Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.
Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Can Baydarol'dan mektuplar...
Forums d'A TA TURQUIE Pour un échange interculturel
39. CHP Kurultayı sırasında Genel Başkan Özgür Özel’in beni mesleki olarak ilgilendiren iki vaadi vardı. Bunlardan AB tam üyeliği hedefinin güçlüklerini bir önceki yazımda paylaşmıştım. Türkiye’nin mevcut koşullarda tekrar tam üyelik rotasına girmesi güç olsa da hala ayakta tutulması gereken bir hedef olarak CHP Genel Başkanı tarafından dile getirildiğini duymak açıkçası hoşuma gitti.
Gelelim ikinci vaade. Bütün Türk vatandaşları için vizesiz Avrupa. Türkiye ekonomisi bunca kötü performans gösterirken çok zor. Bugün AB ülkeleri Türkiye’ye vizeleri kaldırdık dese acaba kaç Türk vatandaşı AB kapılarına dayanır sorusunu kendimize sormamız gerekiyor. Her ne kadar vize serbestisi beraberinde çalışma hakkını getiren “işçilerin serbest dolaşımı hakkını getirmese de” kaçak göç olasılığını ister istemez düşünmemize yol açıyor. Bu noktada iki gerçeğin daha altını çizmekte yarar var.
- Türk pasaportuna erişip AB’ye göç etme arzusundaki Türkiye’ye gelen göçmenlerin fazlalığı önemli bir engel.
- Göç arzusunda olanların nitelikleri. Eğer geçerli bir eğitim aldığınızı kanıtlayan diplomanız varsa zaten yolunuz açık, bırakın vize sorununu hemen oturma izni ve çalışma imkanınız var. En iyi örnek doktorların durumu. Doğal olarak bizlerin ödediği vergilerle çok pahalı eğitim alan gençlerin, AB ülkelerinin kasalarına yük olmaksızın kullanımlarının önünde bir engel yok.
Peki eğitimsiz olanlar? Yollar kapalı.
Peki yapılacak bir şey yok mu?
Vize serbestisi ile başlatılan çalışmaların geçmişi oldukça eskiye dayanıyor. AB’nin koyduğu yanlış hatırlamıyorsam 72 kriterin 66’sı yerine getirilmiş, son iki kriterde takılmıştık. Bunlardan en önemli iki tanesi “anti terör” yasasının AB normlarına getirilmesi, ikincisi ise Kişisel Verilerin Korunması (KVK) kapsamında atılacak adımlardı.
Özellikle bugünlerde ülkemizin bir numaralı tartışma konusu haline gelen “barış” süreci ile terörle mücadele yasasında değişikliğe gidilebileceğini varsaysak bile, karşı tarafın vize serbestisini tanımamak için muhakkak yeni bahaneler üreteceği kanaatindeyim.
Ancak bu vize meselesinin negatiften pozitife dönüştürülebilecek başka boyutları da var. Bu çerçevede konuyu gümrük birliği kapsamında değerlendirmek gerekiyor.
Bu noktada küçük bir teknik değerlendirme yapalım. Gümrük birliği, tarafı olan ülkeler için kendi aralarındaki ticaretin serbestleştirilmesi bağlamında bir yasaklamalar rejimidir. Bu çerçevede kendi aralarındaki ticarette
- Gümrük vergisi koyamazlar
- Gümrük vergisi ile aynı sonucu doğuran eş etkili uygulamalar yapamazlar
- Miktar kısıtlaması, diğer ifadesi ile kota koyamazlar
- Miktar kısıtlaması ile aynı sonucu doğuran uygulamalar yapamazlar.
Bu noktada özellikle ikinci ve dördüncü yasağın iyi anlaşılmasının önemi ortaya çıkıyor. Türkiye ile o dönemin AET’si, bugünün AB’si arasında bir ortaklık tesis eden Ankara anlaşmasının ve o anlaşmaya bağlı olarak yapılan gümrük birliğinin en zayıf halkası, malların nasıl dolaşacağı tarif edilirken, malların nasıl taşınacağına başka başlık altında, “hizmetler” kapsamında verilmiş olmasıdır. Bu çerçevede taşımacılık hizmetleri bugüne kadar kapsam dışında tutulmuş, dolayısı ile gümrük vergisi ile eş etkili uygulamalar ve miktar kısıtlaması ile aynı sonucu doğuran uygulamalar kaçınılmaz olarak ortaya çıkmıştır.
Avrupa Birliği Adalet Divanı’nın verdiği bir kararda, özellikle mal taşıyan TIR’lara uygulanan geçiş ücretlerinin TIR’ın üstündeki malın pazardaki fiyatını yükselttiği için bir tür eş etkili vergi olduğunu kabul etmiştir.
Peki aynı soruları eğer randevu alır da vize başvurusu yapabilme şansına eriştiğinizde, vize ücreti ödemenin bir türlü eş etkili vergi olup olmadığını da sorgulamak gerekmez mi? Bu noktada iki tür Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşının konumuna bakmak gerekir.
- İş insanları ve çalışanları. Malların serbest dolaştığı noktada malı üretenin ve üreticiyi temsil edenlerin vize yolu ile kısıtlanmaları ve vize için alınan ücretler, yukarıda bahsettiğimiz ikinci ve dördüncü yasaklamanın ihlali niteliğindedir.
- Malları taşıyan şoförler. Bu bağlamda yine aynı yasaklamaların ihlali ile karşı karşıya geliyoruz.
Özellikle Türkiye’nin tam üyelik ile ilgili olarak başlatılan müzakere başlıklarının önemli bir kısmının askıya alınmasının gerekçesi Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin gemi ve uçaklarına Türkiye liman ve hava meydanlarını kapatmasıydı. AB tarafının ana argümanı GKRY mallarının Türkiye’ye girişinde çıkartılan engellerdi. O sırada söylenen “mallar serbest dolaşıyor da, o mallar gemi ve uçak yoksa Türkiye’ye elini kolunu sallayarak mı gelecek?” şeklindeydi. Bu noktada da TIR şoförlerine getirilen vize engelinin (ya vizenin reddi ya da çok kısa süreli vize vermek) esas itibarı ile zamanında AB’nin Kıbrıs konusunda söylediklerini kendilerine hatırlatmakta yarar var.
Konuyu fazla dağıtmadan sadede gelirsek.
Vizelerin bütünüyle kalkması bugünden yarına başarılabilecek bir şey değil. Bu noktada gerçekçi olmak gerekiyor. Propaganda söylemi hoş olabilir ama kabul etmek gerekir ki içi boş bir söylem.
Yanlış hatırlamıyorsam Davutoğlu’nun 6 ay süren Başbakanlığı döneminde 2016 yılında yaptığı bir Brüksel ziyaretinde vize konusu ele alınmış, AB tarafı bazı meslek gurupları için tam serbesti olmasa da vize kolaylığının getirilebileceğini ön plana çıkartırken, Davutoğlu “ya hep ya hiç” yaklaşımı ile bu teklifi reddetmişti.
Peki bugün aynı teklifi biz AB’ye yapsak, diğer ifadesi ile “iş insanları, taşımacılık yapan şoförler, öğrenciler, akademisyenler, gazeteciler, sporcular, sanatkarlar, vs.” vize kolaylığı ve uzun süreli vize verilmesini talep etsek AB’nin cevabı sizce ne olur?
Türkiye’nin AB’nin güvenliği, enerji yollarının güvenliği ve tedarik zincirinin sürdürülebilirliği konularındaki stratejik önemi bu kadar artarken, vize meselesini müzakere etmek sizce önemsiz mi?
Tedarik zincirinin sürdürülebilirliği konusu ile vize sorununu bir sonraki yazımızda değerlendirmeye çalışacağız.
ABD Devlet Başkanı Trump alışılagelmiş dünya düzenini bütünüyle yıkmaya niyetli olduğunu açıklamaktan geri durmuyor. Son olarak 2027’den itibaren neredeyse NATO’nun sonunu getirmeye yönelik açıklamalar, daha 2026’ya girmeden 2027 senaryolarını konuşmamıza neden oluyor. ABD’nin 2027’den itibaren Avrupa’nın kendi sorumluluklarına sahip çıkması, gerekirse ABD’nin NATO savunma koordinasyon mekanizmalarına katılmayı durdurabileceği mesajları, artık ABD’nin Avrupa güvenliğini çok fazla gözetmeyeceği şeklinde algılandı. Bu Trump tarafından ortaya atılan bir şantaj mı? Yoksa gerçek niyet beyanı mı? Şu an için erken bir değerlendirme olabilir. Ancak yine geçtiğimiz hafta içinde açıklanan ABD’nin yeni Ulusal Güvenlik Strateji belgesi de yol ayırımının kesin olacağı algısını kuvvetlendirdi.
Bu algıya bağlı olarak Almanya şansölyesi Merz de “Pax Amiecana”nın sona erdiğini ve artık Avrupa’nın kendi başının çaresine bakması gerektiğini beyan etti.
Evet galiba 2-11 Şubat 1945 Yalta Konferansı’nın ardından ortaya çıkan paradigma tamamı ile sona eriyor. ABD ile SSCB arasında paylaşılan ve Soğuk Savaş olarak nitelendirdiğimiz dönem bütün artçı izleri ile birlikte ortadan kalkacak gibi duruyor. Yerine belki de iki büyük hasım ABD ile Rusya’nın AB ülkelerini yok sayarak üzerinde anlaştığı bir döneme mi tanıklık edeceğiz? sorusuna yol açıyor.
Trump ve idaresinin açıklamaları karşısında AB ülkeleri oldukça endişeli. ABD’nin içinde yer almayacağı NATO ayakta kalabilir mi? ABD’nin istihbarat dahil olmak üzere konvansiyonel desteğinin yerine hemen bir şey koymak ne kadar mümkün olabilir? Yapılan önceki hesaplara göre eğer Rusya ile karşı karşıya gelecekleri bir savaş ortamı için kendilerine biçtikleri süre 5 yıldı. Bu 5 yıl için 800 milyar Euro tutarında bir bütçe öngörülmüş, ayrıca AB dışındaki ülkelerin de katılmasına olanak sağlayan SAFE programı için 150 milyar Euro tutarında bir kaynağın tahsisi öngörülmüştü. 5 yıllık program 1 yıla sığdırılabilir mi? Neredeyse imkansız.
Bütün bu gelişmeler karşısında ister istemez (toprağı bol olsun) Altiero Spinelli’nin 1954 yılında son anda reddedilen Avrupa Savunma Topluluğu projesini hatırlıyoruz. Gençlik yıllarını Mussolini döneminde komünist olduğu gerekçesiyle hapishanede geçiren Spinelli, AB tarihine federalizmin en büyük savunucusu olarak geçecekti. 1952 yılında kurulan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun “uluslarüstü hukuk” kavramını doğuran kurumsal yapısından çok etkilenen Spinelli kurucu 6 ülke arasında vakit kaybetmeksizin bir Siyasi Birlik ve Savunma Topluluğu kurulması için projeler sunmuştu. Eğer son dakikada Fransa “bu projelerin kabulü Almanya’nın tekrar silahlanmasına yol açar!” gerekçesi ile veto kartını kullanmasaydı, bugünün tarihi farklı yazılabilirdi.
Peki ABD’nin güçlü desteğinden yoksun kalacağı açıkça anlaşılan AB yeniden NATO’ya alternatif bir savunma topluluğu arayışına dönebilir mi?
Peki ya biz?
Avrupa Parlamentosu’nun 2 giriş kapısından bir tanesi hikayesini kısaca anlatmaya çalıştığımız “Spinelli” adını taşır. İkincisi ise Spinelli projelerinin fazla idealist olmaları nedeniyle iflasının ardından günümüz AB’sinin ilk temel taşı niteliğindeki AET’nin mimarı Belçika eski başbakanı Spaak’ın adını taşır.
Bizim yılan hikayesine dönen AB ile ilişkilerimiz, esasen Avrupa Parlamentosu’na Spaak kapısından girememiş olmakla betimlenebilir.
Peki günümüz koşullarında Spinelli kapısı bize açık mı?
Son günlerdeki hareket tarzına bakıldığında yukarıda kaygılarına kısaca yer verdiğimiz Merz Türkiye’yi yanlarında görme arzusunu açıkça beyan ediyor. Eksikliğini fazlasıyla hissedecekleri konvansiyonel güç ve hızla gelişmekte olan Türk savaş sanayii Avrupa’nın yeni güvenlik mimarisinde büyük önem taşıyor. Bugünlerde gerçekleştirilecek AB hükümet ve devlet başkanları zirvesinde Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum kesiminin bütün itirazlarına karşı Türkiye için olumlu bir paragrafa yer verilmesi için Almanya Büyükelçisi’nin COREPER’de (Daimi temsilciler toplantısı) ciddi bir kavga verdiği sızan bilgiler arasında.
Diğer taraftan yine aynı iki ülkenin Türkiye’nin SAFE programına katılımını veto ettiklerini de biliyoruz. Hoş Türkiye’ye çok sıcak bakmayan Fransa’nın varlığı da ortada. Diyelim ki bütün engeller Almanya’nın üstün gayretleri ile giderildi ve Spinelli kapısı bize açıldı.
Peki Spaak kapısı hala kapalıyken Spinelli kapısından girmek isteyecek miyiz?
Sahi biz ABD tarafında mıyız? Eğer olacaksa yerimizi ABD/Rusya/İsrail ekseninde mi alacağız? Hani barış süreci için Demirtaş’ı yok varsayıp Öcalan’a bunca bel bağlamanın yukarıda anlatmaya çalıştığımız senaryolarla bir ilişkisi var mı?
2026’da akla takılan deli soruları sormaya devam edeceğimizden hiç kuşkum yok.
Türkiye’nin o sıradaki ismiyle Avrupa Topluluklarına (AT) tam üyelik başvurusu yaptığı 1987 yılında Avrupa Komisyonu Başkanı Jacques Delors ‘du. Açık konuşmak gerekirse biz Türkler onu hiç sevmedik. Delors Türkiye’ye AT yollarını kapatmak üzere Avrupa kimliğini tanımlayacak “judeo chretienne, greco latin”, yani Yahudilikle Hristiyanlığın, antik Yunanla Latin dünyasının kesiştiği noktadır deyip kestirip atacaktı. Delors’un yaptığı bu tanımın izlerini bugün hala kırabilmiş değiliz.
Ancak Delors görev yaptığı 1985-1995 yılları arasında Avrupa entegrasyonu için çok önemli adımlar atmış bir Komisyon Başkanı olarak da karşımıza çıkıyor. AET kurucu antlaşması yürürlüğe girdiği an itibarı ile (1 Ocak 1958) virgülüne bile dokunulamayan bir nitelik göstermekteydi. Antlaşma’nın yapısına yönelik farklı yorumlar kurucu devletler arasında önemli siyasi çekişmelere yol açıyor, virgülüne dokunursak kurulan düzen tamamı ile elden gider endişesi, özellikle federal düşünceyi savunanlarda korunma mekanizmasını ortaya çıkartıyordu.
Öte yandan Antlaşma’nın güncellenmesi, gelişen ihtiyaçlar kapsamında bir zaruret olarak da ortaya çıkmıştı. Özellikle artık tamamlandığı varsayılan “Ortak Pazar” üye devletler arasında çeşitli yollarla yapılan korumacılığı gidermekte yeterli olmuyordu.
Bu bağlamda Delors, Başkanlığa gelir gelmez, Ortak Pazar’dan Tek Pazar’a geçiş mesajını verecek, yanına iş dünyası desteğini de çekebilmek için İtalyan ekonomist Cecchini’ye bir rapor hazırlatarak, “Tek Pazar” olamamanın maliyetini ortaya koyacaktı. Buna göre “teknik”, “fiziki” ve “mali” engellerin yıllık maliyeti 7 milyar dolardan fazlaydı ve dolayısı ile bu yük AET kurucu antlaşmasının ruhu ile bağdaşmamaktaydı.
Bütün bu tartışmaların sonucunda 1987 yılında “Avrupa Tek Senedi” ortaya çıkacak ve kurucu antlaşmada ilk kez değişiklik yapılacaktı. (Bu noktada hala “Tek” kelimesine karşı olduğumu belirtmek isterim. Frasızca “unique” kelimesinin karşılığı “kendine özgü” ya da “münhasır” olarak çevirilebilirdi) Yine hemen belirtmekte yarar var fiziki ve teknik engeller konusunda değişiklikler getirilebilirken, her üye devlet kendi doğasına göre kendi vergi yapısına dokundurtmaya yanaşmayacak dolayısı ile mali engeller konusunda adım atılamayacaktı.
Geçmişe yönelik bu kısa değerlendirmenin ardından yavaş yavaş günümüze gelelim.
Birkaç yıl önce yaşadığımız “Covid” salgını sırasında ekonomi operatörlerinin en fazla yakındıkları konu, üretimdeki tedarik zincirinin kırılması oldu. Hammadde, işlenmiş ara malları ve nihai mamulün sevkiyatı olarak özetleyebileceğimiz mal hareketliliğinin sürekliliği temin edilemediği oranda üretim ekonomisi büyük bir krize girer. Bu noktada hemen belirtilmesinde yarar gördüğümüz husus tedarik zincirinin en önemli aktörleri karayolu taşımacılığı yapan “TIR”lar ve TIR süren şoförleridir.
Doğal olarak taşımacılık sadece karayolu ile yapılmaz. Buna hava yollarını, demir yollarını ve deniz taşımacılığını da eklemek gerekir. Ancak hava yollarının pahalılığı, demir ve deniz yollarının süre açısından hantallığı (özellikle savaş nedeni ile deniz yollarının giderek daha riskli hale gelmesi), en cazip taşımacılık için karayollarını ön plana çıkartmaktadır. Pandemi sırasında hem AB içinde, hem de AB dışındaki üçüncü ülkelerde sağlık gerekçesi ile uygulanan sınır kontrolleri mal trafiğinde, diğer ifadesi ile tedarik zincirinin işleyişinde önemli tıkanıklara yol açacaktı.
Peki bugünün koşullarında pandemi bitti, artık sorun kalmadı diyebilir miyiz?
Bu noktada yukarıda kısaca anlatmaya çalıştığımız Delors’un “fiziki engellerine” ve daha önceki bir yazımızda belirttiğimiz gümrük birliğinin yasaklarına geri dönmekte yarar var. Tek Senet çerçevesinde hayata geçirilen “fiziki engellerin” kaldırılması olgusu, 31 Ocak 1995 itibarı ile gerçekleştirilen Türkiye-AT gümrük birliğinin son dönemine girilmesi ile birlikte sadece AB ülkeleri için değil, Türkiye-AB arasındaki mal trafiği için de geçerlidir. Her ne kadar Türk taşımacıları AB’nin ilk sınırından geçerken sınır kontrolleri ile karşı karşıya geliyor, aynı uygulama Türkiye sınırlarından geçen Avrupalı taşımacılara uygulanıyor olsa da ortaya çıkan vakit kaybı maliyetlerini, TIR’ın üstünde taşınan malın fiyatını artırdığı oranda bir rekabet dezavantajı olarak da değerlendirmek gerekir. Bu çerçevede gümrük birliği olgusunun getirdiği bir yasaklama olan “eş etkili vergi” ve “miktar kısıtlaması ile eş etkili önlem” olarak değerlendirebiliriz.
Aynı doğrultuda “TIR”ı süren şoförün karşı karşıya geldiği sorunlara da bakmak gerekir. Türk TIR şoförü her mal sevkiyatında Scengen sınırları içinde geçerli ve süresi dolmamış bir vizeye sahip olmak mecburiyetindeyken, AB’den Türkiye’ye mal taşıyan Avrupalı sürücüler için böyle bir zorunluluk bulunmamaktadır.
Bu durumun yarattığı bir haksız rekabetin ortaya çıktığının da altını çizmek gerekir. Türk sürücü son yıllarda her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının şikayeti olan uzun vize kuyruklarında beklemekte, sonunda vize alsa bile hala “cascade” (kademeli olarak vize süresinin artırılması) sistemine dahil edilmediği için çoğunlukla kısa süreli vizelerle yetinmek zorunda kalmaktadır. Ayrıca her vize için ödenen paraları da dikkate almak gerekir.
Bu bağlamda şoför vizelerini hemen yukarıda bahsettiğimiz eş etkili vergi ve eş etkili önlem kapsamında değerlendirebiliriz. Her vize için ödenen paralar özü itibarı ile taşınan malın değerine yansıyacağı oranda bir eş etkili vergi, vize reddi ya da çok kısa süreli vizeler taşımacılığı engellediği oranda bir eş etkili önlemdir.
Bu saptamaları yaptıktan sonra günümüz gerçeklerine dönersek.
Öncelikle Türkiye-AB ilişkilerine kısaca göz atalım. Bugün itibarı ile Türkiye’nin toplam ihracatının yaklaşık yüzde 45’i AB ülkelerine yapılmaktadır. Ancak bu yüzde 45’in yaklaşık yarısı Türkiye’de üretim yapan AB’li yatırımcının Türkiye’den yaptığı ihracat niteliğindedir. Diğer ifadesi ile AB’nin şoförlere yaptığı engelleme sadece Türkiye’nin çıkarlarına değil, AB’nin de çıkarlarına aykırı bir uygulamadır.
Tedarik zincirini daha geniş bir perspektifte ele alırsak. Diğer ifadesi ile işin içine Çin’de dahil olmak üzere bütün Uzakdoğu’yu katarak değerlendirme yoluna gidersek. Bu noktada iki tür şoför kimliğine dikkat çekmemiz gerekiyor. Bunlardan birinci kategoriye AB menşeli olanları koyalım. Giderek yaşlanan AB ülkelerinin taşımacılık yapacak şoför bulma sıkıntısı ortada. Bulsalar dahi Türkiye sınırından geçtikten sonra daha Doğu’daki sınırlarda karşılaştıkları ve karşılaşacakları sorunlar, Avrupalı şoförlerde Uzakdoğu taşımacılığı yapmak konusunda caydırıcı etki yaratıyor.
Türkiye şoförleri ile ilgili olarak da nüfusumuzun da giderek yaşlandığının altını çizmek gerekiyor. Öte yandan özellikle gençler arasında “vize sorunu” bu mesleğe yönelmeyi engelliyor. Uzakdoğu taşımacılığı ise Türk TIR’ları için AB menşeli TIR’lara oranla hem alışkanlıklar, hem de özellikle Türk kökenli cumhuriyet adet ve uygulamaları bilindiği için o kadar sorun değil. Özellikle Zegnazur koridoru açıldığında Türk taşımacıları için daha da cazip hale gelmesi bekleniyor. Doğal olarak bir diğer varsayımda Ermenistan ile kapalı olan sınırların açılması Uzakdoğu’ya gidişlerde önemli bir fırsat olacak.
Sonuçta AB sürücülerinin yapısı, Türk sürücülerine uygulanan vizeler tedarik zincirini aksattığı oranda ne AB’nin ne de Türkiye’nin yararına. Dileğimiz karşılıklı ortak çıkarlar için bu sorunların bir an önce giderilmesi.
Son söz Gümrük Birliği’nin güncellenmesi ile ilgili olacak. Gümrük Birliği güncellenirse pratikte ortaya çıkan bu sorunların üstesinden gelinebileceği öne sürülebilir. Peki ne zaman? Hatırlayalım Avrupa Komisyonu’nun müzakere yetkisi alabilmek için AB çıkarlarını ön plana çıkartarak Dünya Bankası’na hazırlattığı rapordan bu yana yaklaşık 12 sene geçti. Siyasi gerekçelerle engellenen Gümrük Birliği’nin güncellenmesi, güncelleme yapılmadığı için ortaya çıkan zararların önüne geçemiyor.
Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures Aller à la page Précédente1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9
Page 9 sur 9
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum