346 visiteur(s) et 0 membre(s) en ligne.
  Créer un compte Utilisateur

  Utilisateurs

Bonjour, Anonyme
Pseudo :
Mot de Passe:
PerduInscription

Membre(s):
Aujourd'hui : 0
Hier : 0
Total : 2270

Actuellement :
Visiteur(s) : 346
Membre(s) : 0
Total :346

Administration


  Derniers Visiteurs

administrateu. : 13h26:23
murat_erpuyan : 13h28:47
SelimIII : 1 jour, 02h53:19
Salih_Bozok : 3 jours
cengiz-han : 3 jours


  Nétiquette du forum

Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.


Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum Forums d'A TA TURQUIE
Pour un échange interculturel
 
 FAQFAQ   RechercherRechercher   Liste des MembresListe des Membres   Groupes d'utilisateursGroupes d'utilisateurs    

A. Sirmen'den enfes irdelemeler
Aller à la page Précédente  1, 2, 3 ... 14, 15, 16 ... 19, 20, 21  Suivante
 
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque
Voir le sujet précédent :: Voir le sujet suivant  
Auteur Message
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 22 Juil 2017 18:55    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


‘Vız gelir!’ demek kolay

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 22 Temmuz 2017


Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın, “Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a yönelik husumet Alman siyasetinde prim yapıyor” derken haklı. Gerçekten de Erdoğan karşıtlığı, Almanya’da moda haline gelmiş bulunuyor. Tayyip Erdoğan’ı eleştirirken çoğu zaman kantarın topuzunun kaçtığı görülüyor. Nitekim Almanya’nın ciddi gazetelerinden Fankfurter Rundschau geçen gün yayımlanan bir yazıda “Erdoğan gibi devlet rehinecileri” kabilinden bir ülkenin Cumhurbaşkanı hakkında kullanılması pek mutat olmayan bir deyimi telaffuz etmekte beis görmüyordu.

Olaya biraz yakından bakınca, iki ülke arasında son zamanlarda patlak veren ve tırmanmasını hâlâ sürdüren krizin bir Alman -Türk çekişmesinden çok, bir Alman - Erdoğan çatışması olduğunu söylemek daha doğru.

Evet, İbrahim Kalın doğru söylüyor, ama bu doğru söz olayı açıklamaya yetmiyor ve hemen şu soru akla geliyor:
- Tayyip Erdoğan neden Almanya’da genel bir husumetin baş hedefi haline geldi?

Burada birden fazla etken söz konusu.

Tayyip Bey’in son referandumdan önce Almanya’daki Türklere seslenmek isteyişine Berlin’in karşı çıkması üzerine kullandığı ve pek de devlet adamına yakışmadığı söylenebilecek olan üslup, ardından bu konuda yapılan yine pek de hoş kaçtığı söylenemeyecek olan zorlamalar olayların tırmanması üzerine Beştepe’den yükselen Nazi suçlamaları, İncirlik krizi hep bardağı dolduran damlalar oldu.

***

Almanya’da şu anda oluşan Tayyip Erdoğan imajı, ne yapacağı belli olmayan, demokrasi ve insan hakları karnesi bozuk bir diktatör imajıdır.
Türk medyasının yerli kamuoyuna yönelik olarak yaptığı bu görüntünün doğru olmadığı yolundaki yayınların Alman kamuoyundaki algıyı değiştirme yönünde fazla bir etkisi olacağı düşünülemez.

Burada bir başka hususu da unutmayalım. Almanya bu konuda böyle algısı olan tek Avrupa ülkesi değildir. Avrupa’da ve dünyanın başka ülkelerinde de aynı algının paylaşıldığını görüyoruz.

Türkiye’nin OHAL’in ilanının birinci yılında içinde bulunduğu durum dünyadaki bu yaygın algının kolayca değişmesine pek elverişli değil. DİSK ve CHP’nin OHAL’in birinci yılıyla ilgili raporu dünkü Cumhuriyet’teki özeti şöyleydi:
“DİSK Genel Başkanı Kani Beko ‘Cumhuriyet tarihinin en büyük tasfiyesi yaşanmıştır. Kamudaki ihraçlar 27 Mayıs, 12 Eylül gibi darbe dönemleriyle kıyas kabul etmeyecek kadar kapsamlıdır’ dedi.

CHP OHAL raporunda çarpıcı örnekler yer aldı. ‘Günde 304 kişi işini kaybetti, en az 35 kişi intihar etti, ülke gazeteci ve siyasetçilerin hapishanesine dönüştü terör arttı. CHP’ye on bin mağduriyet başvurusu yapıldı. Önlemeyen tek grev Özmen ve Özakça’nın açlık grevi oldu’ deniyor.”

20 Temmuz 2016 tarihli Cumhuriyet’in manşetinde de sekiz buçuk aydır Silivri hapishanesinde bulunan Cumhuriyet mensuplarının tutukluluklarının keyfi olduğunu bildiren BM raporu vardı.

***

Bu koşullar altında Almanya’daki Tayyip Erdoğan algısını değiştirmenin güç olduğunu görmek zor değil.

Son olarak bardağı taşıran damla ise Büyükada tutuklamaları üzerine “Türkiye’ye çok sabır gösterdik” diyen Almanya Dışişleri Bakanı Sigmar Gabriel’in çok sert açıklamaları oldu.

Gabriel’in açıklamalarına tepki o sırada Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas ve İsrail Devlet Başkanı Reuven Rivlin ile telefon görüşmeleriyle, Mescid- i Aksa sorununu çözmeye çalışan Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan değil de Dışişleri Bakanlığı’ndan geldi.

Gabriel’in, Alman yurttaşlarına Türkiye’nin ziyaret ve yatırım açısından tavsiye edilemez ülke olduğunun açıklamasını gündeme getirmeyi de içeren sözleri Dışişleri tarafından “kabul edilemez” olarak nitelendirilmiştir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın tavrını bilenler, Almanya Dışişleri Bakanı Gabriel’in açıklamalarına “vız gelir” yanıtını vermesini yadırgamayacaklardır. Ancak, “vız gelir”in sonuçlarının iki taraf için de pek yabana atılır cinsten olmayacağı açıktır.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 04 Aoû 2017 0:05    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Bekir Bozdağ doğru söylemiyor

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 03 Ağustos 2017



Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ il ve ilçe müftülerine resmi nikâh yetkisi veren kanun tasarısını eleştirenlere çatmış ve “Bu değişiklik, laiklik ilkesine aykırı değildir, aksine tam da laiklik ilkesinin gereğidir” buyurmuş.
Bekir Bozdağ yine doğruyu söylemiyor.

Başbakan Yardımcısı’nın doğruyu söylememesinin aslında bir haber değeri de yok. Çünkü bu onun alışılmış davranış biçimidir.

Önce, çok tepki çeken girişim dolayısıyla neyin tartışıldığı konusunu açıklığa kavuşturalım.

Türkiye’de evlenme akdini kıyma yetkisi 17 Þubat 1926 tarih ve 743 sayılı “Medeni Kanun”un 97. maddesi gereğince belediye bulunan yerlerde belediye başkanına veya onun bu işle görevlendireceği kişiye aittir, köylerde ise bu yetki muhtarlara verilmiştir.

1982 Anayasası’nın halen yürürlükte olan “İnkılap Kanunlarının korunması” başlıklı 174. maddesinin 4. fıkrası, bu maddeyi, “anayasaya aykırı olduğu şeklinde anlaşılamaz ve yorumlanamaz” diyerek güvenceye almıştır.
Türkiye’nin çağa uyum yasalarından biri olan Medeni Kanun’un böylesine özel bir önemle korunması boşuna değildir. 1926’da kabul edilen ve yürürlüğe giren Medeni Kanun sayesinde yargı alanında mutlak egemenliğin önkoşulu olan tek hukukluluk demek olan kanunların mülkiliği ilkesi Türkiye’de tam olarak yürürlüğe girmiştir.

***

17 Þubat 1926 tarih ve 743 sayılı Medeni Kanun 30.12.1999 tarihinde değişti. Ama aile hukuku ile ilgili düzenlemelerin dini otoriteler dışında sivil otoriteye tabi olması yolundaki özü değişmedi.

Bütün laik düzenlerde aile hukuku ile ilgili düzenlemeler dini kurallara tabi olmayıp sivil otorite tarafından düzenlenmektedir.

Sivil nikâh da bu kuralın doğal bir gereğidir.

Yeni Medeni Kanun da 134. maddesiyle 1926 tarihli kanunun 97. maddesindeki hükmü aynen muhafaza etmiş bulunmaktadır.
Burada bir noktaya dikkat etmek gerekiyor. Aile hukuku ile ilgili düzenlemelerde, bu arada evlenmede de, dini merciilerin herhangi bir yetkisi yoktur, yetkili olan sivil otoritedir. Ama bu demek değildir ki, dileyen kendi dinsel inancına göre, sivil nikâhın yanı sıra, dinsel nikâh da kıydıramaz. Kişi dilerse, sivil nikâhın yanı sıra imamın, hahamın ya da papazın önünde dinsel nikâh kıydırarak, dini vecibesini yerine getirebilir. Ama bu onun kanun önündeki medeni durumunu belirleyen bir eylem değildir. Resmen hüküm ifade eden kanunun öngördüğü sivil mercilerin kıydığı nikâhtır.
Durum böyle iken, yetkileri ilgili yasada “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esaslarıyla ilgili işleri yürütmek” olarak tanımlanmış olan DİB’e bağlı müftüleri aile hukukuna ait bir hukuki muamelenin oluşturulmasında sivil otoritenin yetkilerine ortak etmek, Bekir Bozdağ’ın dediği gibi “tam da laiklik ilkesinin gereği” olmayıp aksine tümüyle laiklik ilkesine aykırıdır.

***

Üstelik de aile hukukuyla ilgili bir hususta dini otoriteyi yetkili kılan söz konusu girişim bu yönüyle laiklik ilkesini çiğnerken aynı zamanda devletin inançlardan birini diğerlerine tanımadığı hukuki yetkilerle donatarak, inançların birini öbürlerinden daha avantajlı kılarak da laiklik ilkesini bir kez daha ayaklar altına almaktadır.

Eğer bu girişimin amacı, toplumda herkese Sünni İslamın inanç ve yaşam biçimini dayatmak olmasaydı, müftülerin yanı sıra, hahamlar, papazlar da nikâh kıyma yetkisiyle donatılırlardı.

Ama AKP o kadar fütursuz ve ceberut davranıyor ki, bu konuda en ufak bir özene dahi gerek duymuyor.

Biz de zaten bu hususu onlardan bir şey beklediğimizden değil, laikliğe karşı saldırılarını yutmadığımızı anlatmak için belirtiyoruz.

Yoksa, İhvancılardan, bütün dinler, mezhepler ve inançlar karşısında aynı mesafede durmalarını, hepsine aynı saygıyı ve özeni gösterip aynı güvenceleri sağlamalarını bekleyecek kadar saf değiliz.

Konunun Osmanlı ve Cumhuriyet açısından tarihi önemi ve gelişmesi de, cumartesiye...


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 08 Aoû 2017 1:37    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Müftü nikâhı ve yargı birliği

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 05 Ağustos 2017


İl ve ilçe müftülerine de nikâh kıyma yetkisi verilmesini, soyutlayarak, tek başına ele almak, olayın tümünü görmeyi engelleyeceğinden yanıltıcıdır.
Olayın hem Osmanlı’da hem de Cumhuriyet’te yargı birliği açısından da büyük bir önemi vardır.

Osmanlı çağını ıskalayıp köhnemeye başladığında imparatorluk sıfatını güya korurken, bir yandan da yarı sömürgeleşme sürecine de girmişti. Öyle ki imparatorluk, toprakları üzerinde yaşayan hatta tebaası olan kimi kişileri kendi kanunlarına tabi kılamıyor, kendi mahkemelerinde yargılayamıyordu.
Bu durum iki nedenden kaynaklanıyordu: Kapitülasyonlar ile aile ve şahsın hukukunun şeriat hükümlerine tabi olması. Gerçekten, kapitülasyonların, imtiyaz sahibi ülkelere ve bunların himayesindeki kişilere tanıdığı ayrıcalıkların yanı sıra, Müslüman tebaanın aile hukuku ile ilgili alanlarda, dini hükümlere bağlı olması, azınlıklara da bu alanda kendi dinsel hükümlerine göre muamele görme ve kendi özel mahkemelerinde yargılanma ayrıcalığını sağlıyordu.

Osmanlı için olduğu kadar Patrikhane için de çok önemliydi bu durum ve Fener kendisine ayrıcalıklar tanıyan statünün değişmemesine özen gösteriyordu.

Osmanlı, yargı birliğini sağlamak için 1917 yılında, şeriye mahkemelerini şeyhülislamlıktan alarak diğer mahkemelerle birlikte Adalet Bakanlığı’na bağlıyor ve Müslüman veya gayrımüslim olmasına bakılmaksızın bütün tebaanın evlilik ve aile hukuku alanını “Hukuk-ı Aile Kararnamesi” ile herkese ortak düzenlemeye tabi tutuyordu.

Taha Akyol, “Medine’den Lozan’a” adlı yapıtında 25 Ekim 1917 tarihli bu düzenleme için “Patrikhane buna sert tepki göstermiştir. Çünkü bu şekilde azınlık mahkemeleri ortadan kaldırılmıştır. Mesele kapitülasyonlarla da ilgilidir”(s. 88 ) diyor.

***

Azınlıkların tepkileri sonuçsuz kalmamış, Hürriyet ve İtilaf’ın iktidara gelmesiyle Hukuk-ı Aile Kararnamesi 19 Haziran 1919’da Damat Ferit hükümeti döneminde işgal kuvvetleri komiserliğinin de müdahalesiyle yürürlükten kaldırılmıştır.

Lozan görüşmeleri sırasında kapitalüsyonlar ve azınlıklar konularında müzakereler çok çetin geçmiş, yeni Türkiye’nin temsilcileri en çok bu alanlarda çaba harcamak zorunda kalmışlardır. Bu tartışmalarla doğallıkla yargı bütünlüğü de gündeme gelmiştir.

Sonunda mutabık kalınan ünlü 42. madde şöyledir:
“Türk hükümeti gayrımüslim azınlıkların aile içi ve kişisel anlaşmazlıklarını kendi âdet ve dinlerine göre çözmelerine izin verecek önlemleri almayı taahhüt eder.

Bu önlemler eşit sayıda Türk hükümet temsilcisi ve söz konusu azınlıkların her birinin temsilcilerinin yer aldığı komisyonlarca ele alınacaktır. Görüş ayrılıklarında Milletler Cemiyeti Konseyi ve Türk Hükümeti aralarında anlaşarak, Avrupalı bir avukatı hakem tayin edeceklerdir...”
Görülüyor ki burada azınlıklar kişi ve aile hukuku alanlarında, kendi hukuk sistemlerine tabi olacaklardır. Ayrıca adli beyannamede belirtilen üst hakem kurumu da söz konusudur.

Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra, 3 Mart 1924’te Hilafet, 8 Nisan 1924’te aile ve şahsın hukuku konularına bakan “Þeriye mahkemeleri” ilga edildi. 11 Eylül 1924’te İsviçre Medeni Kanun’un tercümesi için Adalet Bakanlığı Komisyonu çalışmalara başladı. Bu arada 23 Mayıs 1925’te Adalet Bakanlığı azınlık temsilcilerinin de dahil olduğu özel karma komisyon kurdu.
Bu gelişmeler olurken, 15 Eylül 1925’te Lozan’ın 42. maddesine göre kurulan azınlık temsilcilerinden Yahudiler, yakında Meclis’te kabul edilecek, Medeni Kanun bütün anasırın haklarını güvenceye alacağından 42. maddede öngörülen haklarından vazgeçtiklerini bildirdiler, aynı içerikte bir dilekçeyi 17 Ekim’de Ermeniler ve 27 Kasım’da da Rumlar verdiler.

Türkiye’de, TC’nin hukuk alanındaki egemenliğini tam olarak sağlayan kanunların mülkiliği ve yargı birliği işte böyle sağlandı.
Müftülere nikâh kıyma yetkisi veren düzenlemeyi irdelerken bütün bunları anımsamak gerek. Yarın devam...


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 08 Aoû 2017 1:41    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Yüz yıl önce yüz yıl sonra

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 06 Ağustos 2017


İl ve ilçe müftülerine nikâh yetkisi veren düzenlemeyi de, her şeyi olduğu gibi münferit bir olaymışçasına, bütünden soyutlayıp tek başına ele alırsanız “bu değişikliğin dini düşünce, yaşam tarzının değiştirilmesiyle alakası yok” diyerek geçiştirebilirsiniz.

Oysa olayı bütünü içinde ele alınca, okula yönlendirmede Diyanet’e verilen yetkiler, okullarda cihat öğretilmesi, Bakanlık ile imzalanan anlaşmalar gereği, Milli Eğitim’in tümüyle Ensar Vakfı’nın insafına terk edilmesi gibi olaylar ve iktidarın önde gelen sözcülerinin açık ikrarları hatırlanınca, olayın bir yönelişin etaplarından biri olduğunu görmemeniz imkânsızdır. Tabii izanınızı tümden yitirmediyseniz eğer...

Ama izanını tümden yitirmişler, siz ne derseniz deyin, hangi kanıtı gösterirseniz gösterin, size “niyet okuyorsun” diye dudak büküp geçebilirler.
Dün niyet okuyorsun diye kale almadıkları uyarılarınızdaki tehditlerin bugün gerçekleşmiş olduğunu da ne kadar kanıtlarıyla ortaya koysanız bir şey değişmez, laik Cumhuriyet karşıtlıkları onların gözlerini kör, kulaklarını sağır, vicdanlarını işlemez kılmıştır.

En doğrusu onları artık yok sayıp aldırmamak ve doğru bildiğini söylemeyi sürdürmektir.

Onun için bir defa daha belirtelim ki müftülere nikâh yetkisi vermeyi öngören düzenlemenin laik Cumhuriyeti “tağyir ve tebdil etme” yolunda atılmış yeni bir adım olduğunu söyleyenler yerden göğe haklıdırlar.

***

Gelişmeleri uzun sayılacak bir zaman perspektifi içinde izlemek daha da çarpıcı saptamalara götürüyor.

Türkiye Cumhuriyeti’nde bu, düzenlemenin tasarlandığı, bu tartışmanın yapıldığı yıl 2017’dir.

Yüzyıl önce 1917’de Osmanlı İmparatorluğu’nda aynı konu tartışılıyordu.
Ama bu kez konu tam tersi bir nedenle, Osmanlı’nın bütün vatandaşlarının din farkı olmaksızın, sivil evlenme esasına bağlandığı düzenleme getirildiğinde tartışma konusuydu.

2017’de ise müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmek istendiğinden konu gündemde.

1917’de Osmanlı Türkiye’sinde şeriye mahkemeleri de şeyhülislamın denetiminden çıkarılıp “Adliye Vekâleti”ne bağlanıyordu.

2017 Cumhuriyet Türkiye’sinde Cumhuriyet’in, bekçileri ve savunucularını Fethullah cematinin mensubu oldukları savıyla kovuşturulan savcılar yargılatıyorlardı.

1917’de 1. Dünya Savaşı içindeki Osmanlı Türkiyesi’nde öğretmenler askerlikten muaf tutuluyorlardı.

2017 barış içindeki Cumhuriyet Türkiye’sinde bir yandan öğretmen açıkları sürerken öte yandan binlerce öğretmen işsiz, atama bekliyordu.

1917’de, Osmanlı Türkiye’sinde, vakıf gelirleriyle yaşayan ilkokulların denetimi şeyhülislamın karşı çıkmasına karşın, şeyhülislamlıktan alınıp Maaif Vekâleti’ne veriliyordu.

2017’de güya laik Cumhuriyet Türkiye’sinde öğrencilerin okullara yönlendirilip yerleştirilmesinde Diyanet’e yeni işlevler veriliyordu.

***

1917 Osmanlı Türkiye’sinde köylülerin ve kadınların okuma yazma öğrenmeleri, temel konularda bilgilendirilmelerini sağlayacak, konferanslar düzenlenmesi için “Halka Doğru” derneği seferberlik başlatıyordu.
2017 güya laik Cumhuriyet Türkiye’sinde devlet ile imzalanan bir anlaşma ile “Milli Eğitim” ortaokul, lise ve “Halk Eğitimi” düzeyinde dinci Ensar Vakfı’na teslim ediliyordu.

Evet, inanılmaz gibi görünse de bütün bunlar 1917 ve 2017 Türkiye’sinde olmuştur. Yüz yıllık bir zaman dilimi içerisinde olaylara baktığınızda her şey daha net ortaya çıkıyor.

Müftülere nikâh yetkisini bu perspektif içine oturtun ve şimdi söyleyin bakalım! Ne görüyorsunuz?

Ve söyleyin, 1917’de 1923’ü ve laik Cumhuriyeti gösteren tarihin ibresi, 2017’de neyi gösteriyor?




Dernière édition par murat_erpuyan le 23 Sep 2017 1:49; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 09 Aoû 2017 17:01    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Tuhaftır şu insanoğlu...

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 08 Ağustos 2017


İlhan Selçuk günler, haftalar, aylar boyu çığlığı gazeteye manşet yaptı:
- Tehlikenin farkında mısınız?

Uğraştı didindi, gözaltına alındı, yüreğine indi, dudaklarında sonsuza dek donmuş bir soru ile can verdi:
- Tehlikenin farkında mısınız?

Tehlikenin ne olduğu gazetenin manşetinde, içinde, başından sonuna her yerinde haber veriliyor, anlatılıyordu.

Tehlike “Türkiye Cumhuriyeti’ni tebdil tağyir ve bu Cumhuriyet ile getirilmiş laik düzeni iskata cebren teşebbüs etmekti”.

Evet, bağımsız laik bir ulus devlet olan ve eksikliklikleri giderilerek, çağın demokrasileri arasına sokulma kavgası verilen Türkiye Cumhuriyeti, dengeleri değiştirilmek, kuralları işlemez hale getirilmek, kurumları dejenere edilmek yoluyla yıkılmak ve yerine Ortadoğu’daki sınırları değiştirmek, bölgeyi Washington’un çıkarlarına göre yeniden biçimlendirmek için kotarılmış BOP’un eşbaşkanlığına aday, İhvancı, totaliter bir ümmet toplumunun devleti ikame edilmek isteniyordu.

***

Baktığınızda TC’nin kurumları, kurulları ve kuralları hep duruyor gibiydi, ama aslında alttan alta teker teker yıkılıyordu.

Meclis yine Meclis’ti, ama aynı Meclis değildi.

Yargı yine yargıydı, ama aynı yargı değildi.

Milli Eğitim yine, Milli Eğitim’di ama aynısı değildi.

Kumpas ile yerle bir edilmiş ordu, yine orduydu ama aynı ordu değildi.

Üniversite yine üniversiteydi, ama aynı üniversite değildi.

Basın yine basındı, ama aynı basın değildi.

Ve seksenini aşmış bir bilge, her gün yırtınıyordu:
- Tehlikenin farkında mısınız?

Toplumun bir yarısı tehlikenin farkındayken, öbür yarısı uyarılara kulaklarını tıkıyordu.

İnsanlar tezgâhlanmakta olan darbeyi anlatıyorlar, içyüzünü ortaya koymaya çalışıyorlardı.

“Darbe için illa tank, top, tüfek, destroyer, uçak, dron, ordu, kolordu gerekmez, İmamın Ordusu, Cumhuriyetin ordusunu kumpas ile yalnızlaştırır, pıstırır, iftirayla vurur. İmamın Ordusu’nun topa tüfeğe açık maddi cebir şiddete ihtiyacı yoktur, o eline geçirdiği devletin erkini eğip, büküp kullanarak ‘manevi cebir’ ile amacına ulaşır” diye anlatıyorlardı.
Nafile...

***

Allah’tan ki toplumun uyutulmayı kabul etmeyen daha genç, daha eğitimli, daha donanımlı, daha kültürlü, daha üretken öbür yarısı da vardı...
O yarının korkusuna, Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkıp, yerine “İhvan Cumhuriyeti”ni ikame etmek isteyenler, amaçlarını ilan etmekten çekiniyorlardı.

Sonunda devlet yıkıcılardan biri, baklayı ağzından çıkardı:
- Biz yeni bir devlet kuruyoruz, ister beğenin, ister beğenmeyin!..
Aslında söylediği yeni bir şey değildi, yıllardır eski devlet bütün kurumlarıyla bağıra çağıra yıkılıyordu da çıt çıkmıyordu.

Ama olan açık açık telaffuz edilince kıyamet koptu.
Sık sık öpülen ve buna hiç tepki göstermeyenler, şimdi “canım” dendi diye kıyameti koparıyorlardı.

Neyzen Tevfik’in deyişini biraz değiştirerek anmamak mümkün mü:
“Tuhaftır şu insanoğlu her lafı kaldırmaz

Canım dersin kızar da, öpersin aldırmaz!”

Gerçekten de öpülenler, öpülenlerin umarsızlığına tepkisiz kalanlar şimdi kıyameti koparıyorlardı.

Bir devletin yıkılması, yerine onun değerlerinin hepsini inkâr edenin ikame edilmesinde işbirliği yapanlar da şimdi tepki gösteriyorlardı.
İnsan doğrusu sormadan edemiyordu:

- Bre haşmetlular, bre şevketlular, bre devletlular şimdiye kadar neredeydiniz?

- Her şey yapılırken, her şey gerçekleşirken susan sizlere olay itiraf edilince birden ne oldu?

Korkarım, bütün devlet öpülürken aldırmayıp canım denildi diye kızanlar güruhunun ortasında, kabak, itirafın yapıldığı televizyon programının sunucusunun başına patlayacak ve sonunda dönüp ona soracaklar:

- Neden cevap vermedin! Neden susturmadın!
Koskoca Cumhuriyeti yıkanların karşısında, genç bir sunucunun ne hükmü ola ki?

Gık dese ekrandan attırırlar, sesini soluğunu keserler.
Yoksa yeni devlet kurulurken yaşanan bu tür olayları da mı unuttuk?





Dernière édition par murat_erpuyan le 23 Sep 2017 1:49; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 20 Aoû 2017 0:08    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


AKP ‘Harikalar Diyarı’nda

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 17 Ağustos 2017




Adalet ve Kalkınma Partisi, 16. kuruluş yıldönümü için Harikalar Diyarı denen Ankara’nın Sincan ilçesinde, çocuklar için oyun yerleri olan, çizgi film ve masal dünyasının sanal kahramanlarının resimleri, heykelleriyle donatılmış yanılsama (illüzyon) alanını seçmiş.

AKP topluma adalet, kalkınma ve demokrasi vaat ederek kuruldu ve 15 yıl önce iktidara geldi. Partinin kuruluşunun 16. yılında, adalet, kalkınma ve demokrasi alanındaki vaatleriyle edimlerinin ne olduğuna bakıldığında, söylem ile eylem arasında tam bir zıtlık hemen göze çarpar.
AKP’nin 15 yıllık döneminde, FETÖ kadrolarının, iktidarın da ön ayak olmasıyla yargının en küçük hücrelerine kadar sızması yaşandı.

***

AKP iktidarıyla yıllar yılı kol kola yürüyen Fethullah Gülen örgütünün yargıyı ele geçirmesi sonucunda gerçekleşen kumpas davaları rezaletini, daha sonra FETÖ ile yolları ayrıldıktan sonra AKP’liler de kabul etmek durumunda kalmışlardır.

Yalnız onlar bunu yaparken, Ergenekon ve Balyoz gibi davaların sorumluluğunu, Fethullahçıların sırtına yıkıp kendi paylarını yüklenmekten hep kaçınmışlardır.

Oysa, partinin o sıradaki genel başkanı olan zamanın Başbakanı bu davaların savcısı olduğunu açıkça ilan ettiğine göre, AKP bu sorumluluğundan kaçamaz.

Ergenekon ve Balyoz gibi kumpas davalarının sorumlusu olan AKP, 12 Eylül 2010’da halkoyuna sunduğu düzenleme ile kuvvetler ayrılığı ilkesini ayaklar altına alarak yargı bağımsızlığını rafa kaldırıp adalet beklentilerini seraba döndürmüştür.

Bu arada kimsenin hakkını yememek için belirtmek gerekir ki ülkenin dört bir yanına görkemli ve modern “Adalet Sarayları” dikilmiştir.
Bunların çağdaş demokrasilerin adalet saraylarından farkları ise buralarda adalet elde etmenin imkânı olmayışı olmuştur.

Yargıç ve savcıların tayin, terfi ve tüm özlük işlerinin yürütme erkinin eline geçtiği yeni düzende bununla da yetinilmemiş, sürekli hale getirilen olağanüstü hal uygulamaları ile yargısal denetim saf dışı bırakılmıştır.
Kış lastiği uygulaması alanlarına kadar uzatılan OHAL uygulamalarıyla binlerce yargı elemanı tasfiye edilmiştir.

***

İktidarın hoşuna gitmeyen gazeteciler, muhalif milletvekilleri ve göstericiler ile ilgili yargı kararları da tüm dünyadan Türkiye’ye yönelik sert tepkilerin yükselmesine neden olmuş bulunmaktadır.

Kamuoyunda yargıya güven duyanların azınlığa düşmüş olmalarının da demokratik düzen açısından taşıdığı sakıncaları anlatmaya gerek var mı?
Olayın “adalet” cephesi böyle iken, acaba “kalkınma” cephesi nasıl dersiniz?
Bir ekonomik bunalımın hemen ardından, önceki iktidarın aldığı acı istikrar tedbirlerinin sonuçlarını vermeye başladığı dönemde işbaşına gelen AKP’nin ilk yıllarındaki ekonomik performansının nispeten başarılı olduğunu yadsımak nasıl mümkün değilse, aynı şekilde adalet ayağı her türlü güveni sarsacak kadar aksayan bir sistemin sürdürülebilir bir kalkınmayı gerçekleştiremeyeceğini görmemek de aynı derecede imkânsızdır.
Nitekim işin özüne bakıldığında AKP’nin kalkınma söylentilerinin de bir yanılsama olduğu görülmektedir.

AKP’nin iktidar dönemi olan 2001- 2015 arası dönemde büyüme hızı yılda ortalama yüzde 4.78 olmuş (fert başına milli gelir artışı yüzde 3, 4) ve yüzde 5 olan genel Türkiye ortalamasının altında kalmıştır. Bu süre zarfında gelir adaletsizliğinin daha da büyümesine şu anda dokunmuyoruz bile.
Bu durumda adaleti de kalkınması da tevatür olan AKP’nin kuruluş yıldönümü için yanılsama alanını seçmesinden daha anlamlı ve isabetli ne olabilir?


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 20 Aoû 2017 0:13    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


On altı yılın bilançosu çok ağır

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 19 Ağustos 2017 2017






Perşembe günü, 16. kuruluş yıldönümünü büyük yanılsama parkı “Harikalar Diyarı”nda kutlayan AKP’nin, seçmenine iki büyük vaadi, adalet ve kalkınma alanlarında yaya kaldığını yazmıştım.

Bugün de on altıncı yaşını idrak ederken iktidarının da on beşinci yılını yaşayan AKP’nin dış ve iç güvenlik alanlarındaki bilançosuna bakalım.
AKP’nin iktidara gelişi ile Ortadoğu’ya Amerikan silahlı müdahalesi eşzamanlıdır.

AKP’yi dizayn edenler de, partinin yerli kurucu ve yöneticileri de, zaten bu müdahale vesilesiyle oluşturulmuş kuruluşun ABD yanında, onun yönlendirmesi altında önemli roller oynayacağı, Washington’ın göstereceği hedefler ve çizeceği sınırlar ile uyumlu olarak, bölgede ağırlık sahibi olacağını düşünmüşlerdi.

Bu tasavvurlar, daha ilk adımda TBMM’de yapılan tezkere görüşmelerinde darmadağın oldu.

Ankara, daha ilk adımda büyük operasyonda kendine düşeni yerine getirememiş ve ABD güçlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girişini sağlayacak kararı TBMM’den çıkaramamıştı.

Gerçi bu durum Tayyip Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanlığına adaylığını teyit etmesine engel olmamıştı ama Washington Ankara’yı artık eşbaşkan olarak görmekten vazgeçmişti.

Irak ve ardından patlak veren Suriye krizleri sırasındaki yanlış politikaları sonunda Türkiye bölgede kırmızı çizgileri sürekli çiğnenen, ağırlığı gittikçe azalan, inisiyatifi değişik Kürt güçlerine kaptırmış bir ülke konumuna geriliyordu.

Bir zamanlar bölgenin desteği aranan gücü Ankara iken, şimdi PYD olmuştur. Bu durum herkes tarafından Ankara’nın yüzüne karşı açıkça söylenmektedir.

***

Tayyip Bey’in iktidarının başlangıcında, AB’nin karar vericilerinin de, kamuoyunun da kendi içlerinde görmek istemedikleri hususunda hiçbir kuşku bulunmayan Türkiye, yine de kuruluş ile ilişkilerini düzgün bir çizgide yürütmekteydi. AKP iktidarının on beşinci yılında ise, Türkiye-AB ilişkileri fırtınalı sularda seyrederken, Ankara en fazla antipati toplayan, en çok eleştirilen ve ilişkilerin askıya alınması tartışılan başkent konumuna gerilemiştir.

Siyasiler katında işler zaman içinde düzelecek olsa bile iki tarafın halkları arasında oluşan karşılıklı güvensizlik ilişkilerde uzun süre giderilemeyecek köklü tahribata neden olmuştur. Türkiye’nin şu anda Avrupa’daki itibarı konusunda en iyi fikir verebilecek olan olay ise AİHM’ye aday gösterdiği isimlerin gerekli vasıflara sahip olmadıklarından, ciddi olarak incelemeye dahi alınmamasıdır.

Dış ilişkilerde Rusya ile yaşanan kriz yine Ankara’nın geri adım atmasıyla normalleşme yoluna girmiş, ancak Moskova’dan Ortadoğu’da Türkiye’nin umduğu ölçüde bir destek sağlanamamıştır.

ABD ile ilişkilerdeki gerilmenin sorumluluğunu Obama’ya yükleyen AKP, büyük umut bağladığı Trump’ın tutumundan da kısa sürede düş kırıklığına uğramış ve bölge ile ilgili beklentilerinin gerçekleşemeyeceğini görmüştür.

***

Nevraljik Ortadoğu’nun kritik döneminde dış politikadaki bu zayıf konum, Türkiye’yi bölgedeki gelişmelerden toprak bütünlüğü açısından bile en fazla etkilenebilecek riskli ülkeler kategorisine sokarken, içeride de 2016 Temmuzu’ndaki TSK ve kamuoyunun büyük ezici çoğunluğunun karşı çıktığı girişim başarı ile önlenirken, FETÖ ile mücadele konusunda gerektiği kadar mesafe alınamamıştır. FETÖ hâlâ ülke için ciddi tehdit olma konumunu sürdürmekte, ülke sürekli OHAL altında olmasına rağmen kesin sonuç elde edilememektedir.

İçeride ve dışarıda, “FETÖ ile mücadele”nin daha ziyade OHAL uygulamalarına bahane olarak kullanıldığı yolunda güçlü bir izlenim mevcuttur.

Kısacası, toplumsal uzlaşma, ekonomi, eğitim gibi konulara bile değinmeden yapılan kısa bir analiz, kuruluşunun on altı, iktidarının on beşinci yılında AKP nin bilançosunun negatif olduğunu göstermektedir.

Bu durumda “Harikalar Diyarı”nda neyin kutlandığını anlamak gerçekten güçtür.





Dernière édition par murat_erpuyan le 23 Sep 2017 1:49; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 23 Aoû 2017 1:34    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


16 yılda evrensel model de çöktü

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 20 Ağustos 2017





Geride bırakmaya hazırlandığımız hafta, AKP kuruluşunun 16. yılını kutladı. Bu vesileyle, AKP’nin adında simgeleşmiş vaatleri olan adalet ve kalkınma alanlarındaki performansıyla, bu 16 yılın iç ve dış güvenlik alanındaki olumsuz sonuçları ve bu ağır bilançonun Türkiye’nin önünü tıkadığını belirtmeye çalıştık.

Bütün bu gelişmeler olurken, bu arada AKP’nin timsali olduğu evrensel bir modelin de çöktüğünü görmezden gelirsek bu partinin geçmişten gelen çizgisini doğru okuyamaz, geleceği konusunda berrak bir fikir edinemeyiz.
16 yaşını, bunun 15’ini iktidarda geçirmiş olarak tamamlamış bulunan AKP’nin en büyük özelliklerinden biri de uluslararası bir ortak yapım olmasıdır.

Gerçekten de AKP Bush’un Körfez müdahalesi sırasında, Ecevit’in yerine geçmek üzere dizayn edilmiş bir Amerikan-Türk ortak yapımıydı.
Olayı yalnızca Körfez müdahalesi sırasında Türkiye’nin direksiyonunda Ecevit’e alternatif yaratmakla sınırlı olarak algılamak veya Bush dönemi ile Neo- Con’ların projesi olarak görmek de bütünü kavramayı engelleyecektir.
Olay Neo Con’ların iktidara tırmanmalarından daha önceki dönemde, CIA sosyal laboratuvarında hazırlanmış bir projeydi ve salt Ecevit’e alternaif yaratmanın ötesinde evrensel bir model oluşturma çabasıydı.

***

“Ilımlı İslam” (ılımlı yazılır, uyumlu okunur) etiketi altında piyasaya sunulan model, Erbakan’ın “Milli Görüş” gömleğini çıkarıp, kapitalist sistem, sınırlı da kalsa, onun aksaksız yürümesini sağlayacak nispeten demokratik bir üst yapıyla ve Batı (emperyalizmi de içerir) uzlaşıp, işleri uyumlu yürütecek dinci yanı da ağır basan bir uygulamayı amaçlamaktaydı.

Model, belirtildiği gibi, CIA tezgâhlarında, önce Türkiye için dizayn edilmişti.
Tayyip Erdoğan geniş kesimleri peşinden sürükleyen, başlangıçta uyumlu görünen politikasıyla, yeni uygulamanın evrensel liderliğine kuruldu.
Bu konumu ile Tayyip Erdoğan, içerde bütün dizginleri eline geçirirken sistemin gereksinim duyduğu dış kaynak akışı için zorunlu güven ortamını sağlıyor, Arap baharına bağlanan umutlara koşut olarak simgesi olduğu “ılımlı İslam”ın ne zamandır aranan ideal model olduğu düşünülüyordu.

***

Þimdi, AKP’nin 16. yılında varılan yer, o noktanın çok uzağındadır.
AKP’nin kapitalizm ile, onun onsuz olmazı sınırlı demokratik sistem ile, Batı ve emperyalizmi ile uyumu sağlayamadığı, genel bir uyumsuzluğun egemen olduğu görülüyor.

AKP gerçi Türkiye’de bütün dizginleri ele geçirmiş görünüyor ama, ülkenin en üretken, en eğitimli, en donanımlı yarısının tepkisi bütün baskılara karşın dinmiyor, dinmek bir yana gittikçe büyüyor.

Tayyip Bey’in içerde ve dışarda, uyum ortamına ters düşen ihvancı politikaları, kişiliğine bağlanan beklentileri boşa çıkarırken, Mısır’da Tahrir ayaklanmasını kullanarak iktidara tırmanan İhvancı Mursi de aynı şekilde beklenen uzlaşmacı ılımlı ortamı sağlayamayacağını kanıtlıyor, CIA da bunun üzerine, çark ederek askeri vesayet ile İslami vesayet arasında tercihini yeniden Sisi’nin kişiliğinde somutlaşan askeri vesayetten yana kullanıyordu.
AKP’nin kuruluşunun 16., iktidarının 15. yılında, AKP modeli iç ve dış planda iflas etmekle kalmıyor, aynı zamanda simgesi olduğu ılımlı İslam modeli de çöküyordu.

Çöküş, yalnızca AKP ve onun politikaları ile de sınırlı değildir. Model bütün İslam dünyası için çökmüştür.

Bu çöküşten sonra, AKP’nin kuruluşunda sağladığı iç ve dış destekleri sağlaması ve artık aşikâre çıkmış olan gizli hedefine varması için zorunlu olan enstrümanlara hâlâ sahip olmayı sürdürebilmesi olanaksızdır.
Bu durumda değişim kaçınılmazdır. Ama çok acılı olacağı da açıktır.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 23 Sep 2017 1:48    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Öğretilmiş cehalet

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 21 Eylül 2017





Daha önce açılmış birinci sınıflar dışında kalanlar için pazartesi okulların açılmasını medya “eğitim yılı başladı” başlığıyla verdi.

Aslında başlayan, ürünlerinin kalitesi her yıl biraz daha aşağılara düşen, “özendirilmiş, öğretilmiş cehalet eğitimi” sezonuydu.

Kuşkucu, araştırmacı, tartışmacı, çoğulcu, kız-erkek bir aradalık ilkelerine dayanan laik eğitimi saf dışı bırakmayı amaçlayan, kız-erkek cinsiyet ayrımına dayandırılmaya doğru yönelme belirtileri gösteren, kutsal etiketi ardında dogmaları dayatan, tartışmayı engelleyen, kuşkuya şeytan işi olarak bakan, biat kültürünü yerleştirmeyi hedefleyen, hurafeci, ezberci, örnek modelini “imam hatipler”in oluşturduğu, inisiyatifi, hâlâ tutuculuk kıvamı yeterli bulunmayan MEB yanında dinsel vakıflara bırakılmış bir düzendir “özendirilmiş, öğretilmiş cehalet eğitimi”.

Sistemin özendirdiği ve öğrettiğinin cehalet olduğunu biz değil, OECD söylüyor.

Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün hazırladığı “Program for International Student Assestement” (PISA) raporları eğitimimizin nasıl geride kaldığını ve zaman geçtikçe de aşağılara doğru kaymakta olduğunu gözler önüne seriyor.

***

OECD’nin 35’i kendi üyeleri ve AB olmak üzere 72 ülke ve ekonomik bölgede üçer yıllık dönemler halinde, 15 yaşındaki öğrencilerin kazanmış oldukları bilgi ve becerileri değerlendirmek üzere bilim, matematik ve okuduğunu anlama dalında yaptığı değerlendirmelerin 2016 yılında gerçekleştirilmiş olan en sonuncusu, 15 yaşındaki Türk öğrencilerin bilim, matematik ve okuma alanlarının hepsinde de sıralamanın en sondaki üçte birlik bölümüne dahil olduğunu ve her üç alanda da OECD standartlarını tutturamadığını ortaya koymaktadır. Singapur, Doğu Asya ülkeleri ve Finlandiya’nın hemen hemen bütün kategorilerde başı çekmekte olduğunun görüldüğü değerlendirmede, bilim dalında değerlendirmeye giren öğrencilerin Singapur’da yüzde 25’i, Japonya, Tayvan ve Finlandiyalı öğrencilerin yüzde 15’i en yüksek puana yakın başarıya ulaşırlarken (Bu oran OECD ortalaması olarak yüzde 7.7’dir.) Türkiye’de ise en yüksek başarı düzeyindeki öğrenci oranının yüzde 0.3 olduğu görülüyor.

Matematikte 72 ülke arasında 50. sırayı alan Türkiye’nin grubundaki ülkeler ise Birleşik Arap Krallıkları, Karadağ, Tobago, Tayland ve Arnavutluk.

Okuduğunu anlama alanında ise Türkiye yine son üçte ikilik grupta bulunmakta ve OECD standartlarını tutturamadığı gibi Meksika ile birlikte bu grubun son ikilisini oluşturmaktadır.

2016 PISA sonuçlarına göre, Türkiye her üç alanda da önceki yıllara göre daha da geriye gitmektedir.

Hâlâ evrim teorisini tartışmakta olanların güdümündeki Milli Eğitim’in içler acısı durumu budur.

***

Araştırmayan ama ezberleyen, kuşkulanmayan, dogmatik kafa yapısına ulaşmış, tartışmayıp biat eden öğrenciler yetiştirmeyi amaçlayarak varılan sonuç belli olmuştur: Cehalet.

Bu özendirilmiş, ödüllendirilmiş, eğitilerek ulaşılmış bir cehalettir.
Buraya öyle kendiliğinden gelinmedi. Erken Cumhuriyet yıllarında rejimin temel taşı olan laik eğitim, Türkiye’de ilki 1940’lı yıllarda, Köy Enstitülerine olmak üzere, çeşitli siyasi iktidarların indirdikleri darbelerle bu noktaya zorla sürüklenmiştir.

Laik eğitimin, Cumhuriyetin ilk yıllarında kazandığı zaferler, zamanla bozguna dönüştürülmüştür.

Her ülkede laikliğin encamı okul sıralarında verilen savaşa bağlıdır.

Bu savaşı laikliğin kazandığı ülkeler, her bakımdan ilerleme sağlarken kaybettiği ülkeler de gerilemişlerdir.

Yeni eğitim yılı başlarken Türkiye’nin oluşturduğu tablo bu gerçeğin göstergesidir.

“Özendirilmiş, öğretilmiş eğitim sisteminin hayrını görün!”



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 15 Nov 2017 2:42    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


O da OHAL, bu da OHAL

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 02 Kasim 2017






Fransa’da dün yani 1 Kasım 2017’den itibaren, 13 Kasım 2015’te 130 kişinin ölümüyle sonuçlanan Paris’teki terör eylemlerinin ardından ilan edilen olağanüstü hal (OHAL) sona erdi.

Fransa’da OHAL uygulamasının olması, 15 Temmuz 2016 olaylarının ardından OHAL ilan eden AKP’nin bu alandaki kendi icraatını savunmak için sarıldığı bir savdı. Þimdi ondan mahrum kaldı.

Aslında Fransa’daki OHAL uygulaması, AKP’yi değil, onun baskı politikasını eleştirenleri haklı çıkarıyordu, ama hazretler bir laf ederken sözlerinin tutarlı olmasına özen göstermeye gerek duymazlar ki.

Örnek mi istiyorsunuz?

Alın size Bekir Bozdağ!

Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ, sayın Cumhurbaşkanı’na “faşist diktatör” diyerek ayıp eden, CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Bülent Tezcan’a “eğer faşist diktatör olsaydı, öyle konuşamazdın” yanıtını verirken Ankara Cumhuriyet Savcısı, Tezcan hakkında soruşturma açmıştı bile.
Söylediği lafın nereye varacağını düşünmeden konuşan Bozdağ’ın yanıtına itibar ederseniz, Ankara Cumhuriyet Savcısı’nın da Bülent Tezcan’ı doğruladığı sonucuna varırsınız.

Aynı şekilde, Fransa’daki OHAL uygulamalarını AKP’nin OHAL uygulamalarıyla kıyaslarsanız, bugünkü iktidarın değil, onu eleştirenlerin haklı çıktığını görürsünüz.

***

Fransa’da da, Türkiye’de de, yakın tehlike durumunda başvurulan bir tedbir olan OHAL uygulamalarına kimi başka demokratik ülkelerde de rastlandığı doğrudur. Ama şimdiye dek hiçbir demokraside, AKP’nin on beşinci ayını dolduran OHAL uygulamasına benzer dehşet verici bir duruma rastlanmamıştır.

Eğer Fransa’daki o hal, OHAL ise Türkiye’deki bu hal nedir?

Fransa’da iki yıllık OHAL uygulaması süresince, bir kez o da, Senato’dan geçmeyen Çalışma Yasası ile ilgili bir KHK kabul edilmiştir. Onun dışında OHAL ile ilgili 493 tabir edilen KHK getirilmemiştir.

Kaldı ki, yargının gerçekten bağımsız olduğu Fransa’da KHK’ler de, diğer OHAL uygulamaları da, yargı denetimindedir.

Türkiye’de ise çıkarılan KHK’nin gerçekten OHAL’in ilanına neden olan durum ile ilgili olup olmadığını denetleme yetkisine sahip olduğu yolundaki önceki içtihadından geri adım atan Anayasa Mahkemesi’nin son kararı ile KHK’ler üzerinde herhangi bir yargı yetkisi bulunmamaktadır.

Fransa’da adrese baskınlar, aramalar, güvenlik bölgesi ilan etme, ev hapsi, nefret, şiddet, terör eylemlerini teşvik gibi davranışlar üzerine ibadet yeri kapatılması gibi imkânlar veren iki yıllık OHAL uygulaması sırasında, 4 bin 400 ev araması yapılmış, 62 kişi geçici olarak ev hapsine bağlanmış, 48 kişiye belirli bir bölgeye giriş yasağı getirilmiş ve şiddet, nefret ve terör propagandası yapıldığı teppit edilen 61 cami kapatılmış.

İki yıllık OHAL uygulamasının Fransa’daki bilançosu işte bu.

1 Kasım itibarı ile kaldırılan OHAL uygulamasındaki bu yetkiler yeni çıkarılan ve 2020 yılında otomatik sona erecek olan yeni Terör ile Mücadele Yasası’na konurken, havaalanları ve limanların çevresinde polise otomatik kimlik kontrolü ve üst araması yetkisi tanınan alanın çapı da hükümetin istediği bölgenin çapı da 20 km’den 10 km’ye indirilmiş parlamonta tarafından.

***

Peki, bizde herhangi bir yargı denetimine tabii olmayan, yargıyı ve yasamayı tümüyle devre dışı bırakan OHAL’in bir yıllık uygulamasının bilançosu ne? Kısaca göz atalım:

Bu bir yıl süresince 124 bin kamu görevlisi ihraç edilmiş, 7 bin 200 subay ve astsubay ordudan atılmış, 60 bin 532 öğretmen uzaklaştırılmış, 4 bin 93 öğretim üyesi ve görevlisi üniversiteden çıkarılmış, 4 bin 238 hâkim ve savcı ihraç edilmiş ve bu süre içinde Türkiye hapishanelerinde en fazla gazeteci bulunduran ülke şampiyonluğunu da ele geçirmiş.

Bütün bunlar olurken, yargı tümüyle devre dışı kalmış.

İşte iki ülkenin OHAL uygulamasındaki farklar.

Bu iki OHAL’den biri “Oha!”yı hak ediyor, ama acaba hangisi?


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 15 Nov 2017 2:45    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Fark nerede?

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 04 Kasim 2017



Perşembe, Fransa’da iki yıl süren ve 1 Kasım 2017’de sona eren, OHAL uygulamasını Türkiye’deki OHAL ile karşılaştırmıştım.

Bu arada hemen belirteyim ki perşembe günü, Fransa’da nefret, şiddet ve terörü kışkırttıkları için kapatılan cami sayısı sehven 61 olarak yazılmıştır. Doğrusu 16 olacaktır.

Türkiye’deki 15 aylık OHAL uygulamasının insan hakları çiğnenmeleri, yurttaş mağduriyeti açılarından, Fransa’da iki yıl süren dönemi kat be kat geride bıraktığı yapılan karşılaştırmada görülüyordu.

Belki daha doğrusu yapılıp, Türkiye’deki “normal hal” ile Fransa’daki olağanüstü hal karşılaştırılsaydı görülecekti ki Fransa’nın OHAL dönemi, temel hak ve özgürlükler açısından Türkiye’nin “normal” dönemine oranla daha iyiydi.

Fransa’da OHAL döneminde, iktidarın tasarrufları ve KHK’ler üzerindeki yargı denetimi Türkiye’de OHAL ile by-pass edilmeden önceki yargı denetiminden daha büyük güvenceler sağlamaktaydı.

Çünkü o yargı, Türkiye’deki “normal dönem” yargısının aksine bağımsızdı.
Türkiye’de yargının bağımsız olmaması, onu güvence olmaktan öylesine çıkarmıştı ki OHAL’in yargının by-pass edilmesinden yakınmanın da bir anlamı kalmamıştı.

Öyle ya, yargı bağımsız olmadıktan sonra devre dışı bırakılsa ne olur, bırakılmasa ne olur!

***

İki ülke demokrasileri arasındaki bu korkunç fark nereden kaynaklanıyor?
Kendimi bildim bileli Türkiye’de demokrasinin işlememesinden yakınılır.
1950’li yıllarda, bu durum daha çok yeni olan demokrasimizin çocukluk hastalığına bağlanırdı ve bunu hepimiz onaylardık.

Oysa düşünmezdik ki daha o zamanlarda bile Sened-i İttifak’ı, Tanzimat’ı, 1. ve 2. meşrutiyetleri ile birlikte, iktidarı sınırlayan anayasal metinlerin yüzyılı aşan bir geçmişleri vardı. O zamanlar, demokrasisi hiçbir dönemde tartışma konusu olmamış olan Finlandiya’nın bağımsız devlet olarak ortaya çıkmasından yarım yüzyıl önce, bizim toplumumuzda Þûrayı Devlet adıyla Danıştay’ın temelinin atılmış olduğunu akla getirmezdik. Ve yine o zamanlar, Kurtuluş Savaşımızın, Bülent Tanör’ün deyimiyle dünyadaki ilk ve tek savaş demokrasisi örneği olduğunun farkında değildik.

Bunları farkına varmış olsaydık eğer, demokrasimizin illetinin çocukluk hastalığı olmadığını anlardık.

1950’li yıllar anayasal güvenceye bağlı, temel hak ve özgürlükler mücadelesi içinde geçtiğinden Türkiye’de bir anayasa fetişizmi gelişti.

***

Sanıldı ki, eğer kendi içinde tutarlılığı olan anayasalar yapılabilirse, demokrasi sorunu da çözülür.

Anayasa metinlerinin bir tür demokrasinin garanti belgesi olduğu doğruydu ama aslında onlar da bir neden olmaktan çok, birer sonuçtular. Başka bir deyişle, demokratik ülkeler, anayasaları yeterli güvenceyi oluşturduğundan demokratik olmuyorlardı da gereğince demokrat oldukları için gelişmiş anayasalar üzerinde uzlaşabiliyorlardı.

Toplumların demokrasinin güvence olmasını sağlayan birikimlerinin ürünü olan demokratik kültürleri, anayasalarından daha büyük garantiydi.
Benzer anayasa metinleri ve kurumları, değişik toplumlarda değişik sonuçlar verebiliyordu. Nitekim, demokratik kurumları çok tartışılan, ünlü 16. maddesiyle cumhurbaşkanına çağdaş bir diktatörün bütün yetkilerini veren 1958 Beşinci Cumhuriyet Anayasası Fransası, hak ve özgürlükler konusunda döneminin en ileri metinlerden biri olan 1961 Anayasası’nın yürürlükte olduğu Türkiye’den demokrasi uygulaması açısından çok daha ileride olmuştu.

Bu durumda, Türkiye’deki demokrasinin yerleşik hastalığının nedenini, halkın demokratik bilinci ve kültüründe aramaya başlamak daha doğru olur.

Not: Bülent Tanör’ün yazıda sözü geçen “savaş demokrasisi” kavramını da anlattığı Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet konusunda anahtar eser olup, tükenen kitabı “Kurtuluş ve Kuruluş”un 11. baskısı Cumhuriyet Yayınları tarafından yapılmıştır. Kitapçılara ve kitapseverlere duyurulur.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 15 Nov 2017 2:49    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


Tayyip Bey’i kim ‘Atatürkçü’ yaptı?

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 14 Kasim 2017



Son zamanlarda siyasi yaşamımızın en umutlandırıcı olayı Cumhurbaşkanı Sayın Tayyip Erdoğan’daki beklenmedik değişimdir.

Tayyip Bey ile birlikte partisinde de birden başgösteren Atatürk merakını doğrusu kimse öngörememişti.

Atatürk’ü özde değil, sözde bile olsa bu sahiplenişin ne kadar önemli olduğu, Türkiye’nin son yıllardaki en vahim sorununun, AKP’nin de Sayın Genel Başkanı’nın da bir türlü laik Cumhuriyet ile barışık hale gelmemekte direnmesi olduğu düşünülürse ne kadar önemli ve olumlu olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Konu gündeme gelir gelmez ilk öne çıkan sorular da şunlar oluyor:
-Bu tutum ne kadar içten?
-Gerçekten AKP laik Cumhuriyet ile barıştı mı?
-Akşamdan sabaha Osmanlıcılıktan Atatürkçülük’e bu 180 derecelik dönüşe inanacak kadar saf olmak mümkün mü?

***

Son gelişmeyi irdelerken yukarıda sıraladığım soruların beni hiç meşgul etmediğini söylemeliyim.

Bunun nedeni, AKP’nin laik Cumhuriyet ve de onun simgesi olan Mustafa Kemal Atatürk ile içtenlikle barıştığına inanarak, bu öyküyü yemiş olmam değil. Bu dramatik öykünün başından bu yana önümüze sürülenlerin hiçbirini yememiş biri olarak, bunca olaydan sonra nice aymazın uyanmaya başladığı bir sırada “yiyenler” safına geçmem değil içtenlik sorusunu önemsemememin nedeni.

Siyasetçinin içtenliğini güvenilir bir öğe olarak görenlerden olmadığımdan siyasetçinin “içten” söylediklerinden çok, söylemek zorunda kaldıklarının daha önemli ve güvenilir olduğunu düşünürüm.

Siyasetçinin İstanbul havası kadar oynak içtenliği her an değişebilir olduğundan güvenilirlikten azadedir. Ama aynı siyasetçinin seçmen tabanından, kamuoyundan gelen toplumsal baskı sonucunda söylemek zorunda kaldıklarının teminatı o toplumsal baskının kendisi olduğundan belirli bir güvenilirliği vardır.

AKP’nin Mustafa Kemal ile barışmasının gerekçesinin seçim anketleri olduğu hemen herkesin malumu olduğuna göre, bu barışma gösterisinin kamuoyundan gelen baskının sonucu olduğunu görmemek de mümkün değildir.

Bu durumda, son yumuşamanın, nedeni de güvencesi de AKP’nin veya siyasetçinin içtenliği değil, kamuoyunun baskısı olmaktadır.

***

Bu noktada, yazının başlığında ifade edilen sorunun yanıtı da ortaya çıkıyor gibi görünüyor:
-Tayyip Bey’i Atatürk ile barışmaya iten kamuoyudur.

Ancak bu son yanıt da seçim anketlerinin ve sonuçlarının daha önce çalmadığı alarm zillerini şimdi neden çalmaya başladığı sorusunu gündeme getirdiğinden, yetersiz kalmaktadır.

Demek ki sonunda kamuoyunu uyandıran ve iktidara baskı yapmaya yönelten başka bir öğe var ortada.

Küçük bir azınlığının yiğitçe direnişine karşın, büyük çoğunluğu iktidarın mutlak güdümünde olan basılı ve görsel medyanın bugünkü durumuna bakınca, yanıtı orada aramanın anlamsızlığı kolayca anlaşılır.

Yaşadığımız baskı rejiminde halkın gözünün demokratik sokak gösterileriyle açıldığını ileri sürmek kaba ve soğuk bir şaka olarak algılanabilir ancak.
Muhalefetin, hepsi de kendinden kaynaklanmayan etkisizliği de halkı uyandıran etkenin orada aranmasını da anlamsız kıldığına göre geriye kalıyor tek kaynak.

O da Türkiye’yi bugünün büyük çıkmazına getirip saplayan AKP’nin demokrasiyle, ekonominin, dış politikanın gerekleriyle, laik Cumhuriyet ile ve de dolayısıyla Mustafa Kemal Atatürk ile kavgalı politikasıdır.

AKP’nin 15 yıllık bu politikası, en sonunda kamuoyunun çoğunluğuna Atatürk’ün ve laik Cumhuriyet’in ne kadar gerekli olduğunu anlatmış ve onların bu iki kavrama sahip çıkmaları sonucunu doğurmuştur.

AKP deyince akla gelen tek kişi Tayyip Bey olduğuna göre, başlıktaki soruyu şöyle yanıtlamak da yanlış olmayacaktır:
-Tayyip Bey’i “Atatürkçü” yapan bizzat Tayyip Erdoğan’dır.



Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 24 Nov 2017 0:32    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Tayyip Bey’i kim ‘Atatürkçü’ yaptı?

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 14 Kasım 2017





Son zamanlarda siyasi yaşamımızın en umutlandırıcı olayı Cumhurbaşkanı Sayın Tayyip Erdoğan’daki beklenmedik değişimdir.
Tayyip Bey ile birlikte partisinde de birden başgösteren Atatürk merakını doğrusu kimse öngörememişti.

Atatürk’ü özde değil, sözde bile olsa bu sahiplenişin ne kadar önemli olduğu, Türkiye’nin son yıllardaki en vahim sorununun, AKP’nin de Sayın Genel Başkanı’nın da bir türlü laik Cumhuriyet ile barışık hale gelmemekte direnmesi olduğu düşünülürse ne kadar önemli ve olumlu olduğu kendiliğinden anlaşılır.

Konu gündeme gelir gelmez ilk öne çıkan sorular da şunlar oluyor:
-Bu tutum ne kadar içten?
-Gerçekten AKP laik Cumhuriyet ile barıştı mı?
-Akşamdan sabaha Osmanlıcılıktan Atatürkçülük’e bu 180 derecelik dönüşe inanacak kadar saf olmak mümkün mü?

***

Son gelişmeyi irdelerken yukarıda sıraladığım soruların beni hiç meşgul etmediğini söylemeliyim.

Bunun nedeni, AKP’nin laik Cumhuriyet ve de onun simgesi olan Mustafa Kemal Atatürk ile içtenlikle barıştığına inanarak, bu öyküyü yemiş olmam değil. Bu dramatik öykünün başından bu yana önümüze sürülenlerin hiçbirini yememiş biri olarak, bunca olaydan sonra nice aymazın uyanmaya başladığı bir sırada “yiyenler” safına geçmem değil içtenlik sorusunu önemsemememin nedeni.

Siyasetçinin içtenliğini güvenilir bir öğe olarak görenlerden olmadığımdan siyasetçinin “içten” söylediklerinden çok, söylemek zorunda kaldıklarının daha önemli ve güvenilir olduğunu düşünürüm.

Siyasetçinin İstanbul havası kadar oynak içtenliği her an değişebilir olduğundan güvenilirlikten azadedir. Ama aynı siyasetçinin seçmen tabanından, kamuoyundan gelen toplumsal baskı sonucunda söylemek zorunda kaldıklarının teminatı o toplumsal baskının kendisi olduğundan belirli bir güvenilirliği vardır.

AKP’nin Mustafa Kemal ile barışmasının gerekçesinin seçim anketleri olduğu hemen herkesin malumu olduğuna göre, bu barışma gösterisinin kamuoyundan gelen baskının sonucu olduğunu görmemek de mümkün değildir.

Bu durumda, son yumuşamanın, nedeni de güvencesi de AKP’nin veya siyasetçinin içtenliği değil, kamuoyunun baskısı olmaktadır.

***

Bu noktada, yazının başlığında ifade edilen sorunun yanıtı da ortaya çıkıyor gibi görünüyor:
-Tayyip Bey’i Atatürk ile barışmaya iten kamuoyudur.

Ancak bu son yanıt da seçim anketlerinin ve sonuçlarının daha önce çalmadığı alarm zillerini şimdi neden çalmaya başladığı sorusunu gündeme getirdiğinden, yetersiz kalmaktadır.

Demek ki sonunda kamuoyunu uyandıran ve iktidara baskı yapmaya yönelten başka bir öğe var ortada.

Küçük bir azınlığının yiğitçe direnişine karşın, büyük çoğunluğu iktidarın mutlak güdümünde olan basılı ve görsel medyanın bugünkü durumuna bakınca, yanıtı orada aramanın anlamsızlığı kolayca anlaşılır.

Yaşadığımız baskı rejiminde halkın gözünün demokratik sokak gösterileriyle açıldığını ileri sürmek kaba ve soğuk bir şaka olarak algılanabilir ancak.
Muhalefetin, hepsi de kendinden kaynaklanmayan etkisizliği de halkı uyandıran etkenin orada aranmasını da anlamsız kıldığına göre geriye kalıyor tek kaynak.
O da Türkiye’yi bugünün büyük çıkmazına getirip saplayan AKP’nin demokrasiyle, ekonominin, dış politikanın gerekleriyle, laik Cumhuriyet ile ve de dolayısıyla Mustafa Kemal Atatürk ile kavgalı politikasıdır.

AKP’nin 15 yıllık bu politikası, en sonunda kamuoyunun çoğunluğuna Atatürk’ün ve laik Cumhuriyet’in ne kadar gerekli olduğunu anlatmış ve onların bu iki kavrama sahip çıkmaları sonucunu doğurmuştur.

AKP deyince akla gelen tek kişi Tayyip Bey olduğuna göre, başlıktaki soruyu şöyle yanıtlamak da yanlış olmayacaktır:
-Tayyip Bey’i “Atatürkçü” yapan bizzat Tayyip Erdoğan’dır.




Dernière édition par murat_erpuyan le 24 Nov 2017 0:36; édité 1 fois
Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 24 Nov 2017 0:35    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:


‘Atatürk’ü silemedik bari bize uyduralım

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 16 Kasım 2017




AKP’nin 2002 yılında iktidara geldiği zaman ilan ettiği hedefi şuydu:
İslam ile kapitalizmi bağdaştırarak, ülkede bölgede ve dünyada kapitalizmin ve onun son aşaması küreselleşmenin genel gidişine eklemlenmek, bu amacın gerektirdiği piyasanın güvenini sağlayacak denetim mekanizmalarını koruyarak, Türkiye’yi İslam inancı ile kapitalizmi uzlaştırmış egemen dünya düzeninin gerekleri doğrultusunda davranır yola sokmak.

Formülü CIA’nın laboratuvarlarında geliştirilmiş olan model, ılımlı İslam olarak yazılıyor, uyumlu İslam olarak okunuyordu.

Model yalnız Türkiye’ye özgü olmayıp evrenseldi ve Türkiye’deki aygıtının başındaki kişi de başlangıçta bu evrensel misyonun gerekli kıldığı ağırlıkla siyasal çekicilik gücüne sahip görünüyordu.

AKP’nin 2002’de iktidara geldiği zaman, açıkça ilan etmediği bir amacı daha vardı.

O da laik Cumhuriyetin kazanımlarını ortadan kaldırmak, Türkiye’yi mezheplerin tarikatların egemenliğinde, laiklik karşıtı, yalnız rejime ve onun egemenlerine biat edenlerin yaşama, çalışma, kazanma, her türlü denetimden azade olarak ceplerini doldurma özgürlüğüne sahip oldukları yeni bir yönetimin sultası altına sokmak.

***

Laik Cumhuriyet karşıtlığı, onun kurucusu ve simgesi olan Mustafa Kemal Atatürk düşmanlığını da kaçınılmaz olarak beraberinde getiriyordu.
Gizli gündem, AKP’nin liderine İslam dünyasının önderi olarak içte ve dışta destek sağlayarak, güçlendirmeyi de öngörürken, aynı zamanda amacın gerçekleşmesine elverişli yeni dengeleri de zorunlu kılmaktaydı.

Başlangıçta, açık gündem ile gizli gündeme yönelik dengelerin oluşturulması uyum içinde yürütüldüyse de, zaman içinde gizli gündem doğrultusunda atılan adımlar, istenen yürüyüşle uygun adımı sağlayamamaya başlamıştı.
Ama bu arada dengeler, laik Cumhuriyetin kazanımları ve dolayısıyla Atatürk ile hesaplaşma doğrultusunda iktidara büyük olanaklar sağlayacak şekilde değişmişti.

Dengelerin değişmesinde, emperyalizmin, Fethullah Gülen grubunun, çeşitli gerekçelerle Kemalizmin tasfiyesini “yetmez ama evet” diye destekleyen kendini garip bir biçimde sol olarak ifade eden grubun da etkisi olmuştu.
15 yıllık iktidar döneminde, AKP yurttaşın yaşamının her yönünü, beşikten mezara her anını denetleyerek, Milli Eğitim’i, üniversiteleri, basını, yasamayı, yargıyı bütünüyle sultası altına almasıyla, muhaliflerini, bulundukları yerden orası velev ki parlamento olsun, çıkarıp hapse tıkmasına karşın, ilan edilmiş amacında da, gizli gündeminde de başarı kazanamadı.

Dış dayanaklar, sağladıkları desteğin kendi amaçları dışında kullanılmasını kabullenmediler, ılımlı İslamın yapısı gereği yeterince uyumlu olamayacağını gördüler, evrensel model çöktü.

İçeride laik Cumhuriyetin kurum ve kazanımlarına karşı girişilen amansız savaşta Atatürk’ü silme yolundaki girişimler bir türlü istenen sonucu vermedi. Toplumun tepkisi arttı.

Bunun üzerine şu kurnaz formül geliştirildi:
- Atatürk’ü ne yapsak silemiyoruz, bari kendimize uyduralım.

Yöntem yeni değildi. Daha önce Washington’ın “bizim çocuklar” olarak niteledikleri 12 Eylül generalleri tarafından uygulanmış, her türlü zulüm ve baskı İslamcılıkla birlikte, yüksek milliyetçilik sosuna bandırılmış bir Kemalizm olarak kamuoyuna yutturulmaya çalışılmıştı.

12 Eylül zulmünün gerçek sorumlularıyla, laik Cumhuriyetin kurum ve kazanımlarının toplumun belirli bir kesimi tarafından birbirine karıştırılmasının, siyasal ekolojik dengesi bozulan ülkeyi getirdiği nokta da göz önünde bulundurulduğunda, yöntemin amacına ulaştığı söylenebilir.

Ancak aynı suda iki defa yıkanılmayacağı gibi aynı yöntemin bu kez de başarı ile uygulanamayacağı görülüyor.

Bir türlü silemedikleri Atatürk’ü kendilerine benzetme girişimlerine payanda olan tabanını yitirmiş Devlet Bahçeli’nin şaşkın haline bakarak da bu gerçeği kestirmek mümkün.


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
murat_erpuyan
Admin
Admin


Inscrit le: 30 Jan 2006
Messages: 11178
Localisation: Nancy / France

MessagePosté le: 24 Nov 2017 0:38    Sujet du message: Répondre en citant

Citation:



Atatürk şart değil, demokrasiye uyun yeter!

Ali Sirmen - Cumhuriyet, 18 Kasım 2017





AKP’de son dönemde başgösteren Atatürk tutkusunun tartışmaları sürüyor, daha da sürecek gibi görünüyor.

Tartışmalar daha çok girişimin, içtenliği dolayısıyla da inandırıcılığı üzerinde odaklanıyor.

Sorunun can alıcı noktasının o olmadığı kanısındayım. Gerçekten de, davranış ister “bu Atatürk’ü ne yaptıysak bir türlü silemedik, bari kendimize benzetelim!” niyetinden kaynaklansın, isterse AKP’nin 15 yıllık politikalarının seçmenin Atatürk’te simgeleşen laik Cumhuriyet’in önemini kavrayıp bu değerlere sarılma dürtüsünün siyaset sahnesine yansımasının ürünü olsun, sonuçta siyasetçinin içtenliğinden çok daha önemli olan laik Cumhuriyet ile kazanımları ve değerlerinin korunmasında halkın uyanık bekçiliğinin, gecikerek de olsa, iktidarı da etkileyecek dereceye erişmesi olgusunu göstermesi bakımından önemli ve olumlu olduğunu düşünüyorum.
Gerçekten de Atatürk ve laik Cumhuriyet düşmanlığının toplumda oluşturduğu tepkinin bu politikayı yıllarca sürdürmüş olanları bile etkileyecek düzeye gelmiş olması demokrasi açısından sevindiricidir.

***

Demokratik siyaset sahnesinde “düşman” kavramının yeri yoktur.
Düşman kavramı demokrasi sahnesine girdiği andan itibaren, demokrasinin özü olan iktidar ile aynı çizgide olmayanların demokratik hak ve özgürlükleri alanı terk etmek zorunda kalırlar.

İktidarların devletin kurucu felsefesi ve değerlerine düşman olduğu ülkelerde devlet iktidar gibi düşünmeyenlerin üstünde baskı aracına dönüşerek, kendi kendini yemeye başlar.

İktidar politikalarının bu yola girmemesi yolundaki en büyük güvence ise toplumun demokratik bilincidir.

Son gelişmeyi işte bu bilinci göstermesi açısından önemli ve olumlu buluyorum.

Ama burada başka bir yanılgıya düşmemek, bütün toplumun tornadan çıkmışcasına biteviye olmasını beklememek gerekir.
Herkesin aynı siyasi görüş ve doğrultuda olduğu bir toplum, içinde demokrasiye yer olmayan, bir ütopyadır.

Demokraside herkes aynı görüşte birleşmez, farklılıkların temel hak ve özgürlüklere saygı çizgisinde barış içinde bir arada yaşaması öngörülür.
Bu durumda toplumumuzda herkesin Kemalist olmasını beklemenin gerçekçi de gerekli de olmayacağı kendiliğinden anlaşılır.

22.04.1983 tarihli 2820 sayılı Siyasi Partiler Kanunu’nun 4. maddesi şöyle der:
“Siyasi partiler demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdırlar. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olarak çalışırlar.”

Doğrusu bu madedeki ifadenin yukarıda dile getirilen amaca uygun ve gerçekçi olduğunu söylemek pek mümkün değil.

Bütün siyasi partilerin Atatürk ilkelerinden biri olan devrimcilik ilkesine bağlı olarak hareket etmesini ve çağdaşlaşmayı hedefleri arasında ön sıraya geçirmesini istemek demokrasiye uygun değildir.

Toplumun içindeki muhafazakâr kesimden bu yönde örgütlenmesini ve politika uygulamasını talep etmek ne demokrasiye sığar ne de hakkaniyete...

***

Zaten bu hüküm gerçekte de bir anlam ifade etmemiş, Erbakan Hoca’nın ve bugüne kadar varan takipçilerinin partilerinin siyaset arenasında yer almaları ve iktidar olmaları engellenememiştir.

Buradaki “Atatürk ilke ve inkılapları” deyiminin yerine demokrasinin temel kavram, kurul ve kurumları ibaresinin kullanılması daha doğru olacaktır. Demokrasilerde kimsenin herkesin kendisi gibi düşünmesini talep hakkı yoktur.

Türkiye’de Kemalistlerin herkesten Atatürkçü olmalarını talep hakları olamaz, yoktur da...

Biz de, AKP’den ve önderinden Atatürkçü olmalarını değil, sadece demokrasinin temel kurum ve kurullarına saygı göstererek, laik Cumhuriyet de dahil, hiçbir kuruma düşmanlık beslememelerini, kışkırtmamalarını talep ediyoruz.

Hepsi bu!


Revenir en haut de page
Voir le profil de l'utilisateur Envoyer un message privé
Montrer les messages depuis:   
Poster un nouveau sujet   Répondre au sujet    Forums d'A TA TURQUIE Index du Forum » Forum en langue turque Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures
Aller à la page Précédente  1, 2, 3 ... 14, 15, 16 ... 19, 20, 21  Suivante
Page 15 sur 21

 
Sauter vers:  
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum
Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum
Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum


Powered by phpBB v2 © 2001, 2005 phpBB Group Theme: subSilver++
Traduction par : phpBB-fr.com
Adaptation pour NPDS par arnodu59 v 2.0r1

Tous les Logos et Marques sont déposés, les commentaires sont sous la responsabilités de ceux qui les ont postés dans le forum.