politikacıydı ve yaşı hırsını yenememiÅŸti. Atatürk’e karşı çıkışları da hırsını yenememiÅŸ olmasındandır. Atatürk bile onu affetmemiÅŸtir.”

Aydemirciler: Halk iradesini hakim kılmanın yolu devrimdir

Talat Aydemir liderliÄŸindeki 22 Þubatçılar 27 Mayıs’ın toplumsal bir devrim hedefiyle yola çıktığını ancak gelinen aÅŸamada iktidarın CHP-AP iktidarına teslim edilerek 27 Mayıs’ın asıl hedefinden saptırıldığını düşünüyorlardı. Ãœlkeyi 27 Mayıs’a sürükleyenin bizzat parlamenter sistem olduÄŸunu savunan Aydemirciler parlamentarizme karşı devrim fikrini öne çıkarıyorlardı.

Osman Deniz ve Cevat Kırca iktidarın Ä°nönü ve AP’ye teslim edilmesine ÅŸu sözlerle karşı çıkıyorlar:

“Düzen deÄŸiÅŸikliÄŸine gitmek kaçınılmazdı ve ÅŸekilci demokrasilerde düzen deÄŸiÅŸikliÄŸine seçim sandıklarından geçilerek varılamazdı. Seçim sandıklarında varolan zihniyet demagojiye baÄŸlı kaldıkça, oportünizme hizmet ettikçe ve aldatılan halk kitlelerinin bilinçlenmesi fanatik engellerle önlendikçe sandıktan çıkanlar daima tutucu zihniyetin sahipleri olmakta devam edecek, böylece düzen deÄŸiÅŸikliÄŸi arzusundaki devrimciler iktidara gelemeyeceklerdir.

“Þekli demokrasilerde var gibi görünen milli irade gereÄŸi aslında yanıltıcıdır. Þöyle ki oy sahibi olan kitlelerin neyi istediÄŸi ve kime hizmet ettikleri ÅŸuuru aldatıcı metodlarla bozulmakta ve seçim havası içinde iktidar etme hırsına kapılanların yanıltıcı telkinleriyle yaratılan hayali bir irade hakim kılınmaktadır. Gerçekte iddia edilen milli irade deÄŸil, hayali bir iradedir.

“Böyle olunca da halkın yararını dile getiren devrimler yoluyla varmak isteyen kadrolar ülkenin kaderine sandıktan geçerek el koyamamaktadırlar. Bu yol kapanınca da devrimcilerin yönetime geçmesi sandık dışından olabilecektir. Bu yolun adı ihtilaldir.”

22 Þubat ve 21 Mayıs hareketleri

22 Þubat 1962’de Ä°stanbul merkezli olarak baÅŸlayan ve birçok ildeki Ordu teÅŸkilatlarına kadar yayılan binlerce devrimci subayın yeraldığı ilk müdahale giriÅŸimi gerçekleÅŸir.

22 Þubat günü Ankara’da bulunan Tank okulu, Süvari grubu, 229. Piyade Alayı, Muharebe Okulu, Zırhlı Birlikler EÄŸitim Merkezi ve Jandarma Okulu harekete geçerek Ankara’nın kontrolünü ele geçirirler. Harekete geçen birlikler TBMM ve Genelkurmay BaÅŸkanlığı’nın önündeki alanı da kontrol altına alırlar. Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarında komutanlar emir verecek birlik dahi bulamamaktadırlar. Siyasiler arasında da büyük bir hareketlilik yaÅŸanmakta, milletvekilleri ve senatörlerin çoÄŸu büyük bir panik içinde Ankara’dan kaçma telaşı içindedirler.

Devrimci subayların baÅŸkentin kontrolünü ele geçirdiÄŸi sırada Çankaya Köşkü’nde Devlet BaÅŸkanı Cemal Gürsel, BaÅŸbakan Ä°smet Ä°nönü ve birkaç bakanla birlikte Genelkurmay BaÅŸkanı Cevdet Sunay ve Milli Güvenlik Kurulu üyesi kuvvet komutanları da Talat Aydemir’den gelebilecek bir müdahaleye karşı harekete geçmek için toplanmaktaydılar. Toplantı sürdüğü sırada harekete geçen birlikler Çankaya Köşkü’nü de denetime alırlar.

Köşkün denetimini ele geçiren birliklerin başında bulunan Fethi Gürcan durumu Talat Aydemir’e bildirir ve “Onları toparlayıp enterne edeyim mi?” diye sorar ancak aldığı cevap olumsuzdur.

Bu an, aslında 22 Þubat’ın kader anıdır. Aydemir’in köşktekilerin serbest bırakılması talimatı ile ilk önce Genelkurmay BaÅŸkanı olmak üzere Ä°nönü ve diÄŸer üst düzey yöneticilerin hepsi köşkü hiçbir engelle karşılaÅŸmadan terk edeceklerdir.

Talat Aydemir ise hareketi sürdürmenin gerçekçi olmayacağını ve Ordu içinde bir çatışmaya ve kan dökülmesine sebep olmamak için müdahaleden vazgeçme kararı alır. Ertesi gün Talat Aydemir baÅŸta olmak üzere Emin Arat ve Dündar Seyhan gibi birçok 22 Þubatçı hemen emekliye sevk edilirken hareketin dayanağı konumundaki genç subaylar da 24 saat içinde Anadolu’nun çeÅŸitli illerine sürgüne gönderilir.

Harbiyeli aldanmaz

Ãœst düzey komutanlardan teÄŸmenlere kadar birçok subay emekli edilerek Ordu’dan uzaklaÅŸtırılırken BaÅŸbakan Ä°nönü Meclis’te yaptığı konuÅŸmada “Harp Okulu öğrencileri aldatılmıştır” diyerek olayların büyüklüğünü örtbas etmeye çalışır. Bu açıklamanın gazetelere yansımasıyla birlikte ertesi gün Ä°stanbul’a izinli gelen Harp Okulu öğrencileri Taksim Cumhuriyet Anıtı’na üzerinde “Atatürk ve Türk Ulusu... Harbiyeli aldanmaz” yazan bir çelenk bırakacaklardır.

22 Þubat’ta yaÅŸanan baÅŸarısızlığa raÄŸmen 22 Þubatçılar yeni bir harekete giriÅŸmekte gecikmeyeceklerdir. 20/21 Mayıs 1963 gecesi ikinci bir deneme daha gerçekleÅŸtirilir. Yapılan planda Meclis’in feshedilmesi bakanlıkların iÅŸgali, Genelkurmay ve kuvvet komutanlıklarının kontrol altına alınması öngörülüyordu. Ä°stanbul ve Ankara’da baÅŸlayan yönetime el koyma giriÅŸiminde ilk adım radyo istasyonlarının ele geçirilmesi ve ihtilal bildirisinin okunmasıydı.

Planın ilk aÅŸaması baÅŸarıyla uygulanmış, Ankara’daki radyo istasyonu ele geçirilerek Silahlı Kuvvetler’in içinde bulunulan kötü duruma son vermek için yönetime el koyduÄŸu anonsuyla ihtilal duyurulmuÅŸ oluyordu. Ancak radyo binasına giden tank birliÄŸi henüz emniyeti saÄŸlamadan yapılan ihtilal duyurusu karşıt güçleri hemen harekete geçirmiÅŸti.

Basit birkaç hata bütün planları bozmuş ve başarısızlığa yol açmıştı. 21 Mayıs denemesinin başarısız olmasının ardından Talat Aydemir, Binbaşı Fethi Gürcan, Yarbay Osman Deniz ve üsteğmen Erol Dinçer tutuklanmış ve yapılan yargılama sonucunda idam cezasına çarptırılmışlardı.

Daha sonra Erol Dinçer ve Osman Deniz idam edilmekten kurtulmuÅŸlarsa da Aydemir ve Gürcan idam edilmiÅŸlerdi. Böylece 22 Þubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 tarihlerinde gerçekleÅŸtirilen iki giriÅŸimin liderleri ortadan kaldırılmış ve 27 Mayıs’ı yeniden devrimci rotasına oturtma çabaları sonuçsuz kalıyordu.

Ben ihtilalciyim, bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım!

Devrim yapma amacıyla harekete geçen ve bu giriÅŸimlerinin bedelini hayatlarıyla ödeyen devrimci subaylar yargılanmaları aÅŸamasında da devrimci bir tavır sergilemiÅŸlerdir. 22 Þubatçıların liderlerinden Fethi Gürcan devrimci bir subayın karakterini yargılama aÅŸamasında yaptığı savunmasında ortaya koyacaktır: “Ben ihtilalciyim. Bugün serbest kalsam yine ihtilal yaparım. Benim giremeyeceÄŸim garnizon yoktur. GirdiÄŸim garnizonu da harekete geçirir ve ihtilal yaparım.”

Bu konuşmayı yaptığı sırada Gürcan kendisini bekleyen sonun farkındadır ancak yine de ideallerinden taviz vermeyecek kadar devrimci bir bilince sahiptir ve bu sözlerin ardından mahkemece idamla cezalandırılacak ve asılacaktır.

Aydemir ve Gürcan’ın idam edilmelerinin ardından 1459 Harp Okulu öğrencisinin okulla iliÅŸiÄŸi kesilir ve büyük bir tasfiye operasyonuna giriÅŸilir. Bu hareketlere katılan subay sayısı o kadar fazlaydı ki Ordu içinde giriÅŸilen tasfiye operasyonu bir noktadan sonra yarıda bırakılmak zorunda kalındı.

27 Mayıs döneminde yetişen tüm devrimci subaylar 12 Mart 1971 darbesine kadar sürekli olarak tasfiye operasyonlarına uğradılar. Son olarak, 12 Eylül Amerikancı darbesiyle de sağcı siyasetin korkulu rüyası olan halk-Ordu-gençlik-aydın ittifakının tüm bileşenleri ağır darbeler aldılar.


_________________
« Le faux courage attend les grandes occasions... Le courage véritable consiste chaque jour à vaincre les petits ennemis. »
[ Paul Nizan ]
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Salih_Bozok
V.I.P
V.I.P


Inscrit le: 25 Nov 2006
Messages: 1441

MessagePosté le: 28 Juil 2007 22:30    Sujet du message: Ayni konuda bir belge Répondre en citant

Zihni Çetiner :

Bir Devrimcinin Öyküsü
Cumhuriyet / 09-12 AÄŸustos 2004
-----------------------------------------------------------------

Gelecek için hazırlanan bir belge

SUNUÞ

Bu yazı dizisi, yaşadığım gerçekleri anlatmak ve geleceğe bir belge olabilir düşüncesiyle yazılmıştır. Elimden geldiğince nesnel kalmaya ve bireysel ilişkilerde duygusal olmaktan uzak durmaya çalıştım.

Burada adı geçenler, olayları yönlendiren ve karar verenlerdir. Her dönemin olaylarının birçok kahramanı vardır. Ama asıl kahramanlar yaptıklarıyla övünmeyen, ''Ben bunları vicdanımın ve inançlarımın sonucu olarak yaptım'' diyenlerdir. Adsız, şansız üzerlerine düşeni yapanlardır. Ne mutlu onlara. İnsanların bireysel ve toplumsal olmak üzere iki tür yaşamları vardır. Ben bu kitapta kişilerin özel yaşamlarını yansıtmaktan kaçındım. Toplumsal yönü olmayan aşkların ve ilişkilerin geleceğe bir katkısının olmadığını düşündüğümden, bireysel özelliklere yer vermedim. Bu kitap, ne bir kronoloji, ne bir tarih, ne de bir edebi eserdir. Benim gerçek yaşamımdır. Türkiye'de ve Filistin'de, halklarının daha özgür ve iyi yaşamaları için verilen kavgada ölen, tanıdığım ve tanımadığım tüm dostlara saygılar...

Z.Ç.

1
27 Mayıs Devrimi'nden sonra yapılan 1961 seçimlerinin sonucu, askerde rahatsızlığa neden olmuştu
İktidar trenini rayına oturtmak
1961 seçimlerinde hiçbir parti Meclis'te çoğunluğu elde edememişti. Silahlı Kuvvetler Birliği, en üst düzey birlik komutanları ile yaptıkları toplantıda bir protokolle Meclis açılmadan iktidara el koymaya karar verir. Ama bu gerçekleşmez. Çeşitli görüşmeler sonucu İsmet İnönü'nün başkanlığında bir hükümetin kurulmasında anlaşılır. Böylece komutanları ikna ederek darbeden vazgeçireceklerdir .
Hiç beklenmeyen anda 22 Þubat 1962'de gündemde yokken zorunlu olarak öğrencilere sıla izni verildi. Biletimi almaya Kızılay'a gittim. Okula dönerken tankların yolu kestiğini gördüm. Tanfer Tuna ile karşılaştım. ''Ne var, ne oluyor?'' dediğimde, kısa ve kesin olarak "İhtilal başladı'' dedi. Parolayı öğrendim, okula çıktım. Teçhizatımı kuşandım, silahımı aldım, kendi kendimi okulda görevlendirdim.
Ne olduysa ben okuldan ayrıldıktan sonra olmuş. Alarm verilmiş ve iç bahçede toplanılmış. 2. Tabur Komutanı ''Atatürk'' diye kendi taburunu bağırtırken bizim tabur komutan yardımcısı Binbaşı Ahmet Eroğlu, ''İsmet Paşa çok yaşa'' diye bağırtmış. Her iki tabur birbirlerine silah doğrultmuş. Bunlar bugün bile anlatılmaz. Çünkü ''kendi iç işimiz'' denilerek kapatılır.

27 Mayıs 1960 İhtilali, Kuleli Askeri Lisesi son sınıfında olduğum sene yapıldı. Bu, o güne dek algılamadığım bir olguydu. 1961 yılında liseyi bitirip Kara Harp Okulu Urla-Menteş Eğitim Kampı'na gittiğimizde hâlâ siyaset nedir, ne değildir.. bir şey anlamıyordum. Çünkü dünyada var olan siyasal ideolojilerin hiçbirinden nasibimi almamıştım. Bildiğimi sandığım tek şey, ortalıkta bir komünizmin olduğuydu ve ben de bunun, insanlığın ve Türklerin gelmiş geçmiş en büyük düşmanı olduğuna inanıyor, daha doğrusu tartışmasız inandırılıyordum. Bu inanç çocukluğumdan beri beynime işlenmişti; o günlerde, her kötülük ve olumsuz gelişme için ''Komünistler yapıyor'' derlerdi. Menteş Kampı'nda eğitimde bulunduğumuz sırada ülkemizde birtakım siyasal gelişmeler oluyordu ama, biz bunların ne olduğu hakkında bilgi sahibi değildik. Ta ki, İmralı Adası'nda Demokrat Parti'nin ileri gelenlerinden üç kişi idam edilene kadar. O gece hiçbir şey açıklanmamasına rağmen önemli bir şeylerin olduğunu hissediyorduk.

O günlerde okulda kiminle konuşsan ilk karşılaşacağın soru, herkesin bildiği ve hiç eskimeyen ''N'olacak bu memleketin hali'' idi. Buna verilecek cevap hiç de zor ve karmaşık değildi. ''Ne yapılması gerekiyorsa o yapılır'' dı. Bir kısım arkadaşlar kendi aralarında örgütlenmişler ve ikinci sınıftaki bu işle ilgili kişilerle temasa geçmişler. Henüz ben ilgi ve bilgi sahibi değildim. Ta ki 22 Þubat 1962'ye kadar. Ne olduysa o gün oldu. Hiç beklenmeyen anda, gündemde yokken zorunlu olarak öğrencilere sıla izni verildi. Herkes gibi ben de valizimi hazırlayarak yolculuk için biletimi almaya, Kızılay'a gittim. Akşamüzeri okula dönerken daha TBMM ile o zamanki Ortadoğu Teknik Üniversitesi ve Harp Okulu sınırlarının başladığı yerde tankların ve arkadaşlarımın yolu kestiğini gördüm. Tanfer Tuna ile karşılaştım. ''Ne var, ne oluyor'' dediğimde, kısa ve kesin olarak ''İhtilal başladı'' dedi. Tam olarak o da bir şey bilmiyordu. Parolayı öğrendim ve yürüyerek okula çıktım. Teçhizatımı kuşandım, silahımı aldım, kendi kendimi okulda görevlendirdim.

Ne olduysa ben okuldan ayrıldıktan sonra olmuş. Alarm verilmiş ve iç bahçede toplanılmış. 2. Tabur Komutanı ''Atatürk'' diye kendi taburunu bağırtırken, bizim tabur komutan yardımcısı Binbaşı Ahmet Eroğlu , ''İsmet Paşa çok yaşa'' diye bağırtmış. Her iki tabur birbirlerine silah doğrultmuş. Bunlar bugün bile anlatılmaz. Çünkü ''kendi iç işimiz'' denilerek kapatılır. Bütün bunlara neden, ordu içindeki Türk Silahlı Kuvvetler Birliği adlı cuntayı tasfiye etmek için, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay 'ın Ankara'daki birlik komutanlarını toplantı yapmak bahanesiyle çağırmış olması. Aydemir 'in edindiği istihbarata göre çağrılanlar tutuklanacaklar. Bu bilginin ele geçirilmesi üzerine Okul Komutanımız Talat Aydemir, Alay Komutanı Turgut Alpagut 'u kendi yerine göndermiş ve okulu da alarma geçirmiş.

Ankara'daki tüm Kara Kuvvetleri'ne bağlı birliklerin komutanları orada toplanmışlar. Yalnız ara sıra okulda bir laf dolaşıyor, "Hava kuvvetleri harekete karşı çıkıyor'' diye. Hatta daha da ileri gidilerek ''Gerekirse Harp Okulu'nu bombalayacağını'' söylüyorlarmış.

Başbakan yardımcısının ziyareti

Buna karşılık ihtilalciler de ''Uçaklarınız kendilerine inecek havaalanı bulsunlar'' diyerek meydanları tank ve toplarla vurarak pistleri kullanılamaz duruma getireceklermiş. Bu bilgiler hangi kanaldan bize geliyor, bilmiyoruz. Yalnız gecenin ilerlemiş bir saatinde hükümetin anlaşmak istediğini ve bu amaçla da Başbakan Yardımcısı Ekrem Ali Can 'ın okula geleceği haberi alındı. Gerçekten gece yarısından sonra okulun kapısında bir araba durdu ve sonra tank okuluna geçti. İçinde Ekrem Ali Can vardı. Bu arada Cumhurbaşkanlığı Köşkü'nde hükümet toplantı halinde bulunuyordu. Muhafız Alayı Süvari Grubu'ndan Binbaşı Fethi Gürcan Köşk'ü kuşatıyor ve Tank Okulu'na telefon ederek ''Hükümet üyelerini ve Cumhurbaşkanı'nı'' ne yapması gerektiğini soruyor. ''Bırakın gitsinler'' cevabı üzerine Fethi Gürcan da hepsini serbest bırakıyordu. Cumhurbaşkanlığı'ndan çıkarken kapı önünde İsmet Paşa, ''Talat şimdi kaybetti'' diyor ve Hava Kuvvetleri'ne gidiyor. İhtilal liderlerinin kararsız davranışları kozların İsmet Paşa'nın eline yeniden geçmesini sağlıyor. Sabaha karşı ihtilalcilerle hükümet anlaşıyor. Alarma son veriliyor. Emekliye sevk edilen bir kısım kumandanlar için hukuki soruşturma yapılmıyor. Bizler de bu kez Hava Kuvvetleri'ne iyice kızarak memleketlerimize izne gönderiliyoruz.

Meclis'teki durum

Bu sırada parlamentoda ise başka bir hayat yaşanmaktaydı. 27 Mayıs Devrimi'nden sonra yapılan 1961 seçimi sonucu hiçbir parti Meclis'te çoğunluğu elde edememişti. Bu durumda Silahlı Kuvvetler Birliği, en üst düzey birlik komutanları ile yaptıkları toplantıda bir protokolle Meclis açılmadan iktidara el koymaya karar verir. Ama bu gerçekleşmez. Çeşitli görüşmeler sonucu İsmet Paşa'nın başkanlığında bir hükümetin kurulmasında anlaşılır. Böylece komutanları ikna ederek darbeden vazgeçireceklerdir. Sonunda Meclis açılır. Çoğunluk, kendilerine Demokrat Parti'nin devamıyız diyen Adalet Partisi ile Ekrem Ali Can'ın Yeni Türkiye Partisi'ndedir. Meclis çatısı altında yapılan ileri geri konuşmalar cuntanın huzurunu kaçırır ve çeşitli rahatsızlıklara neden olur. Hele bunlardan biri bütün olanların üzerine tüy diker.

AP'li bir milletvekili Nuri Beşer , subay ailelerine hakaret eder; 27 Mayıs'tan sonra yaptırılan lojmanlar için ''Alyans evleri'' ifadesini kullanınca ordu ile parlamento arasında bir gerilim doğar. Nuri Beşer'in dokunulmazlığı kaldırılır. Böylece geçici olarak bunalım atlatılır. Kısaca ordu kışladan ha çıktı ha çıkacakken İsmet Paşa ile Sunay Paşa duruma her defasında palyatif olarak hâkim olurlar.

Geri kalmış ülkelerdeki darbelerin bir kısmı iktidar erkini ele geçirmek için yapılır, bir kısmı ise raydan çıktığı düşünülen iktidar trenini tekrar rayında yürütmek için gerçekleştirilir.

27 Mayıs ikinci şekle uygun olarak yapılmış iyi bir örnektir. Sivil yönetimlerden daha kolay seçimlere giderek iktidarı sivil kadrolara devretmiştir, bırakmıştır ama.. umdukları sonucu elde edememişlerdir. Böylece de her ihtilal veya darbe, bir yenisinin altyapısını ve gerekçesini hazırlamıştır.
Parola: Harbiyeli aldanmaz

İstanbul'da Taksim Anıtı'na bazı arkadaşlar bir çelenk bırakmıştı. 22 Þubat sonrası İsmet Paşa ''Harbiyeliler aldatılmıştır'' diye bir beyanat vermişti. Bazı Harbiyeli arkadaşlar da ''Harbiyeli aldanmaz'' bantlı çelengi, Taksim Anıtı'na bırakmıştı. Daha sonra bu ifade 21 Mayıs'ın parolası olacaktı. Önder Aydınlı yanıma yaklaşarak yine o herkesin bildiği ''N'olacak bu memleketin hali'' diye sordu. Ben hiç duraksamadan "Darbe yapılmalı'' dedim. O andan itibaren işin içine iyiden iyiye girmiş oldum. Amacımız da belli, ilkelerimiz de belliydi. İhtilalden sonra ne yapılacağını düşünmeyecektik. Elimizde Kemalizm Doktrinimiz vardı.

Artık okul içinde örgütlenme hızlanmış, herkes birbirine çengel atmaya başlamıştı. Benim daha çok görüştüğüm Önder Aydınlı, Nezih Fırat ve Ramazan Öztürk oluyordu. Fakat bu işlerin en aktif, en önde gelen ismi Günuğur Tecimen (daha sonra Çambel ) idi. Arkadaşların daha çok ilişki kurup haber aldığı kişi de Talat Aydemir'in kızı Tülin Hanım'la nişanlı olan, benim liseden sınıf arkadaşım Teğmen Atilla Altugan 'dı. Bizler için o günler hep ihtilal günleriydi. Fakat bilinmeyen, hangi gün ve hangi saatte olacağıydı. Her an her şey, olabilirdi.

Bu ruh halimizle günler gelip geçiyordu ki, bir gün Önder Aydınlı ve Nezih Fırat ''Bu hafta sonu Zafer Parkı'nda Atilla Altugan'la buluşarak ihtilalin gün, saat ve parolasını öğreneceğiz'' dediler. Cumartesi günü birkaç arkadaşla daha Atilla ile buluşmaya gittik. Bir kez daha hayal kırıklığına uğramıştık. Atilla bize ''İhtilalin gün ve saati haber alınmış, bu nedenle de ileri bir tarihe bırakıldı'' dedi.

Bizler de kendisine ''Sınav günleri geldi, ders çalışmak zorundayız. Bizden buraya kadar, Harp Okulu bu işin içinde artık yok'' dedik. Bir gün öğle yemeğinde Genelkurmay ve Hava Kuvvetleri'nden bir kısım üst rütbeli subaylar geldi. Öğle yemeğini bizimle birlikte yediler. Bu arada ön masalardan birinin üzerine makaralı bir teyp konuldu ve gelenlerden bir albay konuştu.

O konuşurken bizler biraz fazla gürültü çıkardık. Zira biliyorduk ki, bunlar bizlerin ''Onbaşılar Cuntası'' dediğimiz Genelkurmay 2. Başkanı Org. Memduh Tağmaç takımındandı. Niçin geldiklerine bir anlam verememiştik.

Ä°htilalin baÅŸlama haberi

Mayısın sonlarına doğru öğle yemeği arasında Önder Aydınlı yanıma gelerek ''Yemekten sonra biraz görüşelim'' dedi. O anda sanki kış günü soğuk duşa girmiştim. Yemek sonrası okulun önündeki kameriyenin orada buluştuk. Önder hiçbir ayrıntıya girmeden, ''Bu gece hazır ol, saat 23.00'te ihtilal başlayacak ve parola: ''HARBİYELİ ALDANMAZ'' dedi. Bu arada okulun o geceki görev planını ve harekâta katılacak Ankara'daki birliklerin bir kısmının isimlerini verdi. Nihayet gece saat 23.00'ü gösterdi ve Tank Okulu tarafından tankların motor gürültüleri duyulmaya başlandı. Yüze yakın arkadaş okulun iç bahçesinde toplanıyoruz ve dağılıyoruz, söylendiği gibi gelen falan yok.

Bazı arkadaşlar alarm verelim, harekâtı biz başlatalım, bazı arkadaşlar ise bekleyelim diyor. Aradan yarım saat geçmesine karşın okulu teslim edeceğimiz komutanlar ortada yoklar. Tanklar hâlâ gürültüyle şehre doğru gidiyor. Bizler coşku ve heyecan içinde çırpınıyor ama yapacak bir şey bulamıyoruz. En sonunda saat 24.00'e çeyrek kala giriş kapısı önünde bir kısım siluetler göründü. Silah deposu sorumlusu arkadaşlar kapıları açtı. Silahını alan dışarı çıkmaya başladı. Bnb. Fethi Gürcan'ın, ''Bir cipe atlayın, komutanı alın ve getirin'' dediğini duydum. ''Binbaşım, komutanın nerede olduğunu bilmiyoruz'' demeye kalmadı, ''Yarbay sizinle gelecek, o biliyor'' dedi. Erol Ege , ben ve söz konusu yarbayla birlikte cipe atladık, Akay Yokuşu'ndan Küçük Esat'a doğru çıktık. Esat kavşağına gelmeden bir evin önünde durduk. Yarbayla birlikte cipten atlayarak o önde biz arkada bir apartman katına çıktık. Albay Talat Aydemir resmi elbiselerini giymiş, bizi bekliyordu. Yarbay, ''Okul hazır kumandanım'' diyerek selam verdi.

Albay, eşi ve kızı ile vedalaştıktan sonra ''Allah bana bugünleri de gösterdi'' diyerek aşağı indi. Bizi bekleyen cipe tekrar bindik. Aydemir'in elinde küçük bir el radyosu vardı. Bir ses, açık ve kesin ifadelerle ihtilal bildirisini okuyordu. Hepimizde bir sevinç vardı. Bir an önce Harp Okulu'na çıkmak istiyorduk. Dikmen Caddesi'nden okul yolunun ayrıldığı yerde radyo bir anda sustu ve konuşan ses de bildirinin şekli de değişti. Konuşan 28. Tümen Kurmay Başkanı Ali Elverdi idi. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ihtilali bastırdığını, duruma hâkim olduğunu gelişigüzel söylüyordu. Bu sırada öğrenciler silahlı olarak bölükler halinde okuldan çıkmış, Ankara'ya doğru yürüyordu.

Albay radyoyu kapattı ve şoföre ''Dur oğlum'' dedi, cip durdu. Aşağı indik. Albay okulun büyük bir kısmını selamladı ve başarılar dileyerek tekrar cipe atladı. Yanılmıyorsam saat 00.30 civarlarındaydı. O an ihtilalin bittiği hiç aklıma gelmemişti. Biz geldiğimizde okulu teslim alacak komutanlar hâlâ ortalıkta yoktular. Üstelik de ihtilal bildirisi radyodan okunmuştu. Daha sonra da hükümet güçlerinin ihtilali bastırdığını açıklayan bildiri yayımlandı. Yani aynı radyodan iki ayrı anons yapılıyordu. Bütün bunlara karşın nöbetçi amirliği ve subaylığı arkadaşlarımız tarafından enterne edilerek okul tamamen ihtilalcilerin denetimine geçmişti.

Yarın: Mamak Cezaevi


2
22 Þubat'taki deneme başarısız olduktan sonra ihtilale destek verenler için zor bir süreç başlıyordu
Mamak Cezaevi günleri
İhtilal denemesinden sonra ne olacağımız hakkında karmaşık düşüncelerle günler gelip geçiyordu. Bir gün bizi Harp Okulu'na götürdüler. O kadar sert davranıyorlardı ki, artık birer tutsak olduğumuz net bir şekilde anlaşılıyordu. Her birimizi ayrı bir odaya koydular. Biraz beklettikten sonra Binbaşı Talat Onmuş isimli savcının karşısına çıkarıldım.
Sonunda Harp Okulu'ndan alındık. Önder Aydınlı, Nezih Fırat, Osman Yetkin, Erol Ege, Ümmet Sarı, Kemal Ülkü Tanak, Ramazan Öztürk, Mehmet Erdoğan ve ben, dokuz kişi Mamak Askeri Cezaevi'ne götürüldük. Tek sıra halinde içeri alındık. Cezaevi yaşamı, bana, ordudaki cuntalar ve ihtilaller konusunda, birçok etkin kişiyi tanıma fırsatı verdi.

>Artık ok yaydan çıkmış, taşlar yerinden oynamıştı. Kumanda merkezi diye bir şey yoktu. İşte bu sıralarda hükümet adına radyodan anons yapan Yarbay Ali Elverdi uzun boylu bir üstteğmen tarafından ( Erol Dinçer ) okula getirildi ve Albay Aydemir'in bulunduğu odaya alındı. Albay o derece sinirlenmişti ki çok sert bir şekilde uyardı. Elverdi ''Albayım hemen Genelkurmay Başkanlığı'na telefon edeyim'' diyerek telefona sarıldı. Ama hiçbir şekilde karşı taraftan ses gelmiyordu. Ben derhal nöbetçi amirliğine giderek Genelkurmay'ın telefon numarasını yazdım ve tekrar geri döndüm. Bu numara da cevap vermiyordu. Dışarı ile tüm telefon irtibatı kesilmişti. Ali Elverdi bizim komutana yalvarıyordu. Ağzından durmaksızın ''Ben yaptım siz yapmayın, neden bana haber vermediniz, ben de sizin yanınızda yerimi alırdım'' gibilerinden ve daha beter yalvarmalar ve yakarmalarla canını kurtarmaya çalışıyordu. Sanki tüm yüreğini ve beyin hücrelerini ölüm korkusu sarmıştı. Albay onu dinlemiyordu. ''Alın bunun sorgusunu siz yapın'' diyerek kendisiyle bir daha muhatap olmadı. Biraz Yarbay Mustafa Pakoba , biraz da biz sorguladık. Yapılacak şey kalmamıştı. Elverdi sapsarı kesilmişti. Oracıkta yığılıp kalabilirdi. Yandaki odalardan birine kapatarak başına bir nöbetçi koyduk.

Ne ilginçtir ki aynı Elverdi ileride mahkeme sırasında Talat Aydemir'i göstererek ''Bana silah çekti ve ateş etti, ceketim delindi'' diyecekti. Duruşma yargıcı Numan Özdalga da ''Yarbayım ciddi olalım'' diyerek konuyu kapatacaktı. O gece albayın özel korumalığını yapan beni ve Erol Ege' yi de, Aydemir'e yakarma ve yalvarmalarına tanıklık ederiz endişesiyle dokuz kişi arasından tanıyamayacaktı.

Yine böyle bir tanıklık, zamanın Ankara Merkez Komutanı Albay Orhan Çokdeğer tarafından yapıldı. O gece ihtilali bastırmak için yaptığı sayısız kahramanlık hikâyesi üretiyordu. Her yere giriyor çıkıyor. Yanındaki birlikle birçok olayın önüne geçiyor. Esas karşılaşmak ve yakalamak istediği kişi Fethi Gürcan . Ama ne hikmetse bir türlü bu arzusu gerçekleşmiyor. Sonunda duruşma yargıcı ''Albayım, Fethi Gürcan Ankara'nın her yerinde görünüyor ve kendisi de bunu inkâr etmiyor. Siz de bu kadar dolaşıyorsunuz ama bir türlü karşılaşmıyorsunuz'' deyince, sustu, verecek bir cevap bulamadı. ''İfadem bu kadar'' demekle yetindi. Harp Okulu öğrencileri Ankara sokaklarında bulabildikleri general ve albayları durmaksızın okula getiriyorlar ve bizler de bunları bulduğumuz boş odalara dolduruyorduk. Öyle bir an geldi ki, getirilen bu kumandanları koyacak yer kalmamıştı. İşte bu sırada Talat Aydemir ''Kumandanlarınızın silahını almayın, bırakın taşısınlar ama kendilerini öğrenci gazinolarından birine götürerek ihtiyaçlarını karşılayın ve ağırlayın'' emrini verdi. Hepsini toplayarak iç avluya çıkardım, gazinoya doğru götürüyordum. Generallerden biri ''Çekin şu silahları üzerimizden'' deyince, ben de kendilerine ''Paşam konuşmayın, aldığımız emir böyle'' dedim. Bu kez daha sert bir biçimde ''Bizler Rus subayı mıyız ki böyle götürüyorsunuz, her verilen emri böyle yapsanız ya'' diyerek ihtilale karşı olduğunu belirtmiş oldu. Okulun ön kapısı önüne çıktığımda birden karşımda okul komutanımız Kemalettin Eken Paşa'yı gördüm. Ayakta dikilmiş öyle duruyordu. Karşısında takım halinde bekleyen birinci sınıf öğrencileri vardı. Tüm okul Ankara sokaklarına inmiş bulunuyordu. Kumandan Paşa'ya dönerek ''Paşam bir emriniz mi var?'' dedim. Aldığım cevapla donakaldım. Doğrudan bana ''Paşa da sizsiniz komutan da, ne isteğim olabilir'' dedi. Ben de kendisine kibarca ''Paşam ayrılınız'' dedim. Bunun üzerine Paşa, arabasına bindi ve gerisin geri gitti. Daha sonra Meclis'in önünde bir çatışmada bacağından yaralandığını işittim.

Sunay'ın evine baskın

Binbaşı Fethi Gürcan'ın emri ile biz albayı bulunduğu evden alarak okula getirmeye gittikten sonra, Önder Aydınlı 'nın bir araya getirdiği on kişilik grup da Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay 'ı evinden almak üzere -bu alma, tutuklama anlamında- Saracoğlu Mahallesi'ndeki evine giderler. Paşa evdedir. Ama saklandığı için bulunamaz. O sırada 2'nci Başkan Memduh Tağmaç Milli Savunma Bakanlığı önündedir. Dur ateşine ateşle karşılık verir ve oradaki bir manga askere ateş emri verir ve çatışmaya neden olur. Bu sırada Ertuğrul Akyürek isimli bir arkadaşımız omzundan yaralanır. Böylece Cevdet Sunay Paşa da ele geçirilemez.

Üç tank teslim alınıyor

Tank Okulu Komutanı Þükrü Sönmezsoy bize hemen parolayı veriyor ve bir pusula yazıyordu. Pusulada gelen arkadaşların söylediklerinin aynen yapılması ve tankların teslim edilmesi emrediliyordu. Talat Aydemir pusulayı bana verip ''Git tankların mürettebatını buraya getir'' dedi. Ben hemen okulun önünde bulunan bir cipe atladım ve TBMM önüne gittim. Tanklar Deniz Kuvvetleri ile Genelkurmay arasındaki caddede çalışır vaziyette duruyordu. Tam üç tane. Harp Okulu öğrencileri o zaman daha tamamlanmamış olan Meclis bahçesinde mevzilenmiş, Genelkurmay'la ateş teatisinde bulunuyordu. (O kurşun yaraları Genelkurmay binasının ön cephesinde yıllarca kaldı, sonra temizlendi.) Tanklara yaklaşarak, tank kumandanına parolayı söyledim ve tanktan inmesini usulü dairesinde belirttim. Tank içinden bir yüzbaşı çıktı. Hemen aşağı atladı ve yanıma yaklaştı. Kendisine Albay Þükrü Bey'in yazdığı pusulayı verdim. Hemen tanktakilere aşağı inmelerini emretti. Erler hariç rütbeleri olan beş altı kişiyi oradaki cipe bindirerek Harp Okulu'na çıkardım. Böylece üç tank, mürettebattan arındırılmış olarak orada atıl vaziyette kaldı.

Gürcan'la Ankara sokaklarında

İşte bu sırada Bnb. Fethi Gürcan ile Önder Aydınlı geldi. Bir süre sonra Gürcan ''Haydi çocuklar Radyoevi'nin yardıma ihtiyacı var, oraya gidelim'' dedi. Biz de orada bulunan birinci sınıf öğrencilerden yanımıza alarak Meclis bahçesinden ayrıldık. Cebeci yönünden yüze yakın öğrenci bize yaklaştı. ''Sizleri destekliyoruz ama radyoda İsmet Paşa konuşuyor'' dediler. Fethi Binbaşı sinirlendi ve ''Öğrencileri uzaklaştırın. Herhangi bir çatışma durumunda zarar görebilirler'' dedi. Radyoevi'ne gidemeyeceğimiz kesin olarak anlaşılmıştı. Küçükesat yönünde belirsiz bir istikamete doğru gittik. Sonra okula dönmek zorunda kaldık.

BaÅŸbakan oluyorum

Ne olacağımız hakkında karmaşık düşüncelerle günler gelip geçiyordu. Bir gün Önder'i, Nezih Fırat'ı ve beni alıp muhafızlarla birlikte Harp Okulu'na götürdüler. O kadar sert davranıyorlardı ki, artık birer tutsak olduğumuz net bir şekilde anlaşılıyordu. Her birimizi ayrı bir odaya koydular. Biraz beklettikten sonra Bnb. Talat Onmuş isimli savcının karşısına çıkarıldım. Klasik sorgulamadan sonra ilginç bir soru ile karşılaştım. Savcı, ''Önder Aydınlı Ankara valisi olacakmış, arkadaşlarınızın anlattıklarına göre sen de Başbakan'' demez mi?.. O anda aklıma Bnb. Fethi Gürcan'ın ''Sizi 6 ay burada muhafız olarak tutacağız daha sonra da sınır boylarına göndereceğiz'' demesi geldi.

Mamak cezaevi

Sonunda Harp Okulu'ndan alınarak bir meçhule gidiyoruz. Önder Aydınlı, Nezih Fırat, Osman Yetkin, Erol Ege, Ümmet Sarı, Kemal Ülkü Tanak, Ramazan Öztürk, Mehmet Erdoğan ve ben, dokuz kişi götürülüyoruz. Burası Mamak Askeri Cezaevi'nden başka bir yer değildi. Tek sıra olarak içeri alındık. Buraya getirilişimizden birkaç gün sonra Tümen Kumandanı General Nuri Hazer Paşa geldi. Önce askerce bir ''Merhaba'' dedi ve ekledi, ''Nerede benim mavi gözlü teğmenim.'' Bizler donakalmıştık. Paşa, ne demek istemişti?.. Durumu çok geçmeden anladık. O gece Opera Meydanı'nda kendisine ve birliklerine elinde Thomson tabanca, tankının önünde durarak mavi gözlü teğmen geçiş vermemişti. Teğmen Savaş Kilimci , ''Buradayım Paşam'' diyerek öne çıktı. Bu kez Paşa ''Bir isteğiniz var mı? Varsa sıkıntılarınızla birlikte söyleyin'' dedi. 22 Þubat gecesi Hava Kuvvetleri Komutanı İrfan Tansel 'in jet uçakları ile dolaşarak ihtilali bastırdığını bilirdik. Bizimle birlikte tutuklanan Albay Halim Menteş, yandaki koğuşta bir gün o günleri şöyle anlatıyordu ve bizler de ilk kez gerçeği öğrenecektik. Halim Menteş, ''İrfan Tansel o gece Eskişehir Üssü'nde hazırlanmış iki uçakla bekliyordu. 22 Þubat başarılırsa uçaklarla Atina'daki bir NATO üssüne sığınacaktı'' diyordu. Tam bunu söylediği anda rütbe falan düşünmeden ''Albayım böyle hainlikleri biliyorsunuz da neden onlara sahip çıktınız'' diye yüksek sesle sordum. O anda dut yemiş bülbüldü sanki. İmdadına Sv. Yzb. Orhan Günday yetişti. Bana dönerek ''Þimdi böyle şeylerin zamanı değil, sen albayınla nasıl konuşuyorsun'' diyerek beni oradan uzaklaştırdı. Halim Albay sonunda altı ay ceza aldı. Bu cezaevi yaşamı, ordudaki cuntalar ve ihtilaller konusunda, birçok etkin kişiyi bana tanıma fırsatı verdi.

Yarın: Deniz Gezmiş'le tanışma


2
Afyon Cezaevi'nde 'komünist' diye uzak durduğum Yön dergisiyle tanışmak kendimle hesaplaşmamı sağladı
Bir dergi okudum, yaşantım değişti
Afyon Cezaevi'ne Ergin Konuksever isimli bir gazeteci arkadaş geldi ve bizimle üç gün cezaevinde birlikte kaldı. Gelirken yanında biraz dergi ve kitap getirmişti. Dergilerin içinde bir tanesi özellikle ilgimizi çekmişti. Þimdiye kadar komünistliğinden başka hakkında bir bilgimiz olmayan Nâzım Hikmet'in şiiri, Yön isimli bu dergide yayımlanmıştı.
İçimizden birkaç kişi -ben de dahil olmak üzere- "Bu komünistlerin dergisi, biz bunu okumayız'' gibi şeyler söyleyerek tartışmaya neden olduk. Uzun süren tartışmalardan sonra dergiyi zorla da olsa yavaş yavaş okuduk. Dergi bütünüyle yeni ve bizlerin isteklerine yakın şeyler yazıyordu. Yön dergisi yaşamımı yeniden yapılandırmama yol açtı.

Mahkeme kararını 5 Eylül 1963 günü açıkladı. 7 idam, 29 müebbet ve benim de aralarında bulunduğum 12 kişi 15 yıl ve diğer arkadaşlar da çeşitli cezalarla cezalandırılmıştılar. Harbiyeli olarak Önder Aydınlı müebbet hapse mahkûm edilmişti. Yargılanmamız Yargıtay safhasındaydı. Birçoğumuzda kararların bozulacağına dair kanaat vardı. 2 No'lu Mahkeme'de de yargılamalar sona ermiş, 67 arkadaşımız 4 sene 2 ay ceza almıştı.

Okuma zevki

Afyon Cezaevi'de günlerden bir gün Ergin Konuksever isimli bir gazeteci arkadaş geldi ve bizimle üç gün cezaevinde birlikte kaldı. Gelirken yanında biraz dergi ve kitap getirmişti. Dergilerin içinde bir tanesi özellikle ilgimizi çekmişti. Þimdiye kadar komünistliğinden başka hakkında bir bilgimiz olmayan Nâzım Hikmet 'in şiiri, Yön isimli bu dergide yayımlanmıştı. İçimizden birkaç kişi -ben de dahil olmak üzere- ''Bu komünistlerin dergisi, biz bunu okumayız'' gibi şeyler söyleyerek tartışmaya neden olduk. Uzun süren karşılıklı söylenmeden sonra Yzb. Sabri Sarıyer , ''İnsanın yaşama hakkı elinden alınırsa tabii ki kaçar'' gibisinden laflar söyledi. Daha sonra da ''Önce öğrenin, sonra karşı çıkın'' diyerek bize bu dergiyi okutmaya çalıştı. Zorla da olsa yavaş yavaş okuduk. Dergi bütünüyle yeni ve bizlerin isteklerine yakın şeyler yazıyordu. İşte bu Yön dergisi hayatımı yeniden yapılandırmama, düşüncelerimi değiştirmeme yol açarken bütün bunların üzerinde de bana okuma zevkini ve alışkanlığını kazandırıyordu.

Aydemir ve Gürcan'ın büyüklüğü

Bizler ihtilal liderimiz Talat Aydemir' i iyi bir komutan, iyi bir yönetici ve örgütçü olarak benimsemiş, arkamıza bile bakmadan düşüncelerinden ve kararlarından yana olmuştuk. 22 Þubat 1962 başkaldırısı sırasında Fethi Gürcan' ın tutukladığı İsmet Paşa'yı Çankaya'da serbest bıraktığı gibi... Başını vermesini bilmiş, fakat baş almasını bilememişti. Güç oyunu bozar kuralı göz ardı edilmişti. Albay geçmişte gücünü kullanamamış, sivil bir emekli albay olarak etki ve yetkisini değerlendirememişti. Ordunun, komuta kademesine bağlılığını galiba unutmuştu. Bunda en büyük etkenlerden biri de resmi elbisesi üzerindeyken etrafında örgütlü ve diri duranların, yan çizeceklerini bilememiş, terk edilmişliği anlayamamış olmasıydı. İşte bu nedenle de başını vererek, lider örnekliği göstermiş, ama kötü bir ihtilal lideri olmuş, değerlendirilmesi tarih sayfalarına bırakılmıştır.

İhtilalin mantığı

Þunu belirtmek gerekir ki, ihtilal yasa tanımaz. Zamanla göreceğiz ki, bizi zindanlara atanlar daha sonra muhtıralar ve mektuplarla iktidar olma sevdasına düştüler. Zaman içerisinde, birlikte bizleri tasfiye ettiler. Sonra da yardımcılarını tasfiye ederek kendilerine dikensiz yol hazırladılar. Hatta içlerinden bazıları Silahlı Kuvvetleri ikballeri için kullanarak iktidara el koydular. Bunlar bin dört yüz altmış yedi kişilik Harp Okulu öğrencisini istikballerinden edenlerdi. Mustafa Kemal 'in devrimlerinden çoğunu ve mirasını Türk-İslam sentezcilerine peşkeş çekenlerdi. Bu ülke yıllarca onların yarattığı ortamda üreyen hastalıkları yaşadı ve hâlâ da yaşamaya devam ediyor. Henüz o sancılar dinmiş değil. Özellikle 12 Mart Muhtırası'nı verenler, Silahlı Kuvvetler içerisindeki Aydemir Cuntası'nın karşısında yer alanlardır. Amaçları ise 1961 Anayasası'nı Süleyman Demirel 'in sırtına uydurmaktı; kesip biçerek öyle de yaptılar. 12 Eylül 1980 ise geride ne kaldıysa silip süpürmüştür. Hem de Atatürkçülük adına . Zaten Kemalist hareketi yozlaştıran, onu bir restorasyona uğratan hep bunlar olmuştur. Adları da zaten o dönemde ''gardırop Atatürkçüleri'' dir. Bunlarınkine bir ihtilal demek de doğru değildir. Her ikisi de (12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980) emir komuta zinciri içinde gerçekleştirilmiş, tutucu düzen ve ABD yandaşlığıdır. İktidar yandaşlığıdır. Oy kaygısıyla siyasilerin yapamadıklarını yaparak, onların baskıcı, yarı faşist yönetimlerine zemin hazırlamışlardır.

Filistin'e gidecekler belirleniyor

1969 Ağustos ayının sonunda Ankara'ya, oradan da aralık başında Filistin'e gitmeyi düşünüyordum. Bunu Demir Küçükaydın 'a açıkladığımda, ''Benim için önemli değil, ne zaman olsa gelirim'' dedi. İbrahim Kaypakkaya ise daha önce çok istekli olduğu halde çok ağırdan alıyor ve kesin bir ifade kullanmıyordu.

Çünkü o günlerde Perinçek grubu ile daha sıkı fıkı ilişkilere girmişti. Nasıl ki M. Kuseyri onlarla görüştükten sonra kesin olarak hayır cevabı verdiyse

Kaypakkaya da mutlaka aynı cevabı verecekti. Bundan doğal bir şey olamazdı. İki grup arasında kesin ayrılık vardı.

Daha sonra İbrahim Seven, Fehmi Erbaş, Demir Küçükaydın 'la birlikte Antakya'dan sınırdan yürüyerek

çıktık; Halep, Þam üstünden Ürdün'e, oradan da Çaraş'a ulaştık. Yaklaşık bir yıllık süreçte Filistin'de bir dizi ilginç olaya tanık oldum. Sonuçta El Saika'nın genel sekreteri Ebu Yasir eylülde parti kongresi yapılacağını, büyük olasılıkla askerlerin darbe yaparak iktidara el koyacaklarını, bu durumda can güvenliğimi sağlayamayacaklarını söyledi ve Türkiye'ye dönmemi istedi. Yapacak başka bir şey kalmamıştı, döndüm.

Yarın: 12 Mart günleri


3
27 Mayıs sonrası olduğu gibi 12 Mart öncesinde de devrimci subaylar ordudan tasfiye ediliyordu
Aynı film tekrar gösterimde
Dev-Genç'in bütünlüğü kalmamıştı. İrili ufaklı birçok parçaya bö lünmüştü. Her grup kendi alanında çalışıyor, birtakım eylemler yaparak itibar kazanmaya ve yandaşlarını arttırmaya çalışıyordu. Devrimciler arasında bu dağınıklığın yaşandığı sırada, TRT'de öğle haberlerinde, ordunun bir bildirisi okundu. Üç maddelik bu bildiri, hükümeti suçluyordu.
Birinci maddede Atatürk ilkelerinden sapıldığını, hükümetin kardeş kavgasına son vermediğini, reformları yapmadığını ve TC'nin geleceğini tehlikeye düşürdüğünü vurguluyordu. İkinci maddedeyse devrimci bir hükümetin hemen kurulmasını istiyordu. Üçüncü madde de, bu maddeler gerçekleşmezse askerlerin yönetime el koyacaklarını belirtiyordu.
Okunan bu bildiri devrimci gençliğin yıllardır savunduğu şeylerdi. TMGT'de bir bildiri hazırlandı ve TRT'de okunan bildirinin içeriği aynen desteklendi. Bu arada ordu üst kademesi ikiye bölünmüştü. Desteksiz kalan devrimci komutanlar yenilmiş, Tağmaç ekibi kazanmıştı. Ordudan devrimciler tasfiye edilmişti. THKO eylem yapmaya başlıyordu.

Türkiye'ye döndükten sonra, yaklaşan karşıdevrimci tehlikeye karşı alabileceğimiz önlemleri düşünmeye başladık. Bunun için Gürkan, Kıyıcı, Nahit, Namık Kemal gibi arkadaşlarla birçok toplantı yaptık. Bunlardan en önemlisi Mehmet Ata Tansuğ 'ların Gümüşsuyu'ndaki evlerinde oldu. Genelde iki grup oluşturulacaktı. Biri siyasi çalışma yapacak, diğeri kırsal kesimde silahlı olarak gerekirse dövüşecekti. Ayrıca yurtdışına gidiş geliş yollarını belirlemek için Toroslar'da bir üs edinilecekti. Önümüzde üç ay gibi bir zaman vardı. Bu iş için maddi koşullar gerekirdi. Biz bu sürecin hazırlık safhasını tartışırken Mehmet Ata Tansuğ, ''Bu dağ işini boş verin, her köyde bir muhbir var, bunlar en ufak bir şey gördüklerinde hemen ihbar ederler'' diye engel olmaya çalıştı. ''Bu riski göze almamız gerekir'' diyerek önemsemedik. Bu işi daha detaylı oluşturmaya karar vererek dağıldık.

Kaypakkaya olayı

Dev-Genç Genel Kongresi'nden önce İstanbul'da iki önemli toplantı yapıldı. İlki Gümüşsuyu'nda Teknik Üniversite'nin Müftüoğlu Amfisi'nde oldu. Burada ülkenin genel durumu ve kongrede nasıl davranılması gerektiği tartışılırken Beyaz Aydınlık grubu ile sert tartışmalar yaşandı. Kürsü ve civarı bizim arkadaşların denetimi altındaydı. Birçok arkadaş silahlı olarak bulunuyordu. Bu silahlı arkadaşlar her an tetiği çekebilirlerdi. Çünkü o günlerde İstanbul'da en sekter ve silahlı grup Mustafa Gürkan'ın çevresinde toplanmıştı. Onların isteklerinin karşısına geçerek tavır koymak, pek kolay değildi. Kürsüde Nahit Töre konuşurken sık sık laf atılıyor, her sataşmadan sonra tepkiler sertleşiyordu. Bu sırada hemen arkamda oturan çok sevdiğim İbrahim Kaypakkaya da laf atmalara başladı. Yanında Habil ve Kabil kardeşler vardı. Daha önce belirttiğim üzere, biz Filistin'e giderken İbrahim'i de yanımıza almayı istemiştik. Ama o gelmemişti. Þimdi Beyaz Aydınlıkçı denilen Perinçekçilerle birlik olmuş, laf atıyordu. O bağırdıkça ben her ne kadar, ''İbrahim sen bu işe karışma, kürsüdekilerin hepsinin belinde silah var. Olay çıkmasın'' diyerek yerine oturmasını söyledimse de İbrahim dahil kimse laf dinlemiyordu. Herkes kendini kaybetmiş, hâkimiyet kavgası yürütüyordu. Elbette o da dinlemeyecekti... Belki Beyaz Aydınlıkçı olmasını hazmedememiş olmanın, belki içinde bulunduğum sekterliğin sonucu yerinden kalkarak kürsüye doğru yürümeye çalışan İbrahim Kaypakkaya'ya, yanı başımda duran tabureyi havaya kaldırarak üzerlerine doğru savurdum. Tabure Kaypakkaya'nın kafasına rastlamış ve onu yaralamıştı. Bu olay zaman içerisinde hep abartılarak anlatılmıştır. Oysa istemeden yaptığım bu hareket bugün bile benim için üzüntü kaynağıdır.

9 Mart'ı beklerken 12 Mart geliyor

O günlerde Dev-Genç'in bütünlüğü kalmamıştı. İrili ufaklı birçok parçaya bölünmüştü. Her grup kendi alanında çalışıyor, birtakım eylemler yaparak itibar kazanmaya ve yandaşlarını arttırmaya çalışıyordu. Ankara'da bulunduğum bir gün askerlerin alarma geçtiği ve darbe yapacakları haberi yayıldı. O gece İhsan Karcı 'nın arabasıyla askeri birliklerin, özellikle de Bahçelievler'in orada bulunan 229. Piyade Alayı'nın ve Etlik yolundaki tank birliğinin etrafında dolaşarak, askerlerde bir hareket olup olmadığını araştırıyorduk. Kışlalarda hiçbir hareket yoktu. O günlerde böyle dedikodular sık sık ortalıkta dolaşıyordu. Ben de İstanbul'a dönmüştüm. Devrimciler arasında bu dağınıklığın yaşandığı sırada, TRT'de öğle haberlerinde, ordunun bir bildirisi okundu. Üç maddelik bu bildiri, hükümeti suçluyordu. Birinci maddede Atatürk ilkelerinden sapıldığını, hükümetin kardeş kavgasına son veremediğini, reformları yapmadığını ve TC'nin geleceğini tehlikeye düşürdüğünü vurguluyordu. İkinci maddedeyse devrimci bir hükümetin hemen kurulmasını istiyordu. Üçüncü madde de, bu maddeler gerçekleşmezse askerlerin yönetime el koyacaklarını belirtiyordu. Okunan bu bildiri devrimci gençliğin yıllardır savunduğu şeylerdi. Desteklenmesi gerekirdi. TMGT'de bir bildiri hazırlandı ve TRT'de okunan bildirinin içeriği aynen desteklendi. Daha sonra ne oldu bilmiyorum, o ilk saatlerden sonra tüm kesimlerde bir sessizlik hüküm sürdü. İkinci gün sol bir gazetede manşetten komutanları hedef alan bir haber yayımlandı. Üçüncü gün İsmet Paşa , ''Tehlikeli üç gün geçirdik'' diyerek bir gerçeği söylüyordu. Ordu üst kademesi ikiye bölünmüştü. Desteksiz kalan devrimci komutanlar yenilmiş, Tağmaç ekibi kazanmıştı. Ben bu filmi iki kez yaşamıştım. 22 Þubat 1962 ve 21 Mayıs 1963'te yine Memduh Tağmaç'ın Onbaşılar Cuntası, ki biz öyle niteliyorduk, yandaşlarını tuzağa düşürmüş, aldatmış, Cevdet Sunay 'la birlikte ordudan devrimcileri tasfiye etmişti. Film sekiz sene sonra geri sarılarak gösterime sokuluyordu. Geçmişten ders alınmamıştı. Bildiriyi veren komutanlar 27 Mayıs'tan sonra ateşi körüklemişler, sonra da yaktıkları ateşte arkadaşlarını kızartmışlardı. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetler Birliği'ni kurup, başında bulunan Sunay ve Tağmaç, albayları ateş hattına sürerek darbeyi örgütlemişlerdi. Son anda da, bu iş burada biter, İsmet Paşa'ya güvenmeliyiz diyerek ihtilalci subayları hüsrana uğratmışlardı. Sonra da biri Çankaya'ya çıkmış, diğeri Genelkurmay Başkanı olmuştu, Talat Aydemir ve Fethi Gürcan 'ın idam edilmelerine sebep olmuşlardı. Bu kez idam yoktu ama... bazı devrimci paşaların rütbeleri sökülerek oyun tekrarlanmıştı.

Nihat Erim hükümeti

Devrimler bildiri ve anlaşmalarla yapılmıyordu. Devrim, var olanın yerine, yeni kararlar alacak yeni yönetimlerle yapılabilirdi. Oysa verilen muhtırada Demirel hükümeti yerine, yeni bir hükümetin kurulması isteniyordu. Bu madde gereğince Demirel, hükümetten çekildi. Yerine, bir kısmına teknokrat denilen Nihat Erim hükümeti kuruldu. Böylece de siyaset çarkı tekrar dönmeye başlamıştı. Demirel sıkıştıkça, ''Anayasa bol geliyor'' diyordu. Ama bunu daraltmaya ne partisinin Meclis'teki sayısı ne de gücü yetiyordu. Þimdi fırsatı yakalamıştı. Erim yıllarca savunduğu ilkeleri bırakmış, anayasa değişikliğinden söz ediyordu. THKO ilk büyük eylemini Ankara'da Amerikan askerlerini kaçırmakla gerçekleştiriyordu. Ankara didik didik ediliyor, ama ne kaçırılanlar ne de kaçıranlar bulunabiliyordu. Deniz Gezmiş'in karizması böylece doruğa ulaşıyordu. Diğer yandan da bankalar birbiri ardına soyuluyordu. Sonunda Ankara ve İstanbul'da sıkıyönetim ilan edildi. THKO Nurhak Dağları'nda üslenmiş bulunuyordu. Deniz ve Yusuf Aslan bir motosikletle Nurhak'a giderken Gemerek'te rastlantı sonucu bir bekçiyle silahlı çatışma sonucu yakalanıyorlardı. Ankara'ya getirildikten sonra İçişleri Bakanı kendisini makamında görmek istiyor. Karşısına çıkarıldığında Deniz'in meşhur parkanın içinde dimdik duruşu ve sert konuşmaları halkın ve gençliğin arasında büyük itibar kazanmasına bir kez daha neden oluyordu. Bu yükseliş, Mahir 'i ses verecek bir eylem yapmaya sevk edecekti. Buna karşılık ilerde Mahir'ler İstanbul'da İsrail Başkonsolosu Elrom 'u kaçıracaklardı. Hükümet ve sıkıyönetim ne yapacağını şaşırmıştı. Hükümet Sadi Koçaş 'ın ağzından, yasaların değiştirilerek geçmişe de uygulanacağını açıklıyordu.

Sonuç

Burada anlattıklarım yaşantımın bir kesitidir. Burada anlatılan olaylar, ülke tarihine ve 68'lilerin yaşamına büyük etkide bulunmuştur. Geri kalmış, gelişmemiş, çağdaş olmayı başaramamış her toplumda olabilecek şeylerdir. Gençlik, kendilerini ilgilendiren üniversiteye ait özel isteklerin ülke sorunlarından ayrılamayacağını anladıktan sonra, ülkenin sorunlarını çözmeye yönelmiştir. Biraz da bunda zorunluluk hissetmiştir. Çünkü yaşamın her alanında ikame yasası geçerlidir. Siyasetçilerin göstermedikleri duyarlılığı göstermek, yapmadıklarını yapmak, öğrenci gençliğe kalmıştır. TMGT'de bulunduğum bir sırada Prof. Tarık Zafer Tunaya , ''Biz öğrencilik yıllarımızda yalnız derslerimizle meşgul olurduk. Zira ülkeyi düşünmeye gereksinim yoktu. Onu M. Kemal Ankara'da düşünüyordu. Ama sizler sahipsiz bir ülkenin çocukları olarak, ülkenizi sahiplenmeye çalışıyorsunuz'' demişti. Bu doğru bir tanımlamaydı. Orduda bulunduğum sırada, ülke sorunlarını omuzlarımıza alarak 1908'lerden beri devam eden bir geleneği sürdürmüştük. Bunun bedelini de ağır bir şekilde ödedik. Asıl sorumlular komuta kademesindekilerdi. Onlara bir şey olmadığı gibi, on sene içerisinde iktidar ve ikballerinin yolunu açtılar. ''Atlar tepiştiklerinde, olan taylara olur'' diye, boşa dememişler. Darbeler bir çözüm değildir. Ama bizim gibi ülkelerde siyaset de çözüm üretmiyor. Her zaman ve her koşulda demokrasi işlemediği takdirde, darbeler de kendisine gerekçeler bulabiliyor. Filistin ise hep yazılan bir şiir, sürekli bestelenen bir müziktir. Bu müziğin notaları kan, gözyaşı ve acı dolu toprakları anlatacaktır. Dünya halkları bu insanları desteklemeye, insanlık adına zorunludur. İsrail silah üstünlüğünü kullandıkça, Filistin halkı da kendi canını bomba olarak kullanmaya devam edecektir. Bu ulusal bir kurtuluş savaşı ateşidir. Küllendikçe yeniden alevlenecektir... Öğrenci, toplumun çeşitli sınıf ve katmanlarından gelen gençlerden oluşan bir topluluktur. Ortak çıkarları genelde sınırlıdır. Böyle bir topluluğa siyasi önderlik yüklemek tarihsel bir yanlışlıktır. O günkü Türkiye koşullarında Türkiye İşçi Partisi (TİP) devrimci siyaset söylemleriyle topluma bilinç taşımayı başarmış ama önderlik yapamamıştır. Öğrenciler bu boşluğu doldurmak isteyerek siyasi bir parti gibi Dev-Genç 'e görev yüklemiştir. İlk aşamada çok iyi kadrolar yetişmiş olmasına karşın bu kadroları yerinde ve güçlü olarak kullanamamıştır. Bunun nedeni de kendi iç çelişkisinde gizlidir. Çünkü öğrenciler toplumun ancak bilinçlenmesine katkıda bulunabilirler.

Öldükleriyle kalmadılar

Siyasi önderlik, siyasi partinin işidir. Ayrıca lider kadrosu dokunulmaz değildir. Onun da eksikleri ve yanlışları olacaktır. Bunları yeri geldiğinde, çekinmeden yüzüne karşı ifade etmek, bir devrimcinin görevidir. Oysa bizler o zaman, bugün de olduğu gibi, hep karşımızdakilerin yanlış yaptıklarını söylüyorduk. Asla kendimize bir kusur bulmuyor, kendi yanlışlarımızı görmüyorduk. Bu nedenle de ''En doğruyu biz bilir, en iyi şeyleri hep biz yaparız'' düşüncesi hepimizde hâkimdi. Sonuçta da bölünüyor, dağılıyor ve paramparça oluyorduk. Amip gibi çoğalmak, yem olmamızı da kolaylaştırıyordu. Bu durumu anlamıyor, üstelik bununla övünüyorduk. O dönemde şehir gerillalığı kızamıksa, dağa çıkma (Fukoculuk) da suçiçeği gibi bir çocukluk hastalığıydı. Ülkemizde de bu hastalıklar yaşanarak görülecekti. Çözüm, toplumsal iradenin, yani halkın, topyekûn isteklerini ve iradesini ortaya koymasındadır. Bu arada bize düşense hatalarımızdan azami dersler çıkarmak, onları yinelememekti. Evet, üniversite kantinlerinde, yurtlarda, sokaklarda, velhasıl her yerde ölüm paylaşılıyordu ama... ya sonrası... Yanlış da doğru da o günlerde hepimizindir. Ölen arkadaşlar elbette Orhan İyiler 'in dediği gibi ''Öldükleriyle kalmadılar'' . Onlar tarihin aydınlık sayfalarında yerlerini almışlardır. Bize düşense amaçlarına olan bağlılığımızı son ana kadar yitirmemektir.
_________________
« Le faux courage attend les grandes occasions... Le courage véritable consiste chaque jour à vaincre les petits ennemis. »
[ Paul Nizan ]
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Page 1 sur 1

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group ¦ Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.