Les commentaires sont sous la responsabilité de ceux qui les ont postés dans le forum. Tout propos diffamatoires et injurieux ne sera toléré dans ces forums.
Forums d'A TA TURQUIE :: Voir le sujet - Can Baydarol'dan mektuplar...
Forums d'A TA TURQUIE Pour un échange interculturel
Trump Putin ikili Alaska zirvesinin hemen ardından bazı Avrupalı liderler, NATO Genel Sekreteri ve Zelensky Beyaz Saray’da bir araya gelerek izlenecek yol haritasını görüştüler ve 15 gün içinde Trump, Putin ve Zelensky’nin katılacağı bir barış görüşmesinin yapılması ihtimalini ön plana çıkarttılar. Çizilen senaryoya Putin’in de olumlu yaklaştığı (Trump Putin telefon görüşmesine bağlı olarak) anlaşıldığı oranda yaklaşık 3.5 yıldır bütün acımasızlığı ile süren savaşın bitme ihtimali doğmuş gözüküyor.
Ancak bu noktada Zelensky dayatılan koşulları ne kadar kabul edebilir? Önümüzdeki 15 günlük süre içinde bunu izleyip anlamaya çalışacağız.
Peki, mevcut senaryonun uygulanması halinde kim ne kazanacak ya da kazandı?
Ukrayna açısından NATO üyeliği hayal oldu. Putin’in şiddetle karşı çıktığı Ukrayna’nın NATO’ya tüm üyeliği Trump tarafından da teyit edildi. Buna karşılık Batı dünyası adı konmamış NATO’nun meşhur 5inci maddesini (birimize yapılan saldırı hepimize yapılmış sayılır, topyekun cevap verilir) andıran şekilde Ukrayna’nın güvenlik garantisini oluşturacak. Putin’in bu garantiye itirazı gözükmüyor. Konu bazı Batı ülkelerinin Ukrayna topraklarına asker konuşlandırması gibi sınırlı bir algıyla geçiştirildi.
Ukrayna’nın kayıpları Rusya’nın kar hanesine yazılıyor. Rusya Batı sınırlarını genişletecek, buna karşılık Kiev’in çevresindeki topraklarda işgalini kaldıracak. Batı sınırlarının nereye kadar genişleyeceğini eğer yapılırsa üçlü zirvenin ardından anlayacağız, ancak şimdiden Kırım’ın ilhakı konusunda tam bir mutabakat Rusya’nın lehine kayda geçti.
ABD’nin kazançlarını ekonomik ve stratejik olarak iki ana başlıkta toplamak mümkün.
Ekonomik olarak bakıldığında öncelikle içinde bulunduğumuz yılın Şubat ayında Trump’ın Zelensky’yi aşağıladığı fotoğraf karelerini gözümüzün önüne getirelim. Hemen ardından özür dileyen Zelensky ve ardından ABD’nin Ukrayna topraklarında bulunan nadir toprak elementlerini ele geçirmesi. Özellikle Çin’e karşı rekabette bir açılımın elde edilmesi.
İkinci olarak, Rusya’ya uygulanan ambargolar sayesinde ABD kaya gazının fahiş fiyatlarla AB ülkelerine ihraç edilmesinin getirdiği kazancı da bu başlığın altına yazmak gerekiyor. AB ülkelerindeki ekonomik daralmanın ve aşırı sağın giderek zemin kazanmasının başlıca nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor.
Üçüncü olarak da özellikle Doğu Avrupa ülkelerine yapılan çok büyük meblağlardaki savaş sanayii satışlarını da yazmak gerekiyor. Barış geliyor havası esince ABD silah üreticilerinin borsa değerlerinin düşmesi şaşırtıcı değil.
Stratejik plana geçince.
ABD’nin Çin ve Hindistan’a karşı Rusya’yı yanına alma arzusu yeni bir şey değil. Son gelişmelerden anlaşıldığı kadarı ile bu noktada da bir mutabakat sağlanmış gibi. Özellikle Çin’in “Kuşak Yol” açılımına Zengezur koridoru ile karşılık verilmesi ve ABD’nin gerekirse yeni sıcak çatışma yönünü Çin’e yöneltmesi Rusya’yı yanına çekmesi ile daha mümkün hale geliyor.
Peki kaybedenler kimler?
Başa herhalde Zelensky’yi yazmak gerekiyor. Milyonlarca Ukraynalının yaşamını yitirdiği, evlerini terk etmek zorunda kaldığı bir süreçte, topraklarının kullanım hakkını ABD’ye devretmesi, Rusya’ya karşı toprak kaybının tescillenmesi sanki Zelensky’nin siyasi ömrünün de sonlanmasına yol açacak.
Peki AB ülkeleri? Onlar da kaybedenler kategorisinde yer alıyorlar. Dış politika ve güvenlik politikasında bir türlü “Birlik” olmayı beceremeyen AB, kapılarında ilk kez savaş tehdidini bu kadar yakından yaşadı. NATO şemsiyesi altında korunuyoruz algısı büyük oranda çöktü. AB ülkelerinin ABD önderliğindeki NATO’ya olan güvenleri büyük ölçüde sarsıldı. ABD’nin dayattığı yol haritasına göre, eğer NATO’da devam etmek istiyorlarsa güvenlik harcamalarını çok önemli oranda artırmaları gerekecek. Mevcut ekonomik koşullarda yapılabilir mi? Ucu açık bir soru. Kendi güvenliklerini kendilerinin sağlaması AB’yi gerçek anlamda bir “Birlik” haline getirebilir ancak yapılabilirliği bugünün koşullarında pek olası değil.
Bir diğer kaybeden, çoktandır pek bir şey ifade etmediği genel kabul gören uluslararası hukuk. Güçlünün her istediğini dengeleyici hukuk mekanizması olmaksızın dikte ettiği yeni dünya koşulları. Bu bağlamda Ukrayna’dan yola çıkıp, Gazze’ye kadar kaybedenleri listeleyebilirsiniz.
Gelelim bize.
Bu yazının ilk giriş cümlesinde Beyaz Saray’da yapılan toplantının katılımcılarına kısaca yer vermiştik. Hatırlayalım: İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya ve Finlandiya devlet başkanlarının yanı sıra NATO Genel Sekreteri. Peki biz neredeyiz?
Öyle ya Karadeniz’de Ukrayna ve Rusya ile en büyük sınırdaş ülkeyiz. NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahibiz. Montreux Boğazlar sözleşmesi uyarınca gerek Rusya’nın gerekse Ukrayna’nın gemilerinin geçişleri bizim kontrolümüzde. Savaşın kritik anlarında bütün dünyanın sorunu haline gelen tahıl meselesine çözüm getiren ülkeyiz. Nihayet barış için yaptığımız girişimlerle Rusya ve Ukrayna heyetlerini bir araya getiren ülkeyiz.
Hani üçlü zirve için Türkiye işaret edilirse, Beyaz Saray’daki bu yok sayılma bir nebze de olsa kabul edilebilir. Ancak bu gidişat bir başka soruyu da sormamızı gerektiriyor. Eğer Ukrayna’nın güvenliği için Türkiye’den de asker istenirse cevabımız ne olacak? Seve seve ön planda mı olacağız? Yoksa sadece asker meselesi gündeme gelince sırtı sıvazlanan ülke olmayı kabul mü edeceğiz?
Ayrıca doğal olarak Ukrayna’da asker konuşlandırmanın Türkiye Rusya ilişkileri üstündeki maliyetini de düşünmemiz gerekmez mi? Sonuçta bu tutum Rusya’ya karşı hasmane bir girişim olarak algılanmaz mı? Kısacası savaş süresince her iki tarafa karşı uyguladığımız dengeli dış politika ortadan kalkmaz mı?
Senaryo üstünde çalışmamız gereken çok fazla ayrıntı var. Umarım her şey ülkemiz adına daha iyi günleri beraberinde getirir.
Avrupa Birliği cephesinden gelen uyarı sesleri ile haftayı tamamladık. Önce eski İtalya başbakanı, ardından AVRUPA Merkez Bankası başkanı Mario Draghi’nin “Avrupa aşağılanma çağına mı giriyor?” sorusunu ortaya atması, ardından Almanya Şansölyesi Merz’in “sosyal refah devletine elveda” mealindeki açıklamaları 1950’lerden bu yana süre giden “Avrupa yapılaşma sürecinin (construction) sonuna mı geliyoruz?” sorusunun ortaya çıkmasına yol açtı.
Önce “yapılaşma” kavramına kısaca göz atalım.
1952 yılında Avrupa Kömür Çelik Topluluğu (AKÇT) kurulduğunda Avrupa’da esen federalist rüzgarlardan esinlenen önemli bir siyasetçi, Altiero Spinelli, bu oluşumdan yola çıkarak derhal bir siyasi birlik ve savunma topluluğu kurulması için yola çıkacaktı. (Eğer yolunuz Brüksel’de Avrupa Parlamentosu’na düşerse, giriş kapılarından bir tanesi sizi Spinelli kapısı olarak karşılayacaktır.) Bu çerçevede iki antlaşma hazırlanıyor, kurucu üye devletlerin (Almanya, Fransa, İtalya, Belçika, Hollanda, Lüksemburg) onayına sunuluyordu. Bu ülkelerden 5’i onaylarını verirken, “eğer bu antlaşmaları onaylarsak silahsızlaştırmak için bunca uğraş verdiğimiz Almanya’yı yeniden silahlandırırız” gerekçesi ile Fransa tarafından reddediliyordu. Projenin reddi “daha gerçekçi” bir yol arayışını beraberinde getirecekti. Eski NATO Genel Sekreteri olarak da hatırladığımız Belçikalı Paul Henri Spaak (Avrupa Parlamentosu giriş kapılarından diğeri Spaak kapısıdır) fikri terk etmiyor ancak üst yapı, alt yapı ayırımını tartışmaya açıyordu. Spaak’a göre siyasi birlik ve savunma topluluğu temeli ve zemin katı olmayan bir binanın çatısıydı. Binanın yıkılmaması ve sağlam şekilde inşa edilebilmesi için önce temeli doğru atmak, zemini sağlamlaştırmak ve ardından nihai hedefe doğru ilerlemek gerekiyordu. Dolayısı ile temel ekonomik bütünleşme üstüne inşa edilmeliydi.
Yıllarca Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) olarak bildiğimiz, ardından Avrupa Topluluklarına (AT) ve nihayet Avrupa Birliği’ne (AB) dönüşen gelişme çizgisi bu ana felsefe üstüne inşa etme çabalarının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyordu. İnşaat süreklilik gösteren bir çalışmaydı ve nihai hedefe ulaşana kadar hiçbir zaman bitmeyecekti. Bu doğrultuda örneğin ismi AB’yi kuran antlaşma olarak kayıtlara geçen 1993 Maastricht Antlaşması bile esas itibarı ile Avrupa Birliği’ni kurmuyor, Birliğin nasıl kurulacağını tarif ediyordu.
Peki geldiğimiz aşamada Birlik kurulabildi mi?
Draghi’nin sözlerine geri dönüp, hatırlarsak. “Güçlü ekonominin bizi siyasi olarak da güçlü olacağımız bir evreye taşıyacağını sanmıştık. Ancak gelinen aşamada böyle olmadığını görüyoruz!” mealindeki yaklaşımı, ardından Merz’in Alman ekonomisinin çöküş sinyalleri veren açıklamaları başlangıçtaki büyük Avrupa inşası projesinin bir yerlerinde hata olduğunu bize göstermiyor mu?
İster 6 kurucu devletten sonra giderek önce 28, İngiltere’nin ayrılmasından sonra 27 devleti barındırmaya cevaz vermeyen hukuk sisteminden kaynaklanan sorunları ön plana çıkartalım, isterse 1989 Berlin Duvarı’nın çökmesinden bu yana yaşanan paradigma değişikliklerine uyum sağlayamayan, kısaca AB liderlik erozyonuna bağlı sorunları günah keçisi yapalım. Sonuçta günümüz koşulları ile güncel sorunlara tatminkar bir yanıt veremeyen AB gerçeği ile karşı karşıyayız.
Yeni üye olacak 1993 Kopenhag siyasi kriterlerinin ortaya koyduğu “demokrasi, hukukun üstünlüğüne saygının, insan haklarının ve azınlık haklarının müesses hale getirilmesi” kavramları, bırakın bizi, AB ülkeleri için de hala geçerli mi? Yoksa içinde yaşadığımız reel politika gerçekleri karşısında bütün bu kavramlar erozyona mı uğruyor?
AB olamamanın bugünkü gerçek nedeni büyük oranda AB antlaşmasının öngördüğü “ortak dış politika ve güvenlik politikasının” tatminkar seviyede oluşmaması olarak sıfatlandırılabilir. Peki içinde yaşadığımız coğrafi koşullarda Türkiye’yi bu kadar dışlayarak, hatta yok sayarak bir dış politika ve güvenlik politikası AB için gerçekçi bir hedef miydi?
Tartışmaya fazlası ile açık…
Peki bizim açımızdan bir zamanlar AB’yi AB yapan değerleri hiçe sayıp, AB üyeliğinin peşinde koşmak mümkün müydü?
Bir diğer ucu açık soru…
Eğer coğrafya kaderse, bu sorulara birlikte cevap bulmak zorunluluğu ortada.
Bu yazıyı yazarken attığım başlık bile ne kadar “eskidiğimi”, okuyacak olan gençlerin bu kocamış adamın kelamını okumaktansa daha yenilikçi düşünceleri tercih edecekleri endişesini aklıma getirmedi değil. Ben ne ekonomistim ne de tarihçi. Ancak bugünün sorunlarını anlamak için biraz geçmişe dönük bazı çıkarımları yapmanın önemine inanan kendi çapında bir yazar olarak aşağıdaki satırları kaleme almanın önemine inanıyorum.
Benim kuşağım sürekli krizler yaşayan bir kuşak. Darbelerle büyüdük, ekonomik krizlerle bir arada yaşadık, olanı biteni tevekkülle karşılayanlar, “bunlarda geçer yahu!” diyerek seyirci kalmayı tercih ettiler. Ancak sadece seyirci kalmak içinde yaşadığımız kısır döngünün ortadan kalkmasına ne yazık ki yetmedi ve yetmeyecek.
Bir vesileyle tanıştığım ve dostluğundan büyük keyif aldığım Prof. Dr. Ali Akarca ile muhabbetimiz sırasında krizlerden, özellikle içinde bulunduğumuz krizden nasıl çıkmak gerektiği, eksik olanın özellikle muhalefet cephesinde ne olduğu konusunda bazı düşünceleri arka arkaya yazmanın önemli olduğu sonucuna vardım.
Çok eskiye gitmeden “2000 krizi ile günümüz krizinin farkı ne?” sorusunu sormak önemli. Hatırlayalım, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, , dönemin Başbakanı merhum Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlattığı bahanesiyle başlayan finansal kaynaklı ekonomik kriz büyük bir yıkıma yol açmıştı. Yine aynı dönemde yaşadığımız 1999 Ağustos depremi sosyal afetle doğal afeti bir araya getirmiş, krizin daha da büyümesinin nedenlerinden biri olmasını beraberinde getirmişti.
Çıkış yolu hiçbir siyasi iktidar tarafından arzulanmasa bile IMF kaynaklarına baş vurmak (o sırada krizde bulunan Arjantin için IMF red cevabı verirken, bize kaynaklarını açmış, neden Türkiye sorusu sorulduğunda, Türkiye’nin dostlarının baskısıyla bu kararın verildiği sonucuna varılmıştı), uluslararası güvenirliği kabul edilen bir Türk’ün Türk ekonomisinin başına getirilmesi şeklindeydi. Kemal Derviş 2000’li yılların başında üçlü koalisyonun (DSP-ANAP-MHP) adeta dördüncü ortağı olarak devreye giriyor, bir yandan özellikle bankacılık sektöründe gecikmiş yapısal reformlar yapılırken, öte yandan Türkiye’nin önüne çoktandır unutulmuş AB tam üyelik hedefi yeniden konuluyordu.
Bu gelişmeler koalisyonun üçüncü ortağı MHP’nin canını ziyadesi ile sıkıyor, 4 Ağustos 2002 hukuk reformlarına evet diyen ya da en azından karşı çıkmayan MHP lideri Bahçeli 2 Kasım 2002 erken seçimlerin önünü açacak girişimlerde bulunuyordu. Türk siyasi hayatının radikal şekilde değişimine yol açan bu kararın perde arkası fazlası ile tartışmaya açık. Ancak sonuçta o dönem için iki partili bir sürecin başladığını (AKP/CHP), meşruiyet sorununun ön plana çıktığını unutmamak gerekiyor.
Peki bu süreç ekonomiyi nasıl etkileyecekti?
Örneğin yakından tanıdığım bir iş insanı, tam kriz öncesinde gelen talep üstüne 100 milyon ABD doları fiyat biçtiği fabrikasını, bankalara olan borcunu derhal kapatmak için 10 milyon ABD dolarına satmak zorunda kalmış, borcunu kapatabildiği için mutlu olmuştu. Bir diğer anlatımı ile süreç içinde Türkiye ucuzlamış, yabancı yatırımcılar için cazibe merkezi haline gelmişti.
Peki cazibe merkezi haline gelmek sadece ucuzlamakla anlatılabilir bir şey miydi? Biraz yukarıda bahsettiğimiz AB hedefi, 1993 Kopenhag kriterlerine, yani başta hukukun üstünlüğüne saygılı devlet olmak üzere, demokrasiye ve insan haklarına saygının kurumsallaştırılacağına olan güvenceyi beraberinde getiriyordu. Diğer ifadesiyle AB’ye katılma arzusu ön planda olduğu ölçüde, hangi hükümet olursa olsun güvenceler teminat altındaydı.
AKP’nin ilk yıllarında özellikle bu hedefin canlı tutulması, özelleştirmelerin de etkisiyle Türkiye’ye yoğun yabancı sermaye akışına neden oldu.
Peki ya sonra?
AB hedefi giderek ortadan kalktı, Kopenhag kriterlerinin yerini hala içeriğini anlamakta güçlük çektiğimiz Ankara kriterleri aldı, Türkiye siyasi ve ekonomik krize tekrar sürüklendi.
Peki Türkiye yabancı yatırımcının gelmesi için ucuzladı mı?
Görünüşe bakılırsa hayır. Sıcak parayı çekmek adına kur üstüne yapılan bunca baskı ucuzlamak bir yana pahalılaşmayı beraberinde getirdi.
Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek bir Kemal Derviş etkisi yaratabildi mi? Herhalde cevap çok açık. Maalesef hayır.
Peki Özgür Özel bütün koşturmasına ve siyasi rüzgarları (şimdilik olmak kaydı ile) arkasına almasına rağmen önümüze peşinden gidilesi gerçekçi yeni bir hikaye koyabildi mi?
Mukayese başlığını taşıyan son yazımda 2000’li yılların başında yaşadığımız ekonomik kriz ile bugün içinden geçtiğimiz ekonomik krizin koşullarını kıyaslamaya çalışmış ve koşulların aynı olmadığını vurgulamıştım.
Kısaca hatırlatmak gerekirse dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in merhum Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığını fırlatması bahanesi ile başlayan finans kaynaklı kriz, Dünya Bankası ikinci başkanı merhum Kemal Derviş’in o günkü koalisyonun (DSP-ANAP-MHP) adeta dördüncü ortağı olarak sisteme dahil edilmesi ile, çok gönüllü olmasa da yapılan reformlar sayesinde atlatılabilmişti.
Yapılan Derviş reformları özellikle bankacılık alanında bir devrim niteliği taşıyacak, kısaca yapısal reformlar olarak adlandırdığımız, ekonomi alanında özerkliği beraberinde getiren diğer tuğla taşlarıyla Türkiye’nin krizden çıkmasının önünü açacaktı. Ancak çıkış yolunu sadece Derviş reformları ile sabit tutmak da eksik bir anlatım olacaktır.
Türkiye 2 Kasım 2002 seçimlerine gittiği süreçte çok önemli bir hikayeye de sahipti: AB ile tam üyelik hikayesi. Bu hikaye esas itibarı ile AB yoluna giren Türkiye’de iktidara kim gelirse gelsin demokrasiye, hukukun üstünlüğüne saygılı bir devlet yapısından sapılmayacağının garantisi olarak görülüyordu. AKP iktidarının ilk yılları bu algı sayesinde bir başarı öyküsü olarak kayda geçecekti.
“Peki ya şimdi?” sorusuna geçmeden önce kısa bir uluslararası konjonktür tanımlamasını da yapmak elzem gözüküyor.
2000’lerin başına döner ve 3 Ekim 2004 Türkiye-AB müzakere çerçeve belgesine kısaca göz atarsak, AB’nin Türkiye’yi tam üye yapmaya çok da hevesli olmadığı, buna karşılık örneğin Avrupa Parlamentosu bünyesinde ağırlıklı bir çoğunluğun Türkiye’nin üyeliğini pozitif karşıladığı sonucuna varabiliriz. Müzakere çerçeve belgesi kısaca müzakerelerin ucunun açık olduğunu, Türkiye tam üye olamasa da mutlak surette AB limanına demir atması gerekliliğinden bahsediyordu. Biraz hayal kırıcı olmakla birlikte AB hedefi ortadaydı ve 3 Ekim 2004’de daha önce söz verildiği şekliyle müzakereler başlıyordu. (Aslında müzakerelerin esas başlama tarihini 4 Ekim olarak kayda geçmek gerekir. Esas karar 4 Ekim 2004 01:00’da çıkacak, o gün sözün tutulması için 25 saat yaşanacaktı.)
Ardından Sarkozy Fransa’sı ile Merkel Almanya’sının sürece olumsuz müdahalelerine tanıklık ettik. Her iki devlet başkanı da “biz burada olduğumuz sürece Türkiye tam üye olamaz!” iradesini beyan ettiler, hatta Fransa anayasa değişikliğine giderek bundan böyle AB tam üyeliği için referanduma gidileceğini ön plana çıkartacaktı. Bu gelişmeler bir yandan Türkiye’nin sürece olan inancının giderek erozyona uğramasına yol açıyor, öte yandan tam üyeliğe bağlı girişte bahsettiğimiz güvenceleri, yani “demokrasi ve hukukun üstünlüğü” garantilerinin de erozyonunu beraberinde getiriyordu. “1993 Kopenhag kriterleri yoksa, Ankara kriterleri var!” yaklaşımı ne yazık ki garanti erozyonunun önlenmesini beraberinde getiremeyecekti.
Süreçle ilgili anlatacak çok şey olmakla beraber, bugüne gelirsek.
2000’li yılların başındaki dünya koşulları ile bugünün dünya koşullarının aynı olmadığı ve mevcut görünümde Türkiye algısının da çok farklı olduğunun altını çizmemiz gerekiyor. AB cephesinde hala ”siyasi birlik” olabilme hedefi ve heyecanı varken, bugün o hedef giderek unutuluyor. Kopenhag siyasi kriterleri ya da AB değerleri büyük yaralar almış vaziyette. Türkiye uygulamada aday üyelikten, iyi komşuluk ilişkilerine indirgenmiş noktaya getirilmiş görüntüde. ABD ve İsrail’in hedefleri kaynaklı yeni dünya düzensizliğine karşı bir bütün olarak AB’nin herhangi bir cevabı yok.
Peki ya biz?
Bu düzensizlik içinde reel politik anlamında önemimizin arttığı bir gerçek. Rusya-Ukrayna savaşının kolay kolay bitmeyeceği bir gerçek. İsrail Hamas savaşının da öngörülebilir bir süreçte bitmeyeceği de anlaşılıyor. Her iki savaş ülkemiz açısından riskleri ve avantajları beraberinde getiriyor. Türkiye enerji geçiş yollarının güvenliği, tedarik zincirinin güvenliği ve nihayet Avrupa’nın askeri açıdan güvenliği için çok önemli hale geliyor. Peki bu önem yazının başlığını oluşturan sürdürülebilirlik olgusunu beraberinde getiriyor mu?
İç politikada yaşadığımız belirsizlikler dışımızda olup bitenin beraberinde getirdiği belirsizliklerle birlikte içinden çıkılması neredeyse imkansız sorunlar yumağını önümüze koyuyor.
Mevcut koşullarda ekonominin ve siyasetin sürdürülebilirliği, yeni bir hikaye yazılmadan bu kısır döngüden çıkılması ne kadar mümkün olabilir?
Hani eski bir deyiştir. “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete!” demek istememekle birlikte durumun pek iç açıcı olmadığı ortada.
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu (GK) vesilesiyle gözlerimiz ABD’deydi. Önce Genel Kurul’da verilen mesajlar, ardından Erdoğan – Trump Beyaz saray görüşmesi önümüzdeki günlerin Dünyaya ve Türkiye’ye neler getireceğini anlamaya çalışanlar için önemliydi. Ancak olan biteni daha doğru değerlendirmek için Genel Kurul’dan bir hafta öncesine geri dönmek gerekiyor.
Rusya, Ukrayna savaşındaki agresif tutumunu bir adım daha öteye taşıdı. Rus silahlı hava taşıtları (SİHA ve diğer) Romanya ve Polonya hava sahalarında gözüktü, Ruslara Hindistan’ın da kısmen eşlik ettiği rivayetleri var.
BMGK’da Trump çok değil birkaç ay önce bütün dünya kamuoyunun önünde aşağıladığı Zelensky’yi bu kez öve öve göklere çıkardı ve Ukrayna’nın Ruslara kaptırdığı toprakları geri alacağını beyan etti. Anlaşılabildiği kadarıyla Trump artık Putin’den hoşlanmıyor ve Çin’e doğru yönelişinde olası (hatta mevcut haliyle olmuş gözüken) Rusya-Hindistan-Çin ittifakından hoşnut değil. Bu ittifakın bozulması için bir taraftan Rusya’ya karşı Ukrayna’nın yanında cephe alırken öte yandan Hindistan’ı ittifaktan çıkartmanın peşinde. Bu doğrultuda Hindistan ile ticari müzakerelere başlama niyeti ABD yetkilileri tarafından geçtiğimiz hafta içinde beyan edildi. Niyet ortada da kolay mı? Pek kolay gözükmüyor.
Hatırlayalım, Rus doğalgazı ve petrolüne uygulanan ambargolar sonucunda, Ruslar enerji kaynaklarının ihracını Hindistan üzerinden Çin’e yönlendirmiş, ambargonun delinmesi bu doğalgazı ve petrolü işleyen Hindistan aracılığı ile gerçekleşmişti. Bunun üzerine ABD Hindistan ile olan ticaretine ek gümrük vergileri getirmişti. Mevcut koşullar değişmediği oranda Hindistan ABD tarafından kazanılabilir mi? Ticari müzakereler kolay geçer mi? Meçhul.
“Bu durumun bize yansıması nasıl olur?” sorusuna gelince. Erdoğan-Trump görüşmesinin ardından Trump’ın verdiği mesajlar arasında, Türkiye’nin Rusya’dan aldığı enerji kaynaklarını sınırlandırması ve bunun yerine ABD kaya gazını (LPG) ikamesi (önümüzdeki 20 yılda 43 milyar ABD doları tutarında) yer aldı. Bu durum Türkiye’ye ne kadarlık bir ek maliyet getirir?
Şu an için bilemiyoruz. Ancak Rusya’nın belini bükmek için Türkiye’nin tercihini Rusya Çin ekseninden Batı eksenine kaydırmasının arzu edildiği açıkça anlaşılıyor.
Hindistan ile iyi ilişkiler geliştirmeyi sadece ABD mi istiyor? Bu sorunun yanıtını yine BMGK öncesinde AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen verdi. “Olan bitene seyirci kalamayız, proaktif bir tutum alarak Hindistan ile serbest ticaret alanı (STA) müzakerelerine başlamalıyız” mealindeki sözleri, AB ülkelerinin Rus tehdidini ciddiye aldıklarının bir yansımasıydı. Rusya’nın gerçek niyetinin Ukrayna ile sınırlı kalmayacağı, giderek Almanya sınırlarına yöneleceği, çok değil 2029 yılında olası bir Rus-Alman savaşını beraberinde getirebileceği Almanya kaynaklı açıklamalarda yer almaya başladı. Doğal güvenlik endişeleri AB’yi refah toplumu oluşturmak önceliğinden hızla saptırıyor, güvenlik yatırımları sosyal refaha ayrılan payların erimesine ve AB içindeki siyasi dengelerin hızla bozulmasına da neden oluyor.
Peki AB içindeki bu arayışların bize etkisi ne?
Öncelikle olası bir AB-Hindistan STA’nın bize olabilecek ekonomik etkilerine bakalım. Hemen bu durumun maalesef bize negatif olarak yansıyacağının altını çizelim. AB ile olan gümrük birliği ilişkimizin doğasına bağlı olarak AB pazarına gümrüksüz girecek olan Hindistan malları AB pazarına girdikten sonra AB menşeini kazanacağından, Türkiye’ye de herhangi bir engelle karşılaşmaksızın girebilecektir. Öte yandan AB pazarı içinde de rekabet gücümüzün bu ürünlere karşı azalacağının altını çizmek gerekir. Bu durumu düzeltebilmenin tek çözümü eş zamanlı olarak Türkiye-Hindistan arasında da bir STA’nın yapılmasıdır. “AB’nin Hindistan ile yaptığı STA otomatik olarak Türkiye’yi de kapsayacaktır” düşüncesi maalesef bizim gümrük birliğinin doğası gereği yanlış bir çıkarımdır. Peki Pakistan-Hindistan çatışmasında bizim kayıtsız ve şartsız Pakistan’ı desteklediğimiz göz önüne alındığında, sizce mevcut koşullarda Hindistan Türkiye ile bir STA yapmaya yanaşır mı? Benim cevabım hayır. Sizinkini bilemem.
Gelelim Trump-Erdoğan görüşmesinin ardından yapılan bazı açıklamalara. Bu yazıyı kaleme alırken Erdoğan cephesinden fazla bir açıklama gelmediği oranda, Trump’ın mesajları ve görüşme öncesindeki olası konu başlıkları ile sınırlı bilgi ile değerlendirme yapmak zorundayız.
Trump görüşmeyi çok olumlu olarak değerlendirdi. Görüşme yaklaşık iki saat sürdüğüne göre bazı hassas konulara fazla girilmediğini, girildiyse bile pozitif gündem esası ile konuların ele alındığını öne sürmek herhalde hatalı olmayacaktır.
Bizim açımızdan önemli olan başlıklar F 35, F 16, Halkbank sorunu, kabaca CAATSA yaptırımlarından Türkiye’nin muaf tutulması, THY filosu için Boeing siparişleri, Türkiye’nin nadir metallerinin geleceği, öngörülen 100 milyar dolarlık ticaret hacmi içinde ülkemizin payının ne olacağıydı.
Trump bir gazetecinin sorusu üzerine sadece F35 programı ile ilgili olarak “Türkiye ön ödevlerini yerine getirirse F35’e geri dönebileceği” mealindeki açıklaması ile “ön ödev ya da ödevlerinin ne olacağı?” sorusunu da sormamızı beraberinde getiriyor.
Evet başlığımızda belirttiğimiz gibi Dünya’da bir köşe kapmaca oyunu bütün şiddetiyle oynanıyor ve biz de bu köşe kapmacanın önemli bir parçasıyız. NATO içindeki rolümüzün altının çizilmesi, Avrupa savunması için oynayacağımız kilit rolün sürekli vurgulanması, Suriye’nin geleceğinin belirsizliğini sürdürmesi, İsrail’in Gazze’yi ilhak etme adımlarına karşı çok sayıda ülkenin Filistin’i tanıması (hoş toprağı kalmayan ülke tanınsa ne olur, tanınmasa ne olur? diyenlerin de seslerine kulak vermek gerekir kanaatindeyim) çevremizdeki riskleri ve avantajları bir arada önümüze getiriyor.
Bütün bunlar olup biterken MHP Genel Başkanı sayın Bahçeli’nin “yönümüzü Rusya-Çin eksenine kaydıralım” mealindeki yaklaşımı da “köşe kapmaca oyunundan, kör ebe oyununa mı geçiyoruz” sorusunu da ister istemez sormamıza yol açıyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Beyaz Saray’da ABD Başkanı Trump ile buluşmasının hemen öncesinde ABD Türkiye Büyükelçisi ve Suriye özel temsilcisi Barrack’ın Erdoğan için “meşruiyet istiyor, biz de onu kırmayalım, verelim!” mealindeki sözleri, bu denemeyi kaleme almanın başlıca saikidir.
Öncelikle sormamız gereken soru “egemen kim?” sorusu. Yaklaşık 45 yıl önce Mümtaz Soysal’ın “anayasaya giriş” dersinden hatırladığım kadarı ile bütün tek tanrılı dinler için tek egemen Tanrı’dır. Sorun bu egemenliğin yer yüzünde kimin tarafından meşru şekilde temsil edileceği noktasında ortaya çıkmaktadır.
İslami gelenekte doğal olarak peygamber ve onu izleyen halifeler, Hıristiyan dünyasında papa yani Vatikan.
Egemenliğin meşruiyeti için çağlar boyunca yapılan kavgalar, savaşlar bu satırların yazarının teolojik ve tarihi bilgisini fazlasıyla aşmakta, bir denemeye sığdırılamayacak kadar geniş kapsamdadır.
Ancak Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Memlük devletine son vererek halifeliği üstlenmesinden, 3 Mart 1924 tarihinde bir kanunla kaldırılmasına kadar halifelik Osmanlı hanedanında kaldı. Bu son tarihten itibaren Türkiye Cumhuriyeti’nin seküler bir anlayışla egemenliğin gökten değil, halkın iradesine tabi olduğunu kabul etmek gerekir.
Hıristiyan dünyasında ise kavganın esas itibarı ile fazlasıyla çıkar amaçlı olduğuna yönelik izler mevcuttur. Yer yüzündeki egemenliğin tek temsilcisi olarak kendini öne süren Vatikan yönetimi, öteki dünyada vaat edilen cennetten yaptığı satışlar ve elindeki güçle benzeri olmayan bir zenginliğe kavuşmuş, buna karşı çıkan Martin Luther ve Jean Calvin neredeyse Yavuz Sultan Selim’in halifeliği ele geçirmesiyle eş zamanlı olarak 1529 yılında Protestanlığı kurmuşlardı. Fikirleri aslında basitti. Tabii ki Papa egemenliğin yer yüzündeki tek temsilcisidir. Ancak bu egemenliğin en etkin şekilde kullanılabilmesi için yerindelik ilkesini dikkate almak gerekir. Daha sonra ademi merkeziyetçilik olarak karşımıza çıkan, hukukçular tarafından “yetkinin ikamesi” olarak da adlandırılan bu yaklaşım, 1993 Maastricht antlaşmasına (AB’yi kuran antlaşma) da “subsidiarity ilkesi” olarak yansımış, ancak merkezi hükümetler yetkilerinin önemli bir kısmını Brüksel otoritesine devretmeye yanaşmamışlardır.
Doğal olarak bu Katolik ve Protestan olarak ikiye ayırdığımız bu mezheplerin yanına üçüncü büyük mezhep olarak Ortodoks mezhebini de eklemek ve özellikle “ekümenik”lik sorununu da bu bağlamda ele almak gerekir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi bu satırların yazarının ne teolojik ne de tarihi bilgileri bu değerlendirmeleri yapmak için yeterli değildir.
Bu yaklaşım doğal olarak Türkiye’de önemli tepkilere neden oldu. ABD Başkanı ile verdiği sıcak görüntüler meşruiyetin ABD’den mi kazanıldığı sorusunun çokça sorulmasının nedenini oluşturdu. Özellikle hala içeriğini bilemediğimiz al ver müzakerelerinde ABD’nin ne aldığı, karşılığında Türkiye’nin ne kazandığı halen meçhul ve uzun süre de meçhul kalacağa benziyor.
Bununla birlikte ister istemez bir dizi garip sorular da ortaya çıkıyor. Trump rejimi bundan böyle meşruiyetin kaynağı olarak bütün dünya için yeni bir dinin temsilcisi mi olacak? Yani Tanrı’nın yer yüzündeki yeni sureti Trump mı? Erdoğan’a verilen meşruiyet, yetkinin en etkin noktada kullanılması ilkesi doğrultusunda bir tür yeni halifelik mi? Yine ister istemez bir müddet önce Cumhurbaşkanımızın sayın eşi Emine hanımın bir soru üzerine ağzından kaçırdığı “E, halife olmak kolay değil tabii!” mealindeki sözleri sadece aile içi bir söylemin dışa yansıması ile sınırlı mı? Atatürk ve devrimlerine bu kadar mesafeli duran bir rejimin gerçek hedefi aslında ne?
Her ne kadar Barrack daha sonra çark ettiyse ve ”tabii ki meşruiyete Türk halkının iradesi karar verir!” mealinde sözler sarf etmiş olsa da ne yazık ki Lozan Antlaşması’nı yok saymaya çalıştığı andan itibaren kendisine olan güvenim sıfır noktasında.
İsrail Hamas savaşının ikinci yıl dönümünde kalıcı barış yolunda ateşkes sağlandı haberi ile uyandık. Gazze cephesinde sevinç gösterileri, çocukların neşeli görüntüleri, vs. Ancak birkaç saat sonrasında yine Gazze semalarından yükselen kara dumanlar ateşkesin hemen sağlanmadığının göstergesi niteliğindeydi. İsrail cephesinden yapılan açıklamaların ardından 21 maddelik Trump planının uygulanması için önce İsrail hükümetinin toplanarak plana olur vermesinin gerektiği anlaşıldı. Diğer ifadesi ile kabine içindeki aşırı sağcıların ikna edilmesi gerekiyordu. Bu durumda Netanyahu’yu bile ılımlı aşırı sağcı olarak değerlendireceğimiz mi gerekiyor diye sormadan geçemiyorum. Bu yazıyı kaleme aldığım 10 Ekim 2025 Cuma sabahı itibarı ile şimdilik sular durulmuş, ateşkes başlamış gözüküyor.
Şimdi en büyük soru işareti bu ateşkesin nihai aşamada kalıcı barışı sağlayacak şekilde sürdürülüp sürdürülemeyeceği noktasında düğümleniyor.
Filistin açısından bakıldığında tam bir yıkım söz konusu ve dikte ettirilen koşullar ikiye bölünmüş bir Filistin (Gazze ve Batı Şeria), başlarına atanacak görevi tam olarak tanımlanmamış olsa da adeta bir sömürge valisi (Tony Blair olacak gibi duruyor) ve tam bir teslimiyet. İsrail açısından bakıldığında başlanmış işin yarıda bırakılması, Gazze’nin tam olarak Filistinlilerden arındırılarak ilhak edilmemiş olması, Gazze kıyı şeridindeki deniz altındaki enerji kaynaklarına el konulmuş olmaması.
Bu veriler ışığında İsrail’in ABD ile birlikte kurguladığı senaryonun sonucunda geçici amacının Hamas’ın elinde hala canlı olarak tutulan 20 kadar rehineyi kurtarmak, ardından herhangi bir bahanenin ardına sığınarak tekrar savaşa geri dönmek niyetinin olduğu vurgulanıyor. Filistin cephesinde ise ateşkes koşullarının asla kabul edilemeyeceği, dolayısı ile biraz nefes aldıktan sonra yeniden İsrail hedeflerine yönelmek olduğu da ifade edilenler arasında. Çelişen hedefler doğal olarak karşılıklı güvensizliğin uzun yıllar süresince devam edeceğini ve kalıcı barışın asla sağlanamayacağı olgusunu beraberinde getiriyor.
Belki bu noktada hemen vurgulanması gereken temel konu, bu savaşı son iki yılla sınırlı görmemek, İsrail’in tanındığı 1948 Birleşmiş Milletler kararından bu yana süre giden bir çatışmanın son noktası olarak da değerlendirmek gerektiği. Bu son nokta itibarı ile “Hamas aslında İsrail’in sahnelediği oyunda önemli bir piyon rolüne mi soyunmuştu?” sorusunu da yıllarca soracağa benziyoruz.
Bütün bunlar olup biterken Trump’ın Nobel Barış ödülünü almak istmesi de ayrı bir öykü olarak karşımıza çıkıyor. Benim de katıldığım görüş, bu dünyada bu ödüle en son layık olacak kişi her halde ABD Devlet Başkanı Trump olsa gerek. Hani bir arkadaşımın ifade ettiği şekliyle “eğer ödül Trump’a verilirse Alfred Nobel’in kemikleri sızlar!” deyişi aslında durumu özetliyor. Ateşkesin sağlanmasında Hamas ile arabuluculuk görevini başarıyla yerine getirdiği için Cumhurbaşkanı Erdoğan’a teşekkürlerini sunan Trump, ister istemez başka kuşkuların da doğmasına neden oluyor.
Bugüne kadar Hamas’ı milli kurtuluş mücadelesi veren bir örgüt olarak değerlendirdiği ve örgüt liderlerine sahip çıktığı için başta ABD olmak üzere Batı dünyası tarafından eleştirilen Erdoğan’ın bu politikası artık eleştirilmekten çıkıp bir başarı öyküsü olarak mı değerlendirilecek?
Peki Erdoğan Filistin’in sömürgeleştirilmesi anlamına gelen bu ateşkes koşullarında uzlaşması için Hamas’a ne anlattı ve bundan sonra Hamas’la olan ilişkileri nasıl sürdürecek? Hani ateşkes kalıcı olur ve koşullar yerine getirilirse, silahları bıraktığı varsayılan Hamas mensuplarının gideceği adres ülkemiz mi olacak?
Şimdilik son bir vurgu da ABD Ankara Büyükelçisi ve Suriye temsilcisi Barrack’a. Ortadoğu’da çok hareketli saatler yaşanırken, Hatay’ı Suriye toprağı olarak gösteren bir haritanın önünde YPG temsilcileri ile birlikte bir fotoğraf karesi vermek en azından ciddi bir diplomatik nezaketsizlik. Kendisinin daha önceki Lozan Antlaşması ile ilgili beyanlarının yarattığı rahatsızlığa bu görüntü de eklenince bir “persona non grata” beyanı ABD’ye bu kadar bağlı olmasak herhalde çoktan yapılmış olurdu.
İtiraf etmeliyim, yaş ilerledikçe bazı melekeler geriliyor. Artık gözlerim elverdiği ölçüde okuyup, yazabiliyorum. Elime aldığım ve ancak üç günde bitirebildiğim son kitap, reklamı çokça yapılan Dan Brown’ın “Sırların Sırrı” oldu. Kitaptan uzunca bahsedip, okumaya niyetli olanların (ki okumaya değer) heveslerini kaçırmayacağım. Ancak güzel bir Prag turu yapmak isteyenlere tavsiye edeceğim ve en büyük sırrı da bu noktada kaçınılmaz olarak açıklayacağım. En büyük korku ölüm ve sonrasındaki bilinmezlik korkusu, eğer bu korkunun üstesinden gelinebilirse, o zaman dünyaya barış hakim olur.
Evet yazarın bu çıkarımı ve ölümün çokta korkulacak bir şey olmadığından yola çıkıp güncel korkularımıza geri dönersek.
Sizce Trump’ın kazara Nobel Barış ödülü almasından aklı başında kaç kişi korkmuştur. Pek ihtimal vermemekle birlikte, korkmasam da endişelenmedim değil. Düşünün Filistin soykırımının baş aktörü Netanyahu’yu zafer kazanan komutan mertebesine yükselten ve bu zaferi kendisinin tedarik ettiği yüksek teknolojili silahlara bağlayan, mevcut ateşkes koşullarına uyulmaması halinde Gazze’nin yeniden cehenneme döneceği tehdidi savuran ABD Başkanı’nın “Barış ödülü” alabileceğini.
Sizce bu ateşkesin sürdürülemeyeceği korkusu haksız bir korku mu?
Peki bu korkuyu bir yana bırakıp AB’nin korkularına geçersek.
AB Komisyonu en azından şimdilik Rusya’nın AB için bir tehdit oluşturmadığını, ancak bunun ilerideki dönemler için bir garanti olmadığını açıkça beyan ediyor. Komisyon sözcüleri 2030’a kadar hazırladıkları bir yol haritası ile Avrupa’nın güvenliğini nasıl sağlayacaklarını ifade ettiler. Şimdilik gelinen yıllık bütçe 392 milyar Euro. NATO ile birlikte hareket edecekleri söyleniyor olsa da, özellikle ABD’den ve NATO’nun geleceğinin belirsizliğinden duyulan endişe ifadelerin satır aralarında gizli.
Hatta bir adım daha ileri gittiğimizde AB’nin artık sadece ekonomik bir birlik olma iddiasından öteye giderek gerekirse NATO’nun da yerini alacak bir Savunma Topluluğu’na dönüşme niyetini de okumak olası. NATO’nun ünlü 5inci maddesinin bir kopyası olarak, bir AB ülkesine saldırılması hali bütün AB’ye saldırılmış olarak varsayılır ve topyekun karşılık verilir şeklinde ifade ediliyor. Bu çerçevede Avrupa savunmasının Ukrayna’dan başladığının altı da çizilmiş.
Diğer büyük soru bu yeni yaklaşımın üye devletlere nasıl yansıyacağı. Geçtiğimiz hafta içinde Fransa büyük bir hükümet krizi ile karşı karşıya geldi. Yapılan yorumlar hükümet krizi bir yana 5inci Cumhuriyet’in sonunu getirebilecek bir rejim krizinin kapıya gelip dayandığı noktasındaydı. Macron’un başbakan olarak atadığı Lecornu hükümeti Fransa tarihinin en hızlı istifa eden (18 saat) hükümeti oldu. Lecornu’den başka sığınacak limanı kalmayan Macron kendisini bir daha atadı. Aşırı sağın güvensizlik önergesine hayır diyen aşırı sol, aşırı solun güvensizlik önergesine hayır diyen aşırı sağ sayesinde hükümet şimdilik ayakta kaldı. Önümüzdeki hafta yapılacak bütçe görüşmelerinden sonra ne olur? bilemiyoruz. Ama yukarıda bahsettiğimiz Avrupa güvenlik harcamaları söz konusu olduğunda sosyal devlet olma iddiasının giderek ikinci planda kaldığı, mevcut sorunlara çözüm getiremediği ölçüde sol kanat zayıflarken, aşırı sağın daha da güç kazandığı bir siyasi ortam Avrupa’nın geneline hakim.
Biraz da bakışlarımızı Uzakdoğu’ya çevirelim. ABD ve AB’nin en büyük korkusu Rusya, Hindistan ve Çin ittifakı. Bu çerçevede Trump Hindistan Başbakanı Modi ile bir araya gelerek ilave gümrük vergilerinin karşılıklı olarak kaldırılması karşılığında, Hindistan’ın Rusya’dan aldığı ve büyük bir kısmını işleyerek Çin’e sattığı petrolün kademeli olarak sonlandırılacağını beyan etti. Bu beyana karşılık, Hindistan Dışişleri bakanlığı Trump’ı yalanlamakta gecikmedi. Rusya’nın en büyük gelir kaynağı olan petrolün nasıl şekil alacağı şimdilik meçhul. Rusya petrol gelirini almaya devam ettiği sürece da Rusya Ukrayna savaşının devam etmesi de kaçınılmaz.
Hindistan’dan söz etmişken, AB’nin de bu çerçevede devreye girmek niyetinde olduğu, AB Komisyonu başkanı von der Leyen’in geçtiğimiz hafta içinde yaptığı, “Hindistan konusunda artık proaktif olmalıyız!” mealindeki beyanından anlaşılıyor.
Peki ya bizim korkularımız?
ABD İsrail ekseninde mi kalmaya devam edeceğiz? Sayın Bahçeli’nin önerileri doğrultusunda Rusya Çin (nedense Hindistan faktörü yok sayılmış) ekseninde mi çıkış kapısı arayacağız? Son Brüksel mitinginden anlayabildiğimiz kadarı ile Sayın Özel’in AB yoluna tekrar dönme ifadelerinde mi geleceğimizi şekillendireceğiz?
Bilememe ve belirsizlik algılama korkularımda haksız mıyım?
KKTC seçimleri ülkemizde çok fazla ilgi görmedi. Hem iç hem de dış politikada çok daha fazla sıcak tartışma varken 51 yıllık çözümsüz süreçle ilgili kim gelirse gelsin mevcut çözümsüzlük statükosu nasıl olsa devam eder, Ankara’nın dediği olur düşüncesi hakim kanaatti. Ancak sonuçlar pek de Ankara’nın beklediği gibi olmadı. Mevcut düzenin devamının garantisi niteliğindeki KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, rakibi Tufan Erhürman karşısında hezimete uğradı. Resmi olmayan sonuçlara göre Erhürman kullanılan oyların yüzde 62,80’ini alırken, Tatar yüzde 35,77’de kaldı.
Bu sonuç esas itibarı ile Ankara’nın son yıllarda savunduğu Kıbrıs’ta iki bağımsız devlet görüşüne karşı federasyon esasına dayalı bir çözüme geri dönülmesi şeklinde yorumlanabilir. Diğer ifadesi ile görevi süresince iki bağımsız devlet yaklaşımı gereği her türlü müzakere sürecinden uzak duran Tatar’ın yerine tekrar Birleşmiş Milletler çerçevesinde müzakere sürecine katılmayı arzulayan Erhürman dönemi başlıyor.
Bu süreçle ilgili ilk tepki iktidarın önemli ortağı Devlet Bahçeli’den geldi. KKTC seçimlerine katılımın az olduğu (Yaklaşık yüzde 60), dolayısı ile Erhürman’ın meşruiyetinin tartışmaya açık olduğu, hazır KKTC meclis çoğunluğunun solculara geçmediğini fırsat bilerek, KKTC’nin Türkiye’ye katılma kararı alması gerektiğini belirtti. Diğer ifadesi ile Türkiye KKTC’yi ilhak etmesin, KKTC kendi rızası ile Türkiye’ye katılsın.
Bu yaklaşım bana meşhur Annan planı tartışmaları sırasında merhum KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ın Türkiye’de yürüttüğü propaganda sürecini hatırlattı. Denktaş ve Türkiye’deki destekçileri işi o raddeye tırmandırmışlardı ki; sonuçta Türkiye’nin KKTC’yi değil, KKTC’nin Türkiye’yi ilhak edeceği gibi bir hava doğmuştu.
Esasen Annan planı ile ilgili bir gecikmenin bugünün sorunlarının çözümsüzlüğünü beraberinde getirdiğini vurgulamak da gerekir. Plan her iki kesimde de gecikmeli olarak onaya sunulduğunda, her ne kadar KKTC tarafı (yanlış hatırlamıyorsam) yüzde 75 oranında planı kabul ederken, Rum tarafı Ada’nın bütününü temsil eder şekilde AB üyeliğine kabul edilmiş olduğundan, ciddi bir oy oranıyla plana hayır diyen taraf olmuştu. AB tam üyeliğini alan Rum kesiminin, esas itibarı ile Türkiye’nin tezleri bütün Türki Cumhuriyetler dahil hiçbir uluslararası toplum üyeleri tarafından kabul görmezken ciddiye alınarak masaya oturması söz konusu olmadı. AB üyeliğinin getirdiği maddi ve siyasi avantajlar hem KKTC’ye hem de ülkemizin bütününe karşı sürekli koz olarak kullanıldı.
Peki Erhürman’ın seçilmesi bu görüntüyü değiştirebilir mi?
Öncelikle Bahçeli’nin KKTC’yi ilhak etme, pardon KKTC’nin Türkiye’ye katılma kararı alma niyetine değinelim. Bu durum biraz olmayacak duaya amin demek gibi. Bu noktada zaten Türkiye’yi işgalci taraf olarak gören uluslararası toplum nezdinde tamamen yalnızlaşmak, izole olmak sonucu ile karşı karşıya gelmek riski göze alınabilir mi sorusunu sormak zorundayız.
Yukarıda Annan planı çerçevesindeki gecikmeye değinmişken, çok daha öncesine dayanan bir başka gecikmeye de değinmeden geçmeyelim. Çok haklı olduğumuz Temmuz 1974 Kıbrıs Barış harekatının hemen ardından, albaylar cuntasından kurtulan Yunanistan o günkü adı ile AET’ye tam üyelik başvurusunda bulunacak, Türkiye’yi bahane göstererek Yunanistan’ın başvurusunu kabul etmemek eğilimindeki AET yetkilileri Türkiye’yi de tam üyelik başvurusu yapmaya teşvik edeceklerdi. Ne yazık ki dış politika tarihinin en büyük hatası olarak addedebileceğimiz bu başvurunun yapılmaması, bugüne kadar uzanan sorunların başlangıç noktasını oluşturdu.
İster istemez Yunanistan’ın başvurusunu kabul eden AET, 1/97 sayılı Konsey kararı ile, Yunanistan’ın tam üyeliği, AET’nin Türkiye ile olan ilişkilerini etkilemeyecektir mealinde bir tutum belirlemiş olsa da, Yunanistan tam üye olur olmaz, Türkiye ile olan ikili sorunlarını o günün AET’si, bugünün AB’si ile ikili sorun haline dönüştürme becerisini göstermiştir. Kıbrıs’ın AB tam üyeliği de yine Yunanistan’ın becerileri ile ilgili olarak gerçekleşti.
Erhürman’ın seçimine geri dönersek.
Müzakere masasına BM çerçevesinde tekrar oturmak mevcut koşullar dahilinde çok şey değiştirebilir mi? Erhürman’ın ilk açıklaması, dış politikayı Türkiye ile koordinasyon içinde sürdüreceği şeklinde. Türkiye’nin mevcut yönetiminin Erhürman’a hiç de sıcak yaklaşmadığını saklamadı. Nasıl bir koordinasyon olabileceği konusunda endişeler açık. Müzakere masasına geri dönecek Erhürman’a karşı Rum kesiminin eli çok güçlü, dolayısı ile mutlaka Türkiye’yi arkasına almak zarureti de ortada.
Peki bütün bu gelişmeler yaşanırken, Kıbrıs mirasının bekçisi olmak sıfatı ile de nitelendirebileceğimiz (harekat meşhur Ayşe tatile gidiyor mesajı ile dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in kızı Ayşe’ye referansla CHP – MSP koalisyonu döneminde başlayacaktı), ana muhalefet partisi CHP’nin yaklaşımları ne doğrultuda olacak?
Sayın Özgür Özel’den bu hassas konuda bazı açıklamalar beklemek en azından kendisini destekleyenlerin hakkı düşüncesi ile bir sonraki yazıda konuyu kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge ve enerji konuları ile çeşitlendirerek ele alma çabasını göstereceğim.
Kod adı 82
Can Baydarol
KKTC kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ın 2005 yılında görevi bırakmasının ardından yapılan bütün Cumhurbaşkanlığı seçimlerini soldan ya da sağdan Ankara’nın desteklediği adaylar kazanmıştı. Bu bağlamda ilk kez Ankara’nın desteklemediği bir aday, Tufan Erhürman seçimin galibi olarak karşımıza çıktı. Seçimin sonuçları daha kesinleşmeden yazdığımız yazıda Erhürman her ne kadar Ankara’nın şu sıralardaki temel tezi olan iki farklı devlet yaklaşımından, federal bir çerçeve kapsamında BM nezdinde müzakerelere geri dönme niyetini beyan etse de, Ankara’dan bağımsız hareket edemeyeceğine değinmiştik. Esasen Erhürman seçim galibiyetinin kesinleşmesinin ardından yaptığı konuşmasında da dış politikasının Ankara ile koordinasyon içinde olacağını beyan ederek bu gerçekliğin altını çizdi.
Peki “Erhürman’ın Ankara’ya rağmen seçilmesinin arkasında yatan nedenler ne?” sorusuna verilebilecek çok sayıda cevap bulunabilir. Ada’da özellikle Ersin Tatar döneminde yoğunlaşarak artan ve kabaca her türlü ahlaksız gelişmeler olarak nitelendirebileceğimiz (kara para aklama, uyuşturucu baronlarının cirit atması, cinayetler, skandallar, vs.) olguların yanı sıra, Ankara’ya göbekten bağımlılığın yol açtığı ekonomik sorunlar, uygulanan ambargolar sonucunda yaklaşık yarım yüzyıldır izole olmanın beraberinde getirdiği ezberlenmiş çaresizlik art arda sıralanabilir. Oy farkının beklenenden çok daha fazla olması da Ankara’nın hatalı propaganda faaliyetleri ile de izah edilebilir.
Peki Sayın Devlet Bahçeli’nin çıkışlarına ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın temkinli yaklaşımlarına ne demeli?
Sayın Bahçeli seçimin hemen ardından yaptığı, Erhürman’ın meşruiyetini sorgulayan ve Türkiye Kıbrıs’ı ilhak etmeli çıkışını son gurup toplantısında da sürdürerek, KKTC’ye plaka numarası bile verdi: “82”.
Buna karşın Sayın Erdoğan en azından Erhürman’ı seçim başarısından ötürü kutlayarak birlikte çalışmaya kapıyı aralık bıraktı. Bu durumun Cumhur ittifakında bir çatlamaya yol açıp açmadığı herhalde uzunca bir süre zihinleri meşgul edecek.
Peki başlangıçta Türkiye’nin de tezi olan federal model bugünün koşullarında gerçekçi mi?
Son yazımızda da belirttiğimiz şekliyle 24 Nisan 2004’de Türk kesimi tarafından kabul edilen, ancak AB üyeliğini cebine koymuş Rum kesimi tarafından kabul edilmeyen Annan planının ardından federal bir çözümün son umutları da tarihin çöplükleri arasında yer alacaktı. Benzeri bir plana geri dönmenin koşulları bugün için var mı?
Rum kesimi AB üyeliğinin getirdiği avantajlarla masada güçlü taraf olma özelliğini koruduğu oranda herhangi bir tavize yanaşmayacaktır. Türkiye’ye bağımlı KKTC’nin BM çerçevesinde masada kalması bir çözümden ziyade sembolik bir görünümün ötesine büyük olasılıkla gitmeyecektir. Bu ön görünüme rağmen, Ortadoğu’nun yeniden şekillendiği bu dönemde özellikle ABD ve İngiltere nasıl bir tavır alacaklar, bilemiyoruz. Dolayısı ile parantezin ucu açık.
Peki Türkiye’nin tavrının ne olması beklenir?
Ülkemiz açısından Yunan megali idea’sının Kıbrıs’taki uzantısı niteliğindeki Enosis düşüncesi hiçbir zaman terk edilmedi. Her ne kadar 1974 Barış Hareketi ile fikrin öncüleri Yunanistan’daki Albaylar cuntası, Ada’daki temsilcisi Makarios ağır darbeler alarak yıkılmış olsalar da uluslararası toplumun desteğini arkalarında gördükleri oranda her an canlanmaya hazır görüntü veriyorlar. Özellikle bozulan silahlanma dengeleri, Türkiye’nin özellikle hava gücünü zayıflatma çabaları bu duygunun daha fazla hissedilmesine yol açıyor.
Öte yandan yeni Ortadoğu şekillenmesinin başat rolünün enerji kaynakları ve geçiş yolları ile ilgili olduğunu da göz önünde tutmak gerekir. Bu çerçevede Kıbrıs Adası bir yandan masrafsız uçak gemisi özelliği ile ön plana çıkarken öte yandan deniz altı enerji kaynakları ve geçiş yolları itibarı ile de enerji stratejik bir öneme de haiz.
Federal bir bünye içinde göstermelik birkaç hakkın dışında hakimiyetin Rum yönetimine geçeceği varsayıldığında, Türkiye ile Kıbrıs arasındaki deniz üstündeki sınırların durumu ne olacak? Diğer ifadesi ile megali idea bağlamında Türkiye’yi denizlerden kuşatma anlamındaki Ege’de yaşadığımız sorunların bir benzerini Akdeniz’de de yaşar hale mi geleceğiz?
Hani kod adı 82’ye karşı olmakla birlikte çok dikkatli olmanın gerektiği bir dönemden geçtiğimiz günümüzün bir gerçeği.
Bahçeli ile Erdoğan arasındaki Kıbrıs formülü üzerindeki dargınlık işaretleri, son olarak Erdoğan’ın federal Kıbrıs çözümü yerine iki ayrı devlet arzusunda olduğu beyanı ile şimdilik durmuşa benziyor.
Bir noktada Kuzey Kıbrıs’ı 82nci vilayet olarak görmek isteyen Bahçeli’nin endişelerini de anlıyorum. Federatif bir çözüm halinde kurulacak hükümette Türklere göstermelik yetkiler tanıyacak Rum kesimi kendi karasularını ve münhasır ekonomik bölgesini çizdikten sonra, hiç vazgeçmedikleri “megali idea” ve “enosis” doğrultusunda Türkiye’yi Ege’de ve Akdeniz’de de denizden kuşatmış olabilecek.
Malum TBMM 31 Mayıs 1995 tarihinde aldığı kararla Ege’de karasularını 12 mile çıkartmak isteyen Yunanistan’ın bu arzusunu “casus belli” yani savaş gerekçesi olarak ilan etmişti.
Peki Kıbrıs’ta da aynı durum olur da özellikle münhasır ekonomik bölgenin Türkiye’nin aleyhine genişlemesi söz konusu olursa, Kıbrıs’a karşı da “casus belli” mi ilan edeceğiz. Eğer savaş durumu olacaksa Kuzey Kıbrıs’ta yerleşik soydaşlarımızla mı savaşacağız?
Neyse Kıbrıs fantezilerini şimdilik bir yana bırakıp geçtiğimiz günlerde Türkiye’yi ziyaret eden iki önemli ülkenin başbakan ve şansölyesinin dosyalarında ne getirdiklerini değerlendirmeye çalışalım.
Malum, önce İngiltere Başbakanı Starmer Ankara’daydı. Uzun süredir Türkiye’nin almak istediği ama Almanya vetosuna takılan Eurofighter Typhoon uçağının artık Türkiye’ye satılabileceği müjdesini verdi. Starmer ülkemizin yüklü miktardaki talebini (miktar ve maliyet olarak) büyük bir sevinçle karşılayarak ülkesine döndü.
Ardından Federal Almanya şansölyesi Merz Ankara’daydı. Toplantının ardından yapılan açıklamalarda Merz “Türkiye’yi AB’de görme arzularını” ifade etti. Bir Alman gazetecinin İBB Başkanı İmamoğlu ile ilgili sorusu ortalığı karıştırdı. Merz 1993 Kopenhag kriterlerine üstü kapalı vurgu yaparken, Erdoğan Ankara kriterlerini dile getirerek, işi bahis skandallarına kadar getirdi. İster istemez bazı çevreler İmamoğlu’nun “casus”luk suçlamasından “bahisçi belli” suçlaması ile de karşı karşıya gelebileceği endişesini paylaştılar.
Bütün bu iki ziyaretin ardından Avrupa Komisyonu’nun eskiden “ilerleme raporu” olarak isimlendirilen, artık sadece “Türkiye raporu” adı ile anılan, kanaatimce “gerileme raporu” olarak sıfatlandırılmayı hak eden raporu yayınlandı. Özetle “Türkiye Kopenhag kriterlerinden giderek uzaklaşıyor, bu hali ile Türkiye için tam üyelik hayal bile edilemez!” dendi. Esasen Brüksel’de Türkiye işleri ile artık Komisyon’un “genişleme” birimi değil, “iyi komşuluk” birimi ilgileniyor.
Bu görünüm altında Starmer ve Merz neden Ankara’ya geldiler sorusuna geri dönersek. Son dönemlerdeki bir yazımda AB savunma bakanlarının son toplantısında giderek yaklaşan Rus tehdidine işaret ettikleri, bunun içinde savunma sanayiine ciddi bir bütçe ayırmaları konusunda görüş birliğinde olduklarını yazmış, oluşturulacak SAFE programına 150 milyar Euro aktaracaklarını ve programa AB dışındaki ülkelerin de katılabileceklerini vurgulamıştım.
Doğal olarak AB dışındaki ülkelerin başında Türkiye’nin geldiği açık. Bize yaptıkları Eurofighter satışları, bizim kara kaşımız ve gözümüz için değil. Rusya’ya karşı güney cephesini güçlü tutmak adına. Peki SAFE programına dahil olabildik mi? Yunanistan özellikle “casus belli” durumu sürdüğünden, Güney Kıbrıs Rum yönetimi de Türkiye’yi adadaki işgalci güç olarak gördüğü gerekçesi ile veto kartlarını kullanmaya devam ediyor.
Bu durumda birinci soru işareti Rus tehdidini bu kadar ciddiye alan büyük AB devletleri bu sorunu çözebilirler mi?
İkinci soru da sadece Batı’nın güvenlik çıkarları endişesi ile Rusya ile aramızı bozmak işimize gelir mi?
Toutes les heures sont au format GMT + 2 Heures Aller à la page Précédente1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8
Page 8 sur 8
Vous ne pouvez pas poster de nouveaux sujets dans ce forum Vous ne pouvez pas répondre aux sujets dans ce forum Vous ne pouvez pas éditer vos messages dans ce forum Vous ne pouvez pas supprimer vos messages dans ce forum Vous ne pouvez pas voter dans les sondages de ce forum