44 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2289

Actuellement :
Visiteur(s) : 44
Membre(s) : 0
Total :44

Administration


  Derniers Visiteurs

murat_erpuyan : 23h36:50
administrateu. : 1 jour, 06h11:28
opak : 2 jours
lalem : 3 jours
duygu : 3 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Can Baydarol'dan mektuplar...
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

Can Baydarol'dan mektuplar...
Aller à la page Précédente  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 939

MessagePosté le: 21 Aoû 2025 0:02    Sujet du message: Répondre en citant

Senaryo

Can Baydarol


Trump Putin ikili Alaska zirvesinin hemen ardından bazı Avrupalı liderler, NATO Genel Sekreteri ve Zelensky Beyaz Saray’da bir araya gelerek izlenecek yol haritasını görüştüler ve 15 gün içinde Trump, Putin ve Zelensky’nin katılacağı bir barış görüşmesinin yapılması ihtimalini ön plana çıkarttılar. Çizilen senaryoya Putin’in de olumlu yaklaştığı (Trump Putin telefon görüşmesine bağlı olarak) anlaşıldığı oranda yaklaşık 3.5 yıldır bütün acımasızlığı ile süren savaşın bitme ihtimali doğmuş gözüküyor.

Ancak bu noktada Zelensky dayatılan koşulları ne kadar kabul edebilir? Önümüzdeki 15 günlük süre içinde bunu izleyip anlamaya çalışacağız.
Peki, mevcut senaryonun uygulanması halinde kim ne kazanacak ya da kazandı?

Ukrayna açısından NATO üyeliği hayal oldu. Putin’in şiddetle karşı çıktığı Ukrayna’nın NATO’ya tüm üyeliği Trump tarafından da teyit edildi. Buna karşılık Batı dünyası adı konmamış NATO’nun meşhur 5inci maddesini (birimize yapılan saldırı hepimize yapılmış sayılır, topyekun cevap verilir) andıran şekilde Ukrayna’nın güvenlik garantisini oluşturacak. Putin’in bu garantiye itirazı gözükmüyor. Konu bazı Batı ülkelerinin Ukrayna topraklarına asker konuşlandırması gibi sınırlı bir algıyla geçiştirildi.

Ukrayna’nın kayıpları Rusya’nın kar hanesine yazılıyor. Rusya Batı sınırlarını genişletecek, buna karşılık Kiev’in çevresindeki topraklarda işgalini kaldıracak. Batı sınırlarının nereye kadar genişleyeceğini eğer yapılırsa üçlü zirvenin ardından anlayacağız, ancak şimdiden Kırım’ın ilhakı konusunda tam bir mutabakat Rusya’nın lehine kayda geçti.

ABD’nin kazançlarını ekonomik ve stratejik olarak iki ana başlıkta toplamak mümkün.

Ekonomik olarak bakıldığında öncelikle içinde bulunduğumuz yılın Şubat ayında Trump’ın Zelensky’yi aşağıladığı fotoğraf karelerini gözümüzün önüne getirelim. Hemen ardından özür dileyen Zelensky ve ardından ABD’nin Ukrayna topraklarında bulunan nadir toprak elementlerini ele geçirmesi. Özellikle Çin’e karşı rekabette bir açılımın elde edilmesi.

İkinci olarak, Rusya’ya uygulanan ambargolar sayesinde ABD kaya gazının fahiş fiyatlarla AB ülkelerine ihraç edilmesinin getirdiği kazancı da bu başlığın altına yazmak gerekiyor. AB ülkelerindeki ekonomik daralmanın ve aşırı sağın giderek zemin kazanmasının başlıca nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.

Üçüncü olarak da özellikle Doğu Avrupa ülkelerine yapılan çok büyük meblağlardaki savaş sanayii satışlarını da yazmak gerekiyor. Barış geliyor havası esince ABD silah üreticilerinin borsa değerlerinin düşmesi şaşırtıcı değil.

Stratejik plana geçince.

ABD’nin Çin ve Hindistan’a karşı Rusya’yı yanına alma arzusu yeni bir şey değil. Son gelişmelerden anlaşıldığı kadarı ile bu noktada da bir mutabakat sağlanmış gibi. Özellikle Çin’in “Kuşak Yol” açılımına Zengezur koridoru ile karşılık verilmesi ve ABD’nin gerekirse yeni sıcak çatışma yönünü Çin’e yöneltmesi Rusya’yı yanına çekmesi ile daha mümkün hale geliyor.

Peki kaybedenler kimler?

Başa herhalde Zelensky’yi yazmak gerekiyor. Milyonlarca Ukraynalının yaşamını yitirdiği, evlerini terk etmek zorunda kaldığı bir süreçte, topraklarının kullanım hakkını ABD’ye devretmesi, Rusya’ya karşı toprak kaybının tescillenmesi sanki Zelensky’nin siyasi ömrünün de sonlanmasına yol açacak.

Peki AB ülkeleri? Onlar da kaybedenler kategorisinde yer alıyorlar. Dış politika ve güvenlik politikasında bir türlü “Birlik” olmayı beceremeyen AB, kapılarında ilk kez savaş tehdidini bu kadar yakından yaşadı. NATO şemsiyesi altında korunuyoruz algısı büyük oranda çöktü. AB ülkelerinin ABD önderliğindeki NATO’ya olan güvenleri büyük ölçüde sarsıldı. ABD’nin dayattığı yol haritasına göre, eğer NATO’da devam etmek istiyorlarsa güvenlik harcamalarını çok önemli oranda artırmaları gerekecek. Mevcut ekonomik koşullarda yapılabilir mi? Ucu açık bir soru. Kendi güvenliklerini kendilerinin sağlaması AB’yi gerçek anlamda bir “Birlik” haline getirebilir ancak yapılabilirliği bugünün koşullarında pek olası değil.

Bir diğer kaybeden, çoktandır pek bir şey ifade etmediği genel kabul gören uluslararası hukuk. Güçlünün her istediğini dengeleyici hukuk mekanizması olmaksızın dikte ettiği yeni dünya koşulları. Bu bağlamda Ukrayna’dan yola çıkıp, Gazze’ye kadar kaybedenleri listeleyebilirsiniz.

Gelelim bize.

Bu yazının ilk giriş cümlesinde Beyaz Saray’da yapılan toplantının katılımcılarına kısaca yer vermiştik. Hatırlayalım: İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Finlandiya devlet başkanlarının yanı sıra NATO Genel Sekreteri. Peki biz neredeyiz?

Öyle ya Karadeniz’de Ukrayna ve Rusya ile en büyük sınırdaş ülkeyiz. NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahibiz. Montreux Boğazlar sözleşmesi uyarınca gerek Rusya’nın gerekse Ukrayna’nın gemilerinin geçişleri bizim kontrolümüzde. Savaşın kritik anlarında bütün dünyanın sorunu haline gelen tahıl meselesine çözüm getiren ülkeyiz. Nihayet barış için yaptığımız girişimlerle Rusya ve Ukrayna heyetlerini bir araya getiren ülkeyiz.
Hani üçlü zirve için Türkiye işaret edilirse, Beyaz Saray’daki bu yok sayılma bir nebze de olsa kabul edilebilir. Ancak bu gidişat bir başka soruyu da sormamızı gerektiriyor. Eğer Ukrayna’nın güvenliği için Türkiye’den de asker istenirse cevabımız ne olacak? Seve seve ön planda mı olacağız? Yoksa sadece asker meselesi gündeme gelince sırtı sıvazlanan ülke olmayı kabul mü edeceğiz?

Ayrıca doğal olarak Ukrayna’da asker konuşlandırmanın Türkiye Rusya ilişkileri üstündeki maliyetini de düşünmemiz gerekmez mi? Sonuçta bu tutum Rusya’ya karşı hasmane bir girişim olarak algılanmaz mı? Kısacası savaş süresince her iki tarafa karşı uyguladığımız dengeli dış politika ortadan kalkmaz mı?

Senaryo üstünde çalışmamız gereken çok fazla ayrıntı var. Umarım her şey ülkemiz adına daha iyi günleri beraberinde getirir.

Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 939

MessagePosté le: 30 Aoû 2025 0:36    Sujet du message: Répondre en citant

Bina çürüdü mü?

Can Baydarol


Avrupa Birliği cephesinden gelen uyarı sesleri ile haftayı tamamladık. Önce eski İtalya başbakanı, ardından AVRUPA Merkez Bankası başkanı Mario Draghi’nin “Avrupa aşağılanma çağına mı giriyor?” sorusunu ortaya atması, ardından Almanya Şansölyesi Merz’in “sosyal refah devletine elveda” mealindeki açıklamaları 1950’lerden bu yana süre giden “Avrupa yapılaşma sürecinin (construction) sonuna mı geliyoruz?” sorusunun ortaya çıkmasına yol açtı.

Önce “yapılaşma” kavramına kısaca göz atalım.

1952 yılında Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) kurulduğunda Avrupa’da esen federalist rüzgarlardan esinlenen önemli bir siyasetçi, Altiero Spinelli, bu oluşumdan yola çıkarak derhal bir siyasi birlik ve savunma topluluğu kurulması için yola çıkacaktı. (Eğer yolunuz Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’na düşerse, giriş kapılarından bir tanesi sizi Spinelli kapısı olarak karşılayacaktır.) Bu çerçevede iki antlaşma hazırlanıyor, kurucu üye devletlerin (Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg) onayına sunuluyordu. Bu ülkelerden 5’i onaylarını verirken, “eğer bu antlaşmaları onaylarsak silahsızlaştırmak için bunca uğraş verdiğimiz Almanya’yı yeniden silahlandırırız” gerekçesi ile Fransa tarafından reddediliyordu. Projenin reddi “daha gerçekçi” bir yol arayışını beraberinde getirecekti. Eski NATO Genel Sekreteri olarak da hatırladığımız Belçikalı Paul Henri Spaak (Avrupa Parlamentosu giriş kapılarından diğeri Spaak kapısıdır) fikri terk etmiyor ancak üst yapı, alt yapı ayırımını tartışmaya açıyordu. Spaak’a göre siyasi birlik ve savunma topluluğu temeli ve zemin katı olmayan bir binanın çatısıydı. Binanın yıkılmaması ve sağlam şekilde inşa edilebilmesi için önce temeli doğru atmak, zemini sağlamlaştırmak ve ardından nihai hedefe doğru ilerlemek gerekiyordu. Dolayısı ile temel ekonomik bütünleşme üstüne inşa edilmeliydi.

Yıllarca Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olarak bildiğimiz, ardından Avrupa Topluluklarına (AT) ve nihayet Avrupa Birliği’ne (AB) dönüşen gelişme çizgisi bu ana felsefe üstüne inşa etme çabalarının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyordu. İnşaat süreklilik gösteren bir çalışmaydı ve nihai hedefe ulaşana kadar hiçbir zaman bitmeyecekti. Bu doğrultuda örneğin ismi AB’yi kuran antlaşma olarak kayıtlara geçen 1993 Maastricht Antlaşması bile esas itibarı ile Avrupa Birliği’ni kurmuyor, Birliğin nasıl kurulacağını tarif ediyordu.  

Peki geldiğimiz aşamada Birlik kurulabildi mi?

Draghi’nin sözlerine geri dönüp, hatırlarsak. “Güçlü ekonominin bizi siyasi olarak da güçlü olacağımız bir evreye taşıyacağını sanmıştık. Ancak gelinen aşamada böyle olmadığını görüyoruz!” mealindeki yaklaşımı, ardından Merz’in Alman ekonomisinin çöküş sinyalleri veren açıklamaları başlangıçtaki büyük Avrupa inşası projesinin bir yerlerinde hata olduğunu bize göstermiyor mu?

İster 6 kurucu devletten sonra giderek önce 28, İngiltere’nin ayrılmasından sonra 27 devleti barındırmaya cevaz vermeyen hukuk sisteminden kaynaklanan sorunları ön plana çıkartalım, isterse 1989 Berlin Duvarı’nın çökmesinden bu yana yaşanan paradigma değişikliklerine uyum sağlayamayan, kısaca AB liderlik erozyonuna bağlı sorunları günah keçisi yapalım. Sonuçta günümüz koşulları ile güncel sorunlara tatminkar bir yanıt veremeyen AB gerçeği ile karşı karşıyayız.  

Yeni üye olacak 1993 Kopenhag siyasi kriterlerinin ortaya koyduğu “demokrasi, hukukun üstünlüğüne saygının, insan haklarının ve azınlık haklarının müesses hale getirilmesi” kavramları, bırakın bizi, AB ülkeleri için de hala geçerli mi? Yoksa içinde yaşadığımız reel politika gerçekleri karşısında bütün bu kavramlar erozyona mı uğruyor?

AB olamamanın bugünkü gerçek nedeni büyük oranda AB antlaşmasının öngördüğü “ortak dış politika ve güvenlik politikasının” tatminkar seviyede oluşmaması olarak sıfatlandırılabilir. Peki içinde yaşadığımız coğrafi koşullarda Türkiye’yi bu kadar dışlayarak, hatta yok sayarak bir dış politika ve güvenlik politikası AB için gerçekçi bir hedef miydi?

Tartışmaya fazlası ile açık…

Peki bizim açımızdan bir zamanlar AB’yi AB yapan değerleri hiçe sayıp, AB üyeliğinin peşinde koşmak mümkün müydü?

Bir diğer ucu açık soru…  

Eğer coğrafya kaderse, bu sorulara birlikte cevap bulmak zorunluluğu ortada.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 939

MessagePosté le: 05 Sep 2025 18:37    Sujet du message: Répondre en citant

Mukayeseli kriz tarihi

Can Baydarol


Bu yazıyı yazarken attığım başlık bile ne kadar “eskidiğimi”, okuyacak olan gençlerin bu kocamış adamın kelamını okumaktansa daha yenilikçi düşünceleri tercih edecekleri endişesini aklıma getirmedi değil. Ben ne ekonomistim ne de tarihçi. Ancak bugünün sorunlarını anlamak için biraz geçmişe dönük bazı çıkarımları yapmanın önemine inanan kendi çapında bir yazar olarak aşağıdaki satırları kaleme almanın önemine inanıyorum.

Benim kuşağım sürekli krizler yaşayan bir kuşak. Darbelerle büyüdük, ekonomik krizlerle bir arada yaşadık, olanı biteni tevekkülle karşılayanlar, “bunlarda geçer yahu!” diyerek seyirci kalmayı tercih ettiler. Ancak sadece seyirci kalmak içinde yaşadığımız kısır döngünün ortadan kalkmasına ne yazık ki yetmedi ve yetmeyecek.

Bir vesileyle tanıştığım ve dostluğundan büyük keyif aldığım Prof. Dr. Ali Akarca ile muhabbetimiz sırasında krizlerden, özellikle içinde bulunduğumuz krizden nasıl çıkmak gerektiği, eksik olanın özellikle muhalefet cephesinde ne olduğu konusunda bazı düşünceleri arka arkaya yazmanın önemli olduğu sonucuna vardım.

Çok eskiye gitmeden “2000 krizi ile günümüz krizinin farkı ne?” sorusunu sormak önemli. Hatırlayalım, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, , dönemin Başbakanı merhum Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlattığı bahanesiyle başlayan finansal kaynaklı ekonomik kriz büyük bir yıkıma yol açmıştı. Yine aynı dönemde yaşadığımız 1999 Ağustos depremi sosyal afetle doğal afeti bir araya getirmiş, krizin daha da büyümesinin nedenlerinden biri olmasını beraberinde getirmişti.

Çıkış yolu hiçbir siyasi iktidar tarafından arzulanmasa bile IMF kaynaklarına baş vurmak (o sırada krizde bulunan Arjantin için IMF red cevabı verirken, bize kaynaklarını açmış, neden Türkiye sorusu sorulduğunda, Türkiye’nin dostlarının baskısıyla bu kararın verildiği sonucuna varılmıştı), uluslararası güvenirliği kabul edilen bir Türk’ün Türk ekonomisinin başına getirilmesi şeklindeydi. Kemal Derviş 2000’li yılların başında üçlü koalisyonun (DSP-ANAP-MHP) adeta dördüncü ortağı olarak devreye giriyor, bir yandan özellikle bankacılık sektöründe gecikmiş yapısal reformlar yapılırken, öte yandan Türkiye’nin önüne çoktandır unutulmuş AB tam üyelik hedefi yeniden konuluyordu.

Bu gelişmeler koalisyonun üçüncü ortağı MHP’nin canını ziyadesi ile sıkıyor, 4 Ağustos 2002 hukuk reformlarına evet diyen ya da en azından karşı çıkmayan MHP lideri Bahçeli 2 Kasım 2002 erken seçimlerin önünü açacak girişimlerde bulunuyordu. Türk siyasi hayatının radikal şekilde değişimine yol açan bu kararın perde arkası fazlası ile tartışmaya açık. Ancak sonuçta o dönem için iki partili bir sürecin başladığını (AKP/CHP), meşruiyet sorununun ön plana çıktığını unutmamak gerekiyor.

Peki bu süreç ekonomiyi nasıl etkileyecekti?

Örneğin yakından tanıdığım bir iş insanı, tam kriz öncesinde gelen talep üstüne 100 milyon ABD doları fiyat biçtiği fabrikasını, bankalara olan borcunu derhal kapatmak için 10 milyon ABD dolarına satmak zorunda kalmış, borcunu kapatabildiği için mutlu olmuştu. Bir diğer anlatımı ile süreç içinde Türkiye ucuzlamış, yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi haline gelmişti.
Peki cazibe merkezi haline gelmek sadece ucuzlamakla anlatılabilir bir şey miydi? Biraz yukarıda bahsettiğimiz AB hedefi, 1993 Kopenhag kriterlerine, yani başta hukukun üstünlüğüne saygılı devlet olmak üzere, demokrasiye ve insan haklarına saygının kurumsallaştırılacağına olan güvenceyi beraberinde getiriyordu. Diğer ifadesiyle AB’ye katılma arzusu ön planda olduğu ölçüde, hangi hükümet olursa olsun güvenceler teminat altındaydı.

AKP’nin ilk yıllarında özellikle bu hedefin canlı tutulması, özelleştirmelerin de etkisiyle Türkiye’ye yoğun yabancı sermaye akışına neden oldu.

Peki ya sonra?

AB hedefi giderek ortadan kalktı, Kopenhag kriterlerinin yerini hala içeriğini anlamakta güçlük çektiğimiz Ankara kriterleri aldı, Türkiye siyasi ve ekonomik krize tekrar sürüklendi.

Peki Türkiye yabancı yatırımcının gelmesi için ucuzladı mı?

Görünüşe bakılırsa hayır. Sıcak parayı çekmek adına kur üstüne yapılan bunca baskı ucuzlamak bir yana pahalılaşmayı beraberinde getirdi.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bir Kemal Derviş etkisi yaratabildi mi? Herhalde cevap çok açık. Maalesef hayır.

Peki Özgür Özel bütün koşturmasına ve siyasi rüzgarları (şimdilik olmak kaydı ile) arkasına almasına rağmen önümüze peşinden gidilesi gerçekçi yeni bir hikaye koyabildi mi?

Gelecek günlerde tartışmaya devam edeceğiz…


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 939

MessagePosté le: 13 Sep 2025 23:00    Sujet du message: Répondre en citant

Sürdürülebilir mi?

Can Baydarol


Mukayese başlığını taşıyan son yazımda 2000’li yılların başında yaşadığımız ekonomik kriz ile bugün içinden geçtiğimiz ekonomik krizin koşullarını kıyaslamaya çalışmış ve koşulların aynı olmadığını vurgulamıştım.

Kısaca hatırlatmak gerekirse dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in merhum Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatması bahanesi ile başlayan finans kaynaklı kriz, Dünya Bankası ikinci başkanı merhum Kemal Derviş’in o günkü koalisyonun (DSP-ANAP-MHP) adeta dördüncü ortağı olarak sisteme dahil edilmesi ile, çok gönüllü olmasa da yapılan reformlar sayesinde atlatılabilmişti.

Yapılan Derviş reformları özellikle bankacılık alanında bir devrim niteliği taşıyacak, kısaca yapısal reformlar olarak adlandırdığımız, ekonomi alanında özerkliği beraberinde getiren diğer tuğla taşlarıyla Türkiye’nin krizden çıkmasının önünü açacaktı. Ancak çıkış yolunu sadece Derviş reformları ile sabit tutmak da eksik bir anlatım olacaktır.

Türkiye 2 Kasım 2002 seçimlerine gittiği süreçte çok önemli bir hikayeye de sahipti: AB ile tam üyelik hikayesi. Bu hikaye esas itibarı ile AB yoluna giren Türkiye’de iktidara kim gelirse gelsin demokrasiye, hukukun üstünlüğüne saygılı bir devlet yapısından sapılmayacağının garantisi olarak görülüyordu. AKP iktidarının ilk yılları bu algı sayesinde bir başarı öyküsü olarak kayda geçecekti.

“Peki ya şimdi?” sorusuna geçmeden önce kısa bir uluslararası konjonktür tanımlamasını da yapmak elzem gözüküyor.

2000’lerin başına döner ve 3 Ekim 2004 Türkiye-AB müzakere çerçeve belgesine kısaca göz atarsak, AB’nin Türkiye’yi tam üye yapmaya çok da hevesli olmadığı, buna karşılık örneğin Avrupa Parlamentosu bünyesinde ağırlıklı bir çoğunluğun Türkiye’nin üyeliğini pozitif karşıladığı sonucuna varabiliriz. Müzakere çerçeve belgesi kısaca müzakerelerin ucunun açık olduğunu, Türkiye tam üye olamasa da mutlak surette AB limanına demir atması gerekliliğinden bahsediyordu. Biraz hayal kırıcı olmakla birlikte AB hedefi ortadaydı ve 3 Ekim 2004’de daha önce söz verildiği şekliyle müzakereler başlıyordu. (Aslında müzakerelerin esas başlama tarihini 4 Ekim olarak kayda geçmek gerekir. Esas karar 4 Ekim 2004 01:00’da çıkacak, o gün sözün tutulması için 25 saat yaşanacaktı.)

Ardından Sarkozy Fransa’sı ile Merkel Almanya’sının sürece olumsuz müdahalelerine tanıklık ettik. Her iki devlet başkanı da “biz burada olduğumuz sürece Türkiye tam üye olamaz!” iradesini beyan ettiler, hatta Fransa anayasa değişikliğine giderek bundan böyle AB tam üyeliği için referanduma gidileceğini ön plana çıkartacaktı. Bu gelişmeler bir yandan Türkiye’nin sürece olan inancının giderek erozyona uğramasına yol açıyor, öte yandan tam üyeliğe bağlı girişte bahsettiğimiz güvenceleri, yani “demokrasi ve hukukun üstünlüğü” garantilerinin de erozyonunu beraberinde getiriyordu. “1993 Kopenhag kriterleri yoksa, Ankara kriterleri var!” yaklaşımı ne yazık ki garanti erozyonunun önlenmesini beraberinde getiremeyecekti.

Süreçle ilgili anlatacak çok şey olmakla beraber, bugüne gelirsek.
2000’li yılların başındaki dünya koşulları ile bugünün dünya koşullarının aynı olmadığı ve mevcut görünümde Türkiye algısının da çok farklı olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. AB cephesinde hala ”siyasi birlik” olabilme hedefi ve heyecanı varken, bugün o hedef giderek unutuluyor. Kopenhag siyasi kriterleri ya da AB değerleri büyük yaralar almış vaziyette. Türkiye uygulamada aday üyelikten, iyi komşuluk ilişkilerine indirgenmiş noktaya getirilmiş görüntüde. ABD ve İsrail’in hedefleri kaynaklı yeni dünya düzensizliğine karşı bir bütün olarak AB’nin herhangi bir cevabı yok.

Peki ya biz?

Bu düzensizlik içinde reel politik anlamında önemimizin arttığı bir gerçek. Rusya-Ukrayna savaşının kolay kolay bitmeyeceği bir gerçek. İsrail Hamas savaşının da öngörülebilir bir süreçte bitmeyeceği de anlaşılıyor. Her iki savaş ülkemiz açısından riskleri ve avantajları beraberinde getiriyor. Türkiye enerji geçiş yollarının güvenliği, tedarik zincirinin güvenliği ve nihayet Avrupa’nın askeri açıdan güvenliği için çok önemli hale geliyor. Peki bu önem yazının başlığını oluşturan sürdürülebilirlik olgusunu beraberinde getiriyor mu?

İç politikada yaşadığımız belirsizlikler dışımızda olup bitenin beraberinde getirdiği belirsizliklerle birlikte içinden çıkılması neredeyse imkansız sorunlar yumağını önümüze koyuyor.

Mevcut koşullarda ekonominin ve siyasetin sürdürülebilirliği, yeni bir hikaye yazılmadan bu kısır döngüden çıkılması ne kadar mümkün olabilir?

Hani eski bir deyiştir. “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!” demek istememekle birlikte durumun pek iç açıcı olmadığı ortada.

Hala ense kaldıysa, karartmamanız dileğiyle…


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
administrateur
Admin
Admin


Inscrit le: 16 Fév 2009
Messages: 939

MessagePosté le: 26 Sep 2025 10:19    Sujet du message: Répondre en citant

Köşe kapmaca mı? Kör ebe mi?

Can Baydarol


Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu (GK) vesilesiyle gözlerimiz ABD’deydi. Önce Genel Kurul’da verilen mesajlar, ardından Erdoğan – Trump Beyaz saray görüşmesi önümüzdeki günlerin Dünyaya ve Türkiye’ye neler getireceğini anlamaya çalışanlar için önemliydi. Ancak olan biteni daha doğru değerlendirmek için Genel Kurul’dan bir hafta öncesine geri dönmek gerekiyor.

Rusya, Ukrayna savaşındaki agresif tutumunu bir adım daha öteye taşıdı. Rus silahlı hava taşıtları (SİHA ve diğer) Romanya ve Polonya hava sahalarında gözüktü, Ruslara Hindistan’ın da kısmen eşlik ettiği rivayetleri var.

BMGK’da Trump çok değil birkaç ay önce bütün dünya kamuoyunun önünde aşağıladığı Zelensky’yi bu kez öve öve göklere çıkardı ve Ukrayna’nın Ruslara kaptırdığı toprakları geri alacağını beyan etti. Anlaşılabildiği kadarıyla Trump artık Putin’den hoşlanmıyor ve Çin’e doğru yönelişinde olası (hatta mevcut haliyle olmuş gözüken) Rusya-Hindistan-Çin ittifakından hoşnut değil. Bu ittifakın bozulması için bir taraftan Rusya’ya karşı Ukrayna’nın yanında cephe alırken öte yandan Hindistan’ı ittifaktan çıkartmanın peşinde. Bu doğrultuda Hindistan ile ticari müzakerelere başlama niyeti ABD yetkilileri tarafından geçtiğimiz hafta içinde beyan edildi. Niyet ortada da kolay mı? Pek kolay gözükmüyor.

Hatırlayalım, Rus doğalgazı ve petrolüne uygulanan ambargolar sonucunda, Ruslar enerji kaynaklarının ihracını Hindistan üzerinden Çin’e yönlendirmiş, ambargonun delinmesi bu doğalgazı ve petrolü işleyen Hindistan aracılığı ile gerçekleşmişti. Bunun üzerine ABD Hindistan ile olan ticaretine ek gümrük vergileri getirmişti. Mevcut koşullar değişmediği oranda Hindistan ABD tarafından kazanılabilir mi? Ticari müzakereler kolay geçer mi? Meçhul.

“Bu durumun bize yansıması nasıl olur?” sorusuna gelince. Erdoğan-Trump görüşmesinin ardından Trump’ın verdiği mesajlar arasında, Türkiye’nin Rusya’dan aldığı enerji kaynaklarını sınırlandırması ve bunun yerine ABD kaya gazını (LPG) ikamesi (önümüzdeki 20 yılda 43 milyar ABD doları tutarında) yer aldı. Bu durum Türkiye’ye ne kadarlık bir ek maliyet getirir?

Şu an için bilemiyoruz. Ancak Rusya’nın belini bükmek için Türkiye’nin tercihini Rusya Çin ekseninden Batı eksenine kaydırmasının arzu edildiği açıkça anlaşılıyor.

Hindistan ile iyi ilişkiler geliştirmeyi sadece ABD mi istiyor? Bu sorunun yanıtını yine BMGK öncesinde AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen verdi. “Olan bitene seyirci kalamayız, proaktif bir tutum alarak Hindistan ile serbest ticaret alanı (STA) müzakerelerine başlamalıyız” mealindeki sözleri, AB ülkelerinin Rus tehdidini ciddiye aldıklarının bir yansımasıydı. Rusya’nın gerçek niyetinin Ukrayna ile sınırlı kalmayacağı, giderek Almanya sınırlarına yöneleceği, çok değil 2029 yılında olası bir Rus-Alman savaşını beraberinde getirebileceği Almanya kaynaklı açıklamalarda yer almaya başladı. Doğal güvenlik endişeleri AB’yi refah toplumu oluşturmak önceliğinden hızla saptırıyor, güvenlik yatırımları sosyal refaha ayrılan payların erimesine ve AB içindeki siyasi dengelerin hızla bozulmasına da neden oluyor.

Peki AB içindeki bu arayışların bize etkisi ne?

Öncelikle olası bir AB-Hindistan STA’nın bize olabilecek ekonomik etkilerine bakalım. Hemen bu durumun maalesef bize negatif olarak yansıyacağının altını çizelim. AB ile olan gümrük birliği ilişkimizin doğasına bağlı olarak AB pazarına gümrüksüz girecek olan Hindistan malları AB pazarına girdikten sonra AB menşeini kazanacağından, Türkiye’ye de herhangi bir engelle karşılaşmaksızın girebilecektir. Öte yandan AB pazarı içinde de rekabet gücümüzün bu ürünlere karşı azalacağının altını çizmek gerekir. Bu durumu düzeltebilmenin tek çözümü eş zamanlı olarak Türkiye-Hindistan arasında da bir STA’nın yapılmasıdır. “AB’nin Hindistan ile yaptığı STA otomatik olarak Türkiye’yi de kapsayacaktır” düşüncesi maalesef bizim gümrük birliğinin doğası gereği yanlış bir çıkarımdır. Peki Pakistan-Hindistan çatışmasında bizim kayıtsız ve şartsız Pakistan’ı desteklediğimiz göz önüne alındığında, sizce mevcut koşullarda Hindistan Türkiye ile bir STA yapmaya yanaşır mı? Benim cevabım hayır. Sizinkini bilemem.

Gelelim Trump-Erdoğan görüşmesinin ardından yapılan bazı açıklamalara. Bu yazıyı kaleme alırken Erdoğan cephesinden fazla bir açıklama gelmediği oranda, Trump’ın mesajları ve görüşme öncesindeki olası konu başlıkları ile sınırlı bilgi ile değerlendirme yapmak zorundayız.

Trump görüşmeyi çok olumlu olarak değerlendirdi. Görüşme yaklaşık iki saat sürdüğüne göre bazı hassas konulara fazla girilmediğini, girildiyse bile pozitif gündem esası ile konuların ele alındığını öne sürmek herhalde hatalı olmayacaktır.

Bizim açımızdan önemli olan başlıklar F 35, F 16, Halkbank sorunu, kabaca CAATSA yaptırımlarından Türkiye’nin muaf tutulması, THY filosu için Boeing siparişleri, Türkiye’nin nadir metallerinin geleceği, öngörülen 100 milyar dolarlık ticaret hacmi içinde ülkemizin payının ne olacağıydı.

Trump bir gazetecinin sorusu üzerine sadece F35 programı ile ilgili olarak “Türkiye ön ödevlerini yerine getirirse F35’e geri dönebileceği” mealindeki açıklaması ile “ön ödev ya da ödevlerinin ne olacağı?” sorusunu da sormamızı beraberinde getiriyor.

Evet başlığımızda belirttiğimiz gibi Dünya’da bir köşe kapmaca oyunu bütün şiddetiyle oynanıyor ve biz de bu köşe kapmacanın önemli bir parçasıyız. NATO içindeki rolümüzün altının çizilmesi, Avrupa savunması için oynayacağımız kilit rolün sürekli vurgulanması, Suriye’nin geleceğinin belirsizliğini sürdürmesi, İsrail’in Gazze’yi ilhak etme adımlarına karşı çok sayıda ülkenin Filistin’i tanıması (hoş toprağı kalmayan ülke tanınsa ne olur, tanınmasa ne olur? diyenlerin de seslerine kulak vermek gerekir kanaatindeyim) çevremizdeki riskleri ve avantajları bir arada önümüze getiriyor.

Bütün bunlar olup biterken MHP Genel Başkanı sayın Bahçeli’nin “yönümüzü Rusya-Çin eksenine kaydıralım” mealindeki yaklaşımı da “köşe kapmaca oyunundan, kör ebe oyununa mı geçiyoruz” sorusunu da ister istemez sormamıza yol açıyor.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8
Page 8 sur 8

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.